31.05.2009

Hedo ve Superman Finalde

İlk 2 maç sonunda 4-2 biteceğini bağıra bağıra belli eden seri nihayet noktalandı. Aslında 4-0 da bile bitebilirdi LeBron'un 2. maçtaki mucizevi üçlüğü olmasa. Ama dedim ya 1-1'den sonra bağırıyordu seri 4-2 bitiyorum diye.

Son maçta Howard bu sezon play-offlardaki en iyi pivot performansını sergiledi, 40 sayı atıp 14 ribaund aldı, yanına da süs niyetine 4 asist ve 1 blok ekledi. Memo'nun şampiyonluğundan sonra ikinci kez bir Türk izleyeceğiz NBA finalinde. Garnett'in sakatlığından sonra doğunun açık ara en büyük favorisi olarak gösterilen Cleveland'ı zorlanmadan geçen Orlando, Denver'a karşı dönem dönem zorlanan Lakers'tan bir adım önde diye düşünüyorum. Tamamen şahsi bir görüştür, istatistik ve uzman yorumu ne der bilemem, ben sadece izlediğim maçlara bakarak konuşuyorum. Orlando'nun son 15 play-off maçını da izledim kaçırmadan, Lakers-Denver serisinde ise 6 maçın 4 tanesini izledim. Tüm bunlardan sonra kalan izlenim o yönde oldu bende.. Bekleyip göreceğiz, umarım Superman ve Hido yüzüğü takan taraf olur haziran ayının sonlarında.

30.05.2009

Tebrikler..

Öyle veya böyle, Galatasaray da kötü olsa Fenerbahçe de kötü olsa 1 hafta sonra unutulacak hepsi ve sadece Beşiktaş'ın şampiyon olduğu yazacak. Beşiktaşlılar'ın şampiyonluğu kutlu olsun, bunu uzaktan izleyen bizler de hiç bir bahane yaratmadan şampiyonu alkışlayaım..

Hayatının son baharında efsane başkanınız Süleyman dedeme bir şampiyonluk daha yaşattığınız için tebrik ve teşekkür ederim tekrar tekrar.

Sezon Sonu : Galatasaray 2-1 Sivasspor

Arda Turan'ın tek kişilik gösterisi ile bitti sezon. Sezon sonuna dair en güzel yazı Mayıslar Bizim Atahan'ın klavyesinden çıkıp gelmişti. Son zamanların vedası en bol sezon sonunu yaşayacağız. Büyük Kaptan'ımız dahil takımın yarısını yolcu ediyoruz neredeyse, hüzünlü olacak ama Büyük Kaptan kendi kendini yaktı. Sezonun ortasında gelip çok da iyi şeyler yapamayacağı açıktı, ne diyelim ki bu saatten sonra.. İnanıyorum ki ileride çok daha iyi koşullarda yollarımız tekrar kesişecek.

Galatasaray kötü giden sezonu çok daha kötü bitirecekken 5. sıraya sevinecek duruma getirdi bizi. Düşünün 5. sıra bile sevindirdi bugün Galatasaray'ı. Benim için güzel bir gündü, Beşiktaş yenilse bile şampiyondu çünkü Sivas'ı yendik ve sezon ortasında yaptıkları tüm çirfekliklere cevabı yine sahada verdik. Bunun dışında Konya'nın düşmesi ve Beşiktaş'ın şampiyon olması yüzümü gülümseten şeyler oldu. Elbette Beşiktaş şampiyonluğuna kendi taraftarları gibi sevinecek değilim ama Sivas-Trabzon ikilisinden biri olsa en ufak tebessüm belirmezdi yüzümde. Ki Beşiktaş'a karşı duygularımın olumsuz olamayışının sebebini yazmıştım daha evvel. Neyse uzatmayalım sözü daha da.. Malum son zamanlarda adsız yorumlar bırakıp da huzur kaçıran bir arkadaş türedi, kendisi buna da kulp takar belli mi olur(!)
Seni çok özledik çok.. Sarı kırmızı formayı bir kere daha üzerinde görelim, son kez onu da giyip öyle çekil git bu diyarlardan..

Ve hepsinden önemlisi, Uğur Uçar bugün sahaydı.

Bu sezon için yazılacak uzun uzun hikayeler var ancak şimdi zamanı değil. Sezon buruk bitse İngiltere'den gelen efsaneyi galibiyetle karşılamanın tadını çıkaralım. Yazacaklarımız çizeceklerimiz çok olacak..

Çoban Yıldızı

Hani oluyor ya dönem dönem bir şarkıya takılıyor insan beyni, gün içerisinde zamanlı-zamansız dile dolanıyor. Bilgisayarda dinlerken bir defa dinlemek yetmiyor. Öyle oldu bu da, 2-3 haftadır kafamın içinde bu dönüyor sadece. Portecho'nun albümü ve bu şarkıyla yaşar oldum, soundtrack oldular bana durduk yere..

teoman - çoban yıldızı :

yüzme bilmeden
daha deniz görmeden
hiç güneşte yanmadan
şimdi ölmek istemem
bir kalbi sarmadan

aşkı tatmadan daha
onla sarhoş olmadan
hiç sevişmeden daha
şimdi ölmek istemem
daha hiç gülmeden

çoban yıldızı, sen benle kal
çoban yıldızı, hep benle kal
zamanın varsa

ben hiç kimsem olmadan
tepeden tırnağa ona
hiç sarılmadan
şimdi ölmek istemem
kalbine dokunmadan

hadi al götür beni
hala benimmişler gibi
evime yurduma
taze meyve tatları
yağmurlarında

çoban yıldızı, sen benle kal
çoban yıldızı, zamanım varsa
biraz daha

Unutulmayanlar #15

Seriyi yazmayalı 3 aydan fazla olmuş, Unutulmayanlar başlıklı seriyi unutmak da ironik oldu hani. Yavaş yavaş serilere geri dönüşü yapıyorum zaten.. Ayrıca Bir Zamanlar Formalar isimli şeyi de sildim, bilmiyorum neden oldu ama bana bir hal geldi birden. Öyle ilginç şeyleri bu seriye dahil ederim veya seri yapmadan öylece yazarım. Dedim ya esti aniden..
Gelelim konuya.. Malum ligin son haftası ve rakibimiz Sivas veya Beşiktaş değil 5. sıra mücadelesi verdiğimiz Bursaspor. Bursayla son haftada bu kadar ilgilenince aklıma birden sevimli adam Mususi geldi. Timsah yürüyüşü denen şeyi icat edip dönemin görünümüyle Roberto Baggio'yu andıran ismi Ercüment ile birlikte fırtınalar estirirlerdi. Ölüm haberiyle Bursasporlular'ı yıktığı kadar Türk futbolseverinin de içine bir ateş düşürmüştü. Güzel adamdı, keşke buralarda gelse Nouma misali ara sıra "abijim" deyip gitseydi.

Mario Gomez & Bayern Münih

"duyduğuma göre yöneticileri kulübü kapatıp gitmişler, mario gomez'i 30 milyona bayern'e kitledikten sonra. bayern uyanmadan ortadan kaybolalım demişler."
(waiting for azrael, 29.05.2009 14:53)

Görüldüğü üzere kendisi sözlükten bir entry ve sahibinden de onayı aldım buraya taşımak için. Böyle de temiz ve düzgün iş yapıyorum, sabah sabah kendimi öveyim amaçsızca. Neyse.. Gomez'in 30M € karşılığı Bayern'e gidişi için bir şeyler yazmayı, Stuttgart'ın tarihin en büyük kazıklarından birini attığını söylemeyi düşünüyordum ki şu entry uzun bir yazıyla bile tam olarak anlatamayacağım şeyleri anlatmış oldu.

Gomez kimdir ve nedir ki 30 Milyon Euro etsin, ne hakla Bayern Münih tarihinin en pahalı transferi olsun, bu transfer nasıl bir zekanın ürünüdür... Bunlar hep soru, hep merak..

29.05.2009

Tomas Kosicky

İlk görüşte başlıkta hata olduğunu düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Kendisi Catania'nın bu sezon Inter Bratislava'dan transfer ettiği sıradan bir kaleci. Blogda yer etme sebebi ise tamamen benim eşşekliğim. Football Manager 2009'da Fiorentina ile 4. sezonuma başlamışken yedek kulübesini güçlendireyim diye satılık olan oyunculara baktım. Yedekte oturacak iyi bir forvete ihtiyacım vardı ki Samaras'ı 600.000 €, Jo'yu ise 1.7M € karşılığı kadroya kattım, bir tane beklerken iki tane aldım. Bir de bu sıradan kaleci dediğim Tomas Kosicky'yi aldım takıma.

Aslında ben imzayı attığı saniyeye kadar Tomas Rosicky'yi aldım sanıyordum. Kosicky'yi Rosicky okuma talihsizliğine imza atıp Montolivo'nun yedeği olarak alayım dedim. Üstelik şaşırdım "Rosicky Catania'ya neden gitmiş" diyerekten. Sabah sabah bu da böyle saçma bir anı olarak kayıtlara geçsin istedim..

28.05.2009

Hürriyet Spor

Galatasaray ile Houllier haberini veriyor Hürriyet, anlaşma sağlanmak üzere diye. Haberi verirken de içinde öyle bir metin geçiyor ki ne diyeceğimi bilemiyorum. "İsmet Abi sana bu iş için bir de para veriyorlar değil mi ?" diye soruyordu Murat Murathanoğlu, aklıma bu geldi nedense..

"Sarı-Kırmızılı yöneticilerin aynı zamanda Paul Le Guen ve Joe Adriansı ile de yaptıkları görüşmeler sonrasında Houllier'nin ekonomik açıdanda en makul isim olarak önlerine çıkması sonucu diğer iki teknik adamamdan vazgeçtikleri öğrenildi."

Demek Joe Adriansı ile görüştü Galatasaray. Fatihimsi, Le Guenimsi, Schusterimsi gibi isimlerle de görüşmüşüzdür büyük ihtimalle. Hadi hata yapılır tamam da, bu kadar da yapılmasın be. Co Adriaanse nerde Joe Adriansı nerde, insan kontrol eder, hadi hepsini geçtim birisi de çıkıp bu yanlış dememiş mi be.

Bu haberin adresi :http://www.hurriyet.com.tr/spor/futbol/11746926.asp
Bu da kaybolursa diye haberin fotoğrafı :

Finalden Sonra

Üstteki bu işe başlarken alttaki henüz 3 yaşındaydı ve muhtemelen futbolun ne olduğundan bile habersizdi. Ama futbol bu gibi detaylara dayalı sonuç vermiyor, bu yüzden peşinden sürüklenip gitmiyor muyuz zaten...

27.05.2009

Şampiyonlar Ligi 2009 Final : Barcelona 2-0 Manchester United

İspanyol başlayan sezon İspanyol bitti. Budur koca bir futbol sezonunun özeti. Euro 2008'deki İspanyol esintileriyle sezonu açıp yer yüzündeki bu oyunu en güzel haliyle oynayan İspanyol takımın zaferiyle kapattık. Bu gece kendi adıma konuşursam gayet tatmin ediciydi. Bana itici gelen oyuncu ve itici gelen takım kaybetti, yeterli bir sebeptir aslında. Ancak derdi tasası sadece futbol olan insanlar için de gayet iyi bir final oldu. Ferguson'un taktik hatalarıyla, Guardiola'nın genç yaşında hat-trick yaparak vurduğu damgayla, Messi'nin Maradona'ya sadece 1 Dünya Kupası kadar yaklaşmış olmasıyla unutulmaz finallerin arasında çoktan yer etti.

Finale kadar müthiş gelen Manchester'da Ferguson'un hataları önemliydi. Chelsea gibi durdurmak istedi Barcelona'yı ve bu ters tepti. Aslında golü yedikleri ana kadar oynadıkları gibi hücuma daha fazla önem verseler maçta çok daha fazla gol olacaktı. Yine de 2 gol izlemek kulüpler arasında Dünya'nın en prestijli kupasının finali için yeterliydi. Barcelona'da Abidal ve Alves'in eksikliklerinden çok bahsedildi, bir de Marquez'in yokluğu var tabii. Alves şu an için bir sağ bekten fazlası da olsa yokluğu bir takımın hayat damarlarını kesecek cinsten değil. Keza Abidal de öyle, pek bir farkları yok bana kalırsa. Marquez zaten direk oynayan bir oyuncu olmadığı için o kadar da önemli değildi olup olmaması. Takımımda Pique ve Yaya Toure mevcutken ne diye dert edeyim Marquez'in olmayışını ? Alves'in yokluğu ise Kaptan ile dolduruldu ve böylece tüm sorunlar kalktı ortadan. Alves'in son 1-2 aylık hücum performansını hatırlayınca Puyol'un çok daha yararlı olduğunu söylemek son derece doğru olur. Sylvinho ise garanti oyunuyla finali rahatça taşıdı omuzlarında. Bu eksiklikleri hissetmeyince pek de derdi kalmadı Barcelona'nın. Hücumda Eto'o ve Messi sürekli yer değiştirince o bölgede de tıkanıklığı açtılar. İlk gol Eto'o'nun kişisel becerisine dayalı olsa da diğer golde Xavi-Messi ortaklığı 1.69'luk Wonderkid'e kupayı gol atarak kazanma mutluluğunu yaşattı.
Barcelona ve Guardiola kanadında bunlar olurken İngilizler için yolunda gitmeyen şeyler mevcuttu. Fletcher'ın oyun sistemindeki yeri önemliydi ancak tıpkı Barcelona'nın eksikleri gibi Fletcher'ın eksikliği de o kadar büyük problem olmamalıydı. Ancak bunu problem haline getiren 35 yıllık teknik adam Alex Ferguson oldu. O bölgeye koyduğu Park'ın Barcelona orta sahasına karşı problem yaşaması çok açıktı. Scholes gibi bir adam 2-0'a kadar beklememeliydi. 11'de sahaya çıksa Barcelona bu denli rahat olamazdı. Tevez tercihi de ikinci yarının başında hatalı bir karar olarak finalde yer etti. Ronaldo ise bu tip kritik ve önemli maçların çoğunda olduğu gibi yine silik olunca Guardiola ve ekibi için kupa beklenenden rahat ve kolay geldi.

Lionel Messi artık Maradona'yla aradaki farkı tek kupaya indirdi ki o da Dünya Kupası. Aslında bu kriter olacak bir şey değil ama Messi'nin 1 Avrupa, 1 de Dünya Kupası kazanmadan Maradona'dan iyi olamayacağını iddia edenler çoğunlukta. 22 yaşında bir oyuncu bu seviyeye çıkabilmişse ve taraflı tarafsız tüm dünya önünde saygıyla eğilebiliyorsa Maradona kadar olamamasının sebebi Dünya Kupası olmamalı. Kaldı ki o açığı da kapatabilecek düzeyde. Yaşı 22, 3 kupa yaşasa 35 yaşına gelecek. Devam edebilirse 39'unda 4. Dünya Kupası'nı da görür. 4 kupanın bir tanesini de alabilir herhalde. Yeni jenerasyon Arjantinliler de bu tezi doğruluyor, Messi'ye bu konuda yardımcı olup başrolü paylaşabilecek oyuncular da var. En başta Agüero var zaten.

Aynı tempoda ve düzende bir daha oynansa bir daha izleyebilirim. Herkes daha bol gollü ve organize ataklarla süslenmiş tamamen hücuma dayalı bir final bekledi ancak bu iki dev savunmayı ve güvenli futbolu da düşünmeliydi, sadece hücum olsa bu denli keyif vermeyecekti bana.

Guardiola'ya bakıp bir de Bülent Korkmaz'a bakıyorum, oradaki 38, bizdeki 40 yaşında. Birisi ilk deneyiminde 3 kupayı kazandı ve 3 tane daha kazanabilir bu yıl içerisinde. Diğeri ise diyerek devam etmek istemiyorum, bu güzel ve keyifli finalin yazdığı satırlar tatsız bitmesin...

Houllier & Galatasaray & Melih Şabanoğlu

İki gündür gündemi meşgul eden şeylerden biri Gayın-Sin'deki Galatasaray'ın yeni teknik adamıyla ilgili tartışmaydı. Bugün-yarın-ertesi gün derken sonuca kavuştu bu isim. Kavuştu kavuşmasına da, olup bitenler pek hoş şeyler miydi derseniz cevabım evet olamayacak.

Nasıl başlamıştı tüm bu olaylar ? Bir teknik direktörle görüşüldüğü haberiyle. Bu teknik adam 3 tane lig şampiyonluğu almış, 3 tane de uluslararası başarısı olan bir teknik adamdı. Hepsinden önemlisi de "kurt hoca" diye tabir ediliyordu, yani yaşı ortalamanın üzerindeydi. Tüm bu malzemeyi alıp bir potaya koyunca ortaya bir kaç tane isim çıkıyordu ki Otto Rehhagel ve Gerard Houllier bu tanıma en fazla uyan isimlerdi. Rehhagel'in Galatasaray için gündeme gelmesi düşünülemezdi, Houllier tek kalıyordu elde. Gün boyu 400'e yakın yorum geldi, Melih Bey hepsine cevap verdi. İlk olarak Adriaanse ismi ortaya atıldı ve buna inanıldı, ne var ki ne tanıma uyuyordu ne de gündemdeydi bu isim. ATV'nin gece programda verdiği hayali bir haberden yola çıkılıp bu yönde tahminde bulunuldu. Daha sonra ise Houllier isminde hemfikirdi herkes. Sadece Melih Şabanoğlu isim vermiyordu, evet-hayır diyerek veya cevap vermemeyi seçerek teknik adam konusunda ser verip sır vermiyordu. Daha sonra tüm medya ağız birliği edercesine Le Guen ismini ortaya attı ve Melih Bey de bunu öğleden sonra onayladı. Üstüne de görüşülen ilk teknik adamın Le Guen olmadığını, ismini vermediği teknik adamın hep ilk tercih olduğunu belirtti. Sonra da bürokratik işler yüzünden bu transferin gerçekleşemediğini söyledi. En sonunda da dayanamayıp görüşülen ancak anlaşılamayan ismin Houllier olduğunu açıkladı.

Olayın iç yüzü böyle. Ancak burada çıkan çelişkiler ve kafa kurcalayan bir takım detaylar var. Zaten bu şeyler yüzünden yazıyorum şu an. 400'e yakın yorum, gidip gelen isimler, önce gelen ısrarlı sorulara rağmen itiraf edilmeyen ancak daha sonra açıklanan isim... Hepsi bir araya gelince kafa karıştırıyor. Ne gerek vardı bunca tantanaya, bu kadar karmaşık işlere, bunu merak ediyorum. Bir isimle görüşülür, konuşulur ve istihbarat alınmış olabilir, buna herhangi bir şekilde itiraz edilemez. Kulüpte yönetime yakın bir isimdir ve öğrenebilir bunları. Aldığı duyum yüzünden kimseyi sorgulama hakkımız yok. Ancak yapılanın yanlışlığı ve insanların belki istemeyerek kandırılışı var ortada. Belki de yönetimin Le Guen hamlesini haklı çıkarmak için uygulanan bir senaryo. İyi veya kötü niyetle olaya nasıl bakıldığına göre değişir bu. Ben işin göründüğü kadar masum olmadığını düşünüyorum. Yani eldeki çelişkiler bunu gösteriyor. En başta böyle bir yazıya gerek yoktu. Bir istihbarat alındıysa herşey sonuçlandıktan sonra "böyle bir iş vardı, olmadı" diye açıklansa bu denli bir karışıklık çıkmazdı, biz de Melih Bey'e bu bilgi için teşekkür eder geçerdik. Ancak yorumlarda herkese "olabilir, olmayabilir" tarzı bir tutum gösterip bu ismi Houllier olduğu açık açık belliyken inatla 2 gün boyunca saklayarak eline ne geçtiğini merak ediyorum. Aklı selim her insan farkındaydı bu ismin Houllier olduğunun.

Melih Bey son olarak öyle bir açıklama yaptı ki aslında tüm bu yaşananların ne kadar anlamsız olduğu gözler önüne seriliyordu :

Galatasaray’ın görüştüğü ve işbaşı yapması için pürüz çıkan teknik direktör adayı Gérard Houllier’ydi. Çok net olarak söylenmişti bu isim aslında. (Gayın-Sin’de “Önemli bir kapının eşiğinde” başlığıyla yayınlanan yazının ilk üç paragrafının ilk harfleri bu ismi net biçimde ortaya koyuyordu. Kimse dikkat etmedi tabi buna.)

Böyle konuştu Melih Şabanoğlu. Bu bir şaka mı bilmiyorum da kalın yazarak işaretlediğim kısım işin ciddiyeti ve iyi niyeti konusundaki düşüncelerimi tamamen gölgeledi. Burada bahsi geçen harfler sırasıyla G R H. Bir yazı yazılıyor, bu harfler çıkıyor ve çok net olarak söylendiği iddia ediliyor. Bu isim Ottmar Hitzfeld olsaydı arka arkaya H ve O harfleri var diye de aynı şeyler yazılır mıydı bilemem, bu işin espri kısmı. Ayrıca "bürokratik engel"den bahsedildi ve çözüm için Galatasaray'ın ve hocanın karşılıklı olarak zaman kaybedeceği söyleniyordu. Daha sonra bu engelin Fransa Futbol Federasyonu'nundaki görev olduğunu öğrendik. Bürokratik engel ile federasyondaki görev arasında fark olmalı. Bu iş bu kadar ciddi olsa, Houillier için 1-2 aylık gecikmeyi herkes göze alabilirdi sanırım, Skibbe gibi Le Guen gibi Schuster gibi anlık bir adam değil Houllier. Beklenirdi ve beklendiğine değerdi. İş anlatıldığı kadar ciddi değil belki de. Houllier Galatasaray'a gelecek ve Galatasaray bu ismi bir kaç ay bekleyemeyecek, hiç sanmıyorum. Transferler istediğine göre yapılır, Bülent Korkmaz kalırdı. Bülent Korkmaz olmasa da Houllier'nin yardımcısı gelir bir şekilde idare ederdi Houllier resmen işbaşı yapana dek. Bunlar işin detayı ve olmaması gibi bir sebep yok.

Melih Şabanoğlu keşke bu tip bir olayla uğraşmasaydı. Bu önemli bir kesim için güven kaybına yol açtı ve bu konuda yalnız olmadığımı da biliyorum. İnsanlar bir anlamda kandırılmış duruma düştüler, üstüne basa basa söyledikleri sordukları şeylere 2 gün boyunca hayır denip sonra birden evet denerek açıklandı. Böyle olmamalıydı, Melih Bey'i Galatasaray tarihi yazarken görmek istiyorum ben, forumlarda "kaynağım kulübe yakın bir kesim" diyen başarısız üyeler gibi bir transfer hikayesine gerek olmamalıydı.

26.05.2009

Not Defteri #21

  • Bu haftasonu değil de, geçen hafta, hani Eurovision'un olduğu, işte o hafta Marmaris'e gidip 4 gün kalmıştım ya, inanın bana o 4 gün sanki 4 dakikada geçti gitti. Sınavlar finaller derken 12 Haziran olsa da evime dönsem iyi olacak. 4. seneyi tamamlıyorum, İzmir'e hala alışamadım, Marmaris orada dururken İzmir'i sevemem.
  • Ekonomik kriz çok ilerledi evet ama ben de kendi kendimi krize sokuyorum gibi geliyor. Yemeksepeti'nde bir kaç yerden kampanyalı menü geliyor diye amaçsızca saldırıyorum. Lan sanki bedava oluyor öyle olunca, bende de var bi şeylik ama dur bakalım..
  • Yaz geldi ya, daha da Coca-Cola içmem. Benim için Coca-Cola sezonu kapatmıştır. 1.5 litrelik Lipton Ice Tea Limon'dur benim içeceğim. Su yerine bunu içiyorum yaz geldi mi. Tansaş yine 2 alana 1 bedava veya başka bir deyişle 3 al 2 öde olayına girerse o zaman cepteki tüm parayı, karttaki tüm limitleri feda ederim. Geçen sene gidip 12 tane ice tea alıp 8 tane parası vermek süperdi. Marmaris'te deli gözüyle bakanlar vardı bana.
  • Ice tea demişken, Burger King geçen sene büyük seçim menü alıp içeçeği ice tea isteyene king seçim ice tea veriyordu. Ben sabaha karşı 4-5 gibi gittiğimden merkezdeki Burger'da o saatte çalışanları tanır olmuştum artık. İçeceği ice tea alınca patates de büyümüyordu normalde ama bana patates yeni yapılmışsa onu da king seçim veriyorlardı çaktırmadan.
  • Sabah uyumadan böyle şeyler yiyorum yazın. O da gereksiz bilgi olsun, sonra ben kilo aldım, alırsın tabi.
  • Kilo demişken, korkudan 1.5 aydır tartı yüzü görmedim. Boy tam 1.80, kilo da geçen sene bu vakitler 61-62 gibiydi, zayıftım fazlasıyla. Yazın Burger King desteğiyle sınırlı kalmadı kilolar, Datça'daki evde denizden çıkıp akşama doğru bahçeye mangalı açıp açıp 2-3 kişilik beslenince olanlar oldu. 70'e çıktım yaz sonu. Kış gelince her zamanki gibi zayıflarım dedim ama ilk kez tersi oldu hayatımda, Nisan ayının ortalarında 77 kiloydum. Daha da bakmadım, 80 mi oldum aynı mı kaldım bilmiyorum.
  • Şu an durdum ve baştan okudum. Anladım ki benim 4 senedir olduğu gibi mayıs ayı gelince İzmir'i bırakıp Marmaris'e olmadı bir kaç günlüğüne Bodrum'a dayımlara kaçma zamanım gelmiş. Bir de karnım aç olduğu için yeme-içme ekseninde şeyler yazmamı doğal karşılayın.
  • Şimdi olsa da Steakhouse yesek. O olmazsa da Domino's'tan Italiano alsak yesek.
  • Tüm bunlar olurken artık hazırlansak, gitar dersine geç kalmasak..

25.05.2009

Okuyuculardan Özür, Fiorentina & Şampiyonlar Ligi

Ligi erken noktaladığımızı yazmıştım son Lecce maçından sonra. Anladım ki uykum gelmişken bir şey yazarken 3-4 kere daha düşünmem lazım. Milan'ın bizle aradaki puan farkı 4'tü, 3'e indi bu hafta. Yani bu demek oluyor ki Şampiyonlar Ligi'ne doğrudan katılma umudu son haftaya taşınmış. Yazının 2. kısmındaki 4.'lükle ilgili cümleden sonrasında bir sorun olmasa da oraya kadar olan kısımdaki hata ve yanlış bilgilendirme için özür dilerim.

Gelelim işin aslına, doğrusuna. Ufak maddelerle olasılıkları düşünelim :
  • Şu anki puan durumuna göre Milan ve Juve 71, biz de 68 puandayız, 65 puanla ise Genoa 5. sırada. Genoa'nın bizle puanı eşitlemesi gibi en kötü senaryoda bile 4. olma şansı yok, deplasmanda oynadığımız 3-3'lük unutulmaz maç sayesinde son haftaya rahat giriyoruz.
  • Öncelikle Milan'ı yenemezsek yerimizde sayıyoruz, bunu söylemeye bile gerek yoktu aslında puanları verdikten sonra.
  • Milan'ı yenmemiz ve Juventus'un da Lazio'ya yenilmemesi durumunda 3.'lük mücadelesi Milan ve bizim aramızdaki ikili averaja kalıyor. Bu durumda da tek farklı galibiyetimizde Milan avantajlı oluyor. Ancak 2 ve daha fazla fark atıp kazandığımız anda 3. sıra bizim oluyor.
  • Milan'ı tek farkla yenip 3'lü averaja kalırsak yine avantaj bizim. Milan Juve'ye deplasmanda 4-2 yenilmesinin acısını çekecek bir bakıma. Çünkü averajlar -1'e -2 olacak ve yine biz Şampiyonlar Ligi'ne giden taraf olacağız.
Son olarak durum şu ki, Milan'ı 2-0, 3-1 gibi skorlarla yenip hiç sıkıntı yaşamayıp direkt olarak çıkmamız lazım Lazio-Juventus maçını beklemeden. Senaryolar böyle, son hafta tatlı bir heyecan yaşanacak ama olumsuz bitse de seneye Şampiyonlar Ligi'ndeyiz, bu fazlasıyla yeterli bir sonuç.

Barış'a Ne Diyeyim Ki ?

Aşağıdaki satırların sahibi Barış Özbek, Baros'a ne diyeyim ki demiş ve yenilginin sorumlusunu bulmuş beyefendi :

- "Daha iyi takım bugün bizdik. Gol pozisyonlarına çok girdik atamadık. Şanssız mı diyelim, beceriksizlik mi diyelim ama gerçekten 3-4 pozisyonumuz vardı, olmadı. Bugün iyi futbol oynadık, Beşiktaş'a top göstermedik. Bir iki kendi hatamızdan, o golleri atsak farklı bitebilirdi. Baros'a ne diyeyim ki o kaçırdığı golleri atmak zorunda olduğunu biliyor. Bunları atamazsanız büyük maçları kazanmazsınız"

Peki ben Barış'a ne diyeyim ? Galatasaray taraftarı ne desin Barış'a ? 20 gol atmış, gol krallığını %90 garantilemiş adama bunları utanmadan söyleyebilecek duruma geldiyse ben bu takımdaki disiplinden de mantıktan da her türlü mentaliteden de nefret ederim arkadaş. Bu kadar açık ve net. Barış Özbek kimdir ki oynayan forvetler arasında skor yükünü tek başına yüklenmiş, ligimizde son zamanların açık ara en iyi forvet performansına imza atmış Milan Baros'a bu lafları edebiliyor. Bu hakkı nasıl bulabiliyor, kimden güç alabiliyor böyle haksız ve ağır bir eleştiri yapabilmek için.

Sen sezonun bir kısmını sakat geçir, geri döndüğünde ilk maçında herkes senin hakkında olumlu konuşsun, büyük bir kesimin desteğini al ama sonra 10 gün içerisinde kaybolup git, bir daha da düzelme, vasatın da altında oyna her maçı. Ardından da çık de ki "Baros'a ne diyeyim ben, kaçırırsa böyle olur büyük maçı kazanamayız". Sen değil misin Barış Özbek efendi aldığı her topta çalıma gidip rakibe topu teslim eden, en basit hamlelerde bile tabanlarını kaldırıp rakip oyuncuları biçen, attığı her pasta kendi takım arkadaşını değil de rakip oyuncuyu bulan ? Sen değil misin Milan Baros'un kaçırdıklarının daha fazlasını basit ve amaçsız Anadolu takımlarına karşı oynanan maçlarda kaçıran ? Bir maçta çıkıp da şöyle 90 dakikayı "Barış çok iyi oynadı" diye geçirdin mi ligin 2. yarısında ? Bu büyük çöküşte önemli pay sahiplerinden biri olduğunu hiç idrak edebildin mi ? Ama iş başkalarına gelince Sabri Sarıoğlu misali sataşacak yer ara, suçlayacak birilerini hemen bul. Sabri tüm ortalarında tribündeki köfteciyi çekirdekçiyi nişanlar, ardından kendisine zor pozisyonda bile pas verilemezse o oyuncuyu yer bitirir, üstüne üstüne sıçrayıp hakaret eder. Başkası şut vurdu mu isabetli olmazsa şut sahibine küfreder maç içerisinde, aynı şutun daha kötüsünü atıp tribünlere topu hediye eder ardından elini "pardon" anlamında kaldırır özür diler hiç bir şey olmamış gibi. Sen de Sabri gibi her türlü olumsuzluğun altına imzanı at, sonra iki gol kaçıran adamı günah keçisi ilan et. Ki bu adam 2004 Avrupa Şampiyonası'nda gol krallığı yaşamış bir adam, senin rüyalarında yer edinen Premier Lig'de Liverpool ve Aston Villa forması terletmiş adam. Sen kimsin peki ? Essen'den 2 sene evvel Türkiye'ye gelip üst düzey futbolla tanışan ve bu ilişkiyi tanıştığı günden beri 1 adım ilerletemeyen Barış Özbek.

Oynayamıyorsan, bu işi yapamıyorsan, kendine bakacaksın, suçlu olduğunu itiraf edeceksin, daha sonra Baros'a kaçırdığı golden ötürü konuşacaksın. Beşiktaş'a ligin ilk yarısında 3 golü atan Baros değil miydi, yoksa ben yanlış hatırlıyorum da o golleri atan isim Barış mıydı ? Şu takımda formayı Sabri Sarıoğlu kadar bile haketmiyorsun Barış Özbek ve hala utanmadan çıkıp da Baros atamadığı için Beşiktaş'a kaybettiğimizi iddia ediyorsun. Sen hücumdan geri dönme, savunmada neler olup bittiğini uzaktan seyret, ne hücuma çık ve savunma yap, ortada amaçsızca adamlara basıp enerjini heba et, sonra 2 gol kaçırdığı için koca bir maçı Baros yüzünden kaybedelim. Sen sütten çıkmış pırıl pırıl parlayan bir ak kaşıksın Barış, herkes kötü oynadı ama sen Steven Gerrard'ı aratmayan mücadelenle milyonların takdirini kazandın. Öyle ya, Milan Baros beceriksiz, 20 golü rastgele attı, sen olmasan 2 tane bile atamazdı...

Nelere kaldık be...

Beşiktaş 2-1 Galatasaray

Harry Kewell da olmasaydı bu sezon durum ne olurdu çok merak ediyorum. Attığı gol puana yetmemiş olsa da sahada olması demek umutların bitmemesi demek. Bugün oynanan iyi oyunda diğer oyuncuların da katkısını es geçemeyiz ama Kewell'ı herkesten ayrı bir yere koymak gerekiyor sezonu göz önüne alınca.

Bülent Korkmaz keşke geldiği günden beri böyle oynatabilseydi takımı, gerek sakatlık gerekse en büyük etken olduğuna inandığım oyun içi tercihler yüzünden sezon kendisi açısından kötü bitti. Yine UEFA'ya gitsek ama o hataları yapmayıp, savunmaya çekilmeden, bugünkü gibi oynayarak yenilmiş olsa önümüzdeki sezon için daha fazla umutlanabilirdik kendisinden. Kredisini çabuk yedi ancak gelecek teknik adamın yanında antrenör olarak kalma konusunda bir şekilde ikna edilmesi lazım. Bunun başarılacağı konusunda umudum olmasa da bekleyeceğim yeni teknik adam imzayı atana dek. Ki yeni teknik adam gelmezse de anlayışla karşılarım, Bülent Korkmaz'a kendi kuracağı takımla istediklerini yapma fırsatı vermemiş olmayız bu şekilde. Önemli bir tercih olacak bu önümüzdeki sezon. Ya kendi kadrosunu kurup bir fırsat verilecek ya da mevcut kadroya Skibbe gibi hücum, Bülent Korkmaz gibi savunma yaptıracak bir bulunmaz hint kumaşı ayarında teknik adam getirilecek.

Haftaya Sivas'a içeride bir zahmet kaybetmeyip Avrupa kupalarını evde seyretme kabusunu yaşamayız umarım. Umuda ve şansa kaldık zaten bu zaten, mantık çerçevesinde konuşamaz olduk..

24.05.2009

Olmadı : Lecce 1-1 Fiorentina

Ligde 2. maçımızı kazansak en kötü ihtimalle 3. sırada bitiriyorduk ligi. Bunun için Roma'nın San Siro'dan galip dönmesi yeterliydi, öyle de oldu. 75. dakikaya kadar 0-1 giden maç 10 dakika sonra 2-3 oldu. Juventus ise Siena'yı yendi beklendiği gibi. Takımların logoları bile ortakken şu kritik durumda Juventus'un puan kaybı düşünülemezdi zaten.

Jorgensen'in 90. dakikada gelen golüyle sezonu 4. sırada noktaladık. Son hafta oynanacak Milan maçı formalite oldu artık. Bu maçın ilk yarısını izlyemedim ama 1-1 yapana kadar ikinci yarıda tek kale oynadık neredeyse. Gol için gereken baskıyı çok çok erken kurmamıza rağmen golü 90'da bulduk. Arada kaçan çok önemli ve net fırsatlar ve direkten dönen bir top Şampiyonlar Ligi'ne direkt olarak katılma şansımızı aldı götürdü elimizden. Daha iyisinin yapılabileceğini gördük, önümüzdeki sezon için ve transfer dönemi için şimdiden çok umutlanmaya başladık bu sezonun 1 hafta erken noktalanmasıyla.

Önümüzdeki haftaki son maçın tarihi bir önemi olabilir. Paolo Maldini oynadığı takdirde kariyerinin son resmi maçına çıkmış olacak ve bu da Artemio Franchi'de gerçekleşmiş olacak. Fiorentina açısından da ölümsüzleşmesi demek olur, bizim tarihimizde de bir şekilde yer etmesi anlamına gelir. Her şeyden önemlisi büyük bir şereftir.

2009 Monaco GP

Formula 1'in gözbebeği Monaco'da ne ilginçtir ki yine Brawn GP dublesine tanık olduk. Artık sıkıcı olmaya başladı bu durum, Avrupa'ya geçilince, hadi olmadı Monaco'da bir şeyler değişir dedik ama gördük ki değişen şey pistlerin isimleri oldu sadece. Formula 1'i öldüren FIA her türlü tehdide rağmen "Ferrari de diğerleri de istediği yere gidebilir" diye diretiyor kendince. Ferrari ve McLaren'in olmadığı bir Formula 1'i ne yapacaklarını çok merak ediyorum.. Uzaktan kumandalı araba ile kendi evlerinde yarış düzenlerler istedikleri kuralları koyarak, yazık be. Ferrari ve McLaren her ne kadar düzelme sinyalleri verseler de bu yarış da gösterdi ki Brawn bu takımların bir kaç gömlek üzerlerinde. Bu fark da bu sezon kapanacak gibi değil. FIA başkanını mı yerinden ederler bilmiyorum ama takımlar toparlanıp sezon bitmeden olaya dur diyerek gelecek sezonu kurtarmalılar. Yoksa FIA kendince at koşturup bu sezonu yaptığı gibi gelecek sezonu da kağıt parçası gibi buruşturup çöp tenekesine yollayacak.

Monaco'yu kazanan pilotun adı tarihe altın harflerle geçer, şampiyon olamasa da o pilot tarih boyu hep saygıyla alınır, bir pilot burayı kazanaraktan şampiyon olduysa kazanamayıp da şampiyon olana göre tarih sahnesinde hep daha önemli roller üstlenir. Hal böyleyken sezon sonu Button'ın Monaco'yu da kazanmış şekilde şampiyon olacağını düşünmek F1 zevkine ve izleme isteğine gölge düşürüyor.

Nasıl ki Real Madrid'e, Barcelona'ya, Chelsea'ye, Manchester United'a "Senede 5 Milyon € ile transfer yapacaksın en fazla" denmiyor, denemiyor, Formula 1'de de gücü olan takıma "Sen bu gücü kullanma" denemez, denmemeli. Her yarışta aynı şeyleri tekrarlamaktan da F1 izleycisinin dilinde tüy bitmemeli.

2009 Monaco GP sonuçları :

23.05.2009

Alman Barcelona : Wolfsburg

Wolfsburg'un son haftalardaki özeti budur. Sezon içerisinde iç sahada canavar gibiydiler, önlerinde durabilen olmadı pek. Deplasmanda ise zaman zaman teklediler, çoğu kişi Cottbus'a karşı 2-0 yenildiklerinde "Buraya kadar mı?" diye sordu, ancak ligin en kritik maçlarında, son 2 haftada, biri içeride biri dışarıda olmak üzere 5'er taneden toplamda 10 gol attılar. İspanya'da Barcelona'nın yarattığı etkiyi Almanya'da yarattılar oynadıkları oyunla. 34 maçı 80 golle tamamladılar,

Tek forvet mi çift forvet mi diye sorular sorulurken, tartışmalar bu eksende dönerken, bu şampiyonlukları çift forvetli sistemin zaferi oldu bir bakıma. Dzeko ve Grafite ikilisi ikili forvet ve bu ikilinin uyumu konusunda ders verdiler izleyenlere. Son sezonlarda %100'e yaklaşan doluluk oranlarıyla karnaval yerine dönen tribünlerin de etkisiyle Bundesliga sezonun tartışmasız en zevkli ligi oldu. Bu en zevkli ligin de en zevkli takımıydı Wolfsburg, sadece iç saha performansları ve ligin son bölümündeki performansları bile yetti şampiyonluğu haketmeleri için. Üstelik diğerleri gibi devasa stadyumları da yok, kapasite olarak ligin en düşük kapasiteli 5. stadına sahipler. İçerideki performansları kapasiteyle değil tribünün yapısı ile doğru orantılıdır elbet, bunu bilemeyecek veya tahmin edemeyecek bir şey yok. Ancak Almanya'da çoğu stadın kapalı ve baskıyı sağlayabilen stadlar olduğunu düşününce ve büyük geçinen takımların seyircilerinin sezon içerisinde gayet etkisiz kaldıklarını da göz önüne alınca, bir alkışın da Wolfsburglular'a gitmemesi için bir sebep göremiyorum ben.

22.05.2009

2009/2010 Sezonu Formaları : Barcelona(İç&Dış) & Arsenal(Dış)

Bu sene piyango çizgiliye vurdu, seneye muhtemelen parçalı veya çok kalın çubuklu 4 parçalı gibi olan formaya dönerler. Barcelona'nın bu ana formasını değiştirmesini beğeniyorum genellikle ama Onlar dışındakilerin sürekli ilk formlarını değiştirmeleri pek de hoş değil hani.
Rengin ne turuncu ne pembe olduğunu belirtmek lazım, hafiften fosforlu gibi bir renk olduğu için ışığa göre turuncu veya pembe gibi gözüküyor ki renk de tam olarak bu ikisinin arasında. Yavruağzı dediğimiz renk sanırım bu forma için en uygun tanımlardan biri olacak, biraz koyusu sanki.
Bu da Arsenal'in geçtiğimiz günlerde açıklanan forması. Forma çoğu blogda yer almıştı aslında ama şu photoshoplanmış ve maç içerisinden alınmış gibi duran çekimi buraya eklememek olmazdı.

2009/2010 Sezonu Formaları : Inter

İlk şampiyonluklarını kazandıkları 1909/1910 sezonundaki formanın aynısını giyecekler önümüzdeki sezon. Sağında solunda tasarım bahanesiyle türetilmiş efektrlerden arınmış sade ve düz bir forma, güzel olmaması için bir sebep göremiyorum.
Bu de önümüzdeki sezonun deplasman forması, Fenerbahçe'nin bu sezonki beyaz formasını andırıyor hafiften.

Night At The Museum : Battle Of The Smithsonian

İlk filmi yani adı sadece Night At The Museum olanını Temmuz 2008'de izlemiştim sanırım, öğleden sonra uyanmış ne yapsam diye tembel tembel düşünürken Moviemax ve arkadaşlarını gezerken görmüştüm. Çok beğenip daha sonra bir kere daha izlemiştim dvd kiralayıp. Bir kaç gündür ekranlarda da denk gelmişsinizdir, fragmanları dönüyordu, bugün çıktı yenisi. Henüz gidip izlemedim ama ilk filmi referans olarak alırsak keyifli bir 105 dakika bekliyor bizi. Bu aralar hangi filme gitsem diye 1 haftadır düşünüyordum, isabet oldu benim için.

Filmin kötü olmayacağı yönündeki sigortalardan biri de Ben Stiller'dır benim için. Kendisinin yer aldığı ve "kötü" dediğim bir filme henüz denk gelmedim. Rob Schneider ve bu adam sürekli göz önünde olmalılar.

Genoa Taraftarları(!)

Geride kaldıkları Şampiyonlar Ligi mücadelesinde durup düşünüp Fiorentina'yı karalamaya çalışan pek sevgili Genoa taraftarlarına kulak verelim :

- ama onlar hiç haketmeden kazandılar maçlarını. HİÇ HAKETMEDİLER !
- bu adil değil!
- fiorentina şampiyonlar ligi'ne giderse oynamam ben de!
- bize hep kötü hakemleri veriyorlar.. anne, hakem bize kötü davranıyor..

21.05.2009

Gudjohnsenler : Arnor & Eidur

Uluslararası alanda aynı maçta oynamış kaç baba oğul var ? Cevabı hemen vereyim, 1 tane. Bu isimlerden "oğul" kategorisindeki isim şimdinin Barcelona yedek kulübesi müdavimlerinden Eidur Gudjohnsen. Babasıyla aynı milli maçta oynamış olsalar da aslında aynı anda sahada yer alma fırsatları da vardı ancak olmadı bu. 1996'da Estonya deplasmanına giden İzlanda'da baba Arnor 11'de sahaya çıkar, yedekte ise kendisinin yarısı yaşındaki oğlu 17'lik Eidur oturmaktadır. Eidur ikinci yarıda oyuna girmek için hazırlanmaya başlar ve babasıyla aynı anda oynayacak olmanın hayalini kurar. Ancak işler bekledikleri gibi gitmez, oyuna giren Eidur olur, burada bir problem yoktur ama yerine girdiği isim babası Arnor olunca aynı anda sahada olma hevesleri uçar gider.

Tallinn'deki bu maçtan sonra baba-oğul hayalkırıklığı içerisindedir, birlikte oynayıp eşi benzeri olmayan bir olaya imza atmaktır çünkü hedefleri. Daha sonra olay açıklığa kavuşur, İzlanda Futbol Federasyonu başkanı bu tarihi olayın deplasmandaki bir maçta gerçekleşmesini istemez, kendi ülkelerindeki bir maçta bu ilkin yaşanmasını ister. Teknik direktör de bunu kabul edince dakikalar 62'yi gösterirken baba oğluna sarılır ve oyundan çıkar :
İkili bu hayalkırıklığının ardından bir sonraki maçı iple çeker ancak siz deyin kader, ben diyeyim şans, İzlanda Futbol Federasyonu Başkanı'nı verdiği karardan ötürü pişman ettirir. Eidur'un ayağı kırılır ve tam 2 sezon boyunca milli formayı giyemez. Bu 2 yıllık süre içerisinde de 37 yaşındaki baba Arnor Gudjohnsen emekliye ayrılır. Federasyon başkanı da bu ikilinin kariyerlerindeki unutulmaz anıyı yok ettiğiyle kalır.

Ancak sonuç ne olursa olsun olayın üzerinden 13 yıl geçmesine rağmen Arnor ve Eidur aynı milli maçta oynamayı başarabilmiş tek baba oğul ikilisi olarak tarihteki yerlerini koruyorlar..

UEFA Kupası 2009 Final : Shakhtar 2-1 Bremen

Adınız gibi bir şov yaptınız gerçekten de. Yazıklar olsun.

Maçı izleyemedim, Dokuz Eylül Üniversitesi'nin Dans Topluluğu'nda kuzenim var, 1. Dans Festivali vardı yani bu sene düzenlenmeye başlamış ilk olarak. 2. gündü bugün ve kuzenim de işin başında olunca gittim, kızların dans konusunda erkeklerden daha başarılı olduğunu bir kez daha gördüm kendisi sayesinde. Giderken sıkılırım diyordum ama çok eğlenceliydi.

Eve geldiğimde final maçı da yeni bitmişti. İyi ki maç boyu tv başında oturmamışım diye sevinmeye başladım birden. Ne maç sonundaki sevinç gösterileri, ne de kupa töreninden sonra yaşananlar, hiç bir şey yok.. Üstelik banttan verilen kupa finali ve tuzu biberi oldu 15 dakika tv başında duran şahsım için, maç boyu bu işkenceye tahammül edebilenleri tebrik ediyorum.

Futbolda 6. büyük ülkde olduğunu iddia et, bir önceki UEFA Kupası finali gece 2'de banttan verilsin. Tarihteki son kupa finali senin ülkende olsun, yayıncı kuruluşun da senin ülkende maç sonunu yayınlamasın, kupa törenini de banttan versin. 6. değil 16. büyük bile olmayı haketmiyoruz bu kafayla.

Türkiye Kupası finalinde maç zevkinin ortasına ettiniz ve görünen o ki UEFA Finali ile de sıvadınız bir güzel. Teşekkürler Show TV.

20.05.2009

Studio Plastico

Bu adamların ilk albümleri Undertone'u 3 gün boyunca evde bulunduğum her saniye dinlediğimi bilirim. Tamam Tool güzel, Kurban güzel, başladı mı duramıyor insan ama elektronik de güzel be. Her zaman davul, elektro ve bas yetmiyor, araya başka renkler de almak gerekiyor. Prodigy ve Portecho her gün albüm yapsa "neden günde 2 tane yapmıyorsunuz" diye isyan ederim, o noktaya getirdiler beni. Studio Plastico ve Invaders Must Die'ın aynı dönemde çıkması ayrı bir talihsizlik örneğidir benim gözümde. Birini dinlerken ötekini dinleyemiyor insan, ayıp oluyor diğerine.

Gelelim albüme, şarkılar şöyle sıralanıyor :

1. Studio Plastico
2. Crazy Nights
3. La Ligne De Change
4. Everything There To Know
5. Anna Karina
6. Stream of Air
7. Shooting Stars
8. Let`s Move
9. Difference
10. Eastern Funeral
11. Grain of Me
12. Glass And Stone

Şu güzel şu değil diye ayırmak istemiyorum esasında ama Studio Plastico ayrı bir olay olmuş albümde. Hani sansasyon yaratan klibi yüzünden demiyorum bunu, müziğin kendisine dayanarak söylüyorum. Albüme adını vermeyi sonuna kadar hakeden bir şarkı. Diğerlerini ise ayıramıyorum daha güzel daha iyi diye, hepsinde farklı tonlar var, hepsi ayrı güzel. Anna Karina'da melodi güzel mesela sonlara doğru, Grain of Me'de ise vokal alıştığımızdan biraz farklı geliyor... Böyle böyle ufak detaylarıyla her şarkı kendi arasında mükemmel olmuş. Ayda 1-2 defa orjinal albüm alırım, ileride güzel bir koleksiyonum olsun diye ve o koleksiyonda böyle bir albümü barındırdığım için fazlasıyla şanslı hissediyorum kendimi. Tan Tunçağ ve Deniz Cuylan'a ne kadar teşekkür etsek az, 3. albümü dört gözle bekliyorum şimdiden, umarım arayı açmazlar 2 seneye çıkarırlar yenisini de..

Albümde klibi olan ilk şarkı da Studio Plastico'ydu ama öyle bir klip böyle bir ülkeye fazla geldi. Adamlar anlatmak istediklerini çok güzel ve anlaşılır bir dille anlattılar aslında, o konuda şüphem yok da ülkede bunu ters yöne çekmeyi başaracak zihniyet bol olduğundan yazık oldu güzelim klibe. Bu hoş klibi kafası/beyni almayan kesim ortalığı galeyana getirince Portecho da klibi yayından çekme kararı aldı :

Bu da tünelciler için link : http://www.youtube.com/watch?v=tMzUo8WeQz8

20.05.1886

İyi ki doğdun lafının en çok yakıştığı Galatasaraylı. İyi ki vardın, varsın.

18.05.2009

Fiorentina 1-0 Sampdoria

Eski dost Pazzini ve arkadaşlarıyla karşılaştık dün, Gilardino'nun ilk yarının ortasında gelen golüyle kazandık. Öğleden akşamüstü ve gece yazma fırsatım olmadı, maçı da özetlerden izleyebildim zaten. Kalan maçlar arasında puan kaybına en açık olanıydı bu, 1-0 da olsa kazanmak sevindirici. Özetlere bakılırsa golü atıp baskılı oynamaya devam etmişiz, sezonun sonunda oyundan ziyade skor gerekli artık.

Kalan 2 haftada ufak çaplı bir sürpriz silsilesinin ardından ligi 2. bitirmemiz gibii bir olasılık doğdu bu haftaki sonuçların ardından. Kalan maçların ilki düşmesi kesinleşen Lecce'ye karşı, diğeri yani son maç ise içeride Milan ile. Şu an Milan 71, Juve 68 puanda bizim puanımız ise 67. Juve'yi geçme fırsatı bu haftaki beraberlikleri ile birlikte ayağımıza kadar geldi. Genoa ise devredışı gibi gözüküyor. Evet teoriye dönelim biz, öncelikle iki maçımızı da almamız gerekiyor. Milan'ın ise önümüzdeki hafta içeride Roma'yı yenememesi lazım. Juventus yavrusu Siena'ya haftaya kaybetmez büyük ihtimalle, onları geçmemiz için tek ihtimal son hafta oynayacakları Lazio maçı. Son hafta Milan'ı yenersek Milan zaten 2. puan kaybını otomatikman yaşamış olacak, Roma'yı yenemesinler de gerisi dert değil.

Durum biraz karışık olsa da biz 2 maçımızı da kazanıp elimizden geleni yapmalıyız. Gerisi rakiplere kalmış bir şey.

Giggs'den Ali Sami Yen'e

"I like the intense atmosphere where we are not just playing the team, we are playing their fans as well. I've never experienced anything like Galatasaray. Two hours before kick-off, we went out to have a look at the pitch and the stadium was packed! The chanting was brilliant: one side starts, then the other, then quiet, then all of them chanting! The players really enjoyed it. Before it was good, after it wasn't!"
Ryan Giggs, Telegraph

not : türkçesine yorum kısmından ulaşabilirsiniz.

17.05.2009

17 Mayıs 2000 vs. 17 Mayıs 2009

Şu kareyi tarif etmeye gerek yok, Türk futbol tarihinin o ana kadar gördüğü en büyük başarı. Hala bakarken tüylerin diken diken olma sebebi...
Ve bu akşamki maç, Gençlerbirliği'ni 2-1 yeniyoruz, Fenerbahçe'yle birlikte Bursaspor da puan kaybetti ve bu yüzden 4. sıradaki yerimiz sağlamlaştı diye sevinçten havalara uçuyoruz.

Bu işte bir terslik var...

Rock Tatili 2009

Zeytinli Rock Fest olarak tanıdığımız bildiğimiz festival Zeytinli Belediyesi'yle ilgili sorunlar sebebiyle yer değiştirmiş ve yeni yeri İzmir/Foça olmuş. Yeni adı da Rock Tatili olmuş. Yaz okulu sebebiyle İzmir'de bulunmam yüksek ihtimal, o yüzden bunu kaçırmamaya çalışacağım bu sene.

13-16 Ağustos tarihlerine yapılacakmış, 4 gün boyunca dünyadan uzaklaşmak lazım. Şimdilik açıklanan ilk sürpriz Epica oldu, 13 Ağustos günü sahnede olacaklar. Açılış için mükemmel oldu bu, devamı da gelir umarım.

Not Defteri #20

  • Ornitofobi hakkındaki postumdan sonra gelen yorumda My Name Is Earl'de Earl'ün kardeşi Randy'nin adı geçti. Yorum kısmında yazdım, buraya da yazayım. Randy'de benim gibi tavuk başta olmak üzere tüm kuş cinsinden korkan bir arkadaş. İlk sezonda bir bölümde tam anımsamıyorum ama çiftlik gibi bir yere gitmişti, ya da kimsesiz çocukların barındığı bir yer de olabilir, her neyse, işte gittiği yerde de bol bol tavuk vardı. Randy de elindeki çivi tabancası ile gözlerini kapatmış tavuklara ateş ediyordu, bir tanesini vurduktan sonra heyecanla Earl'e dönüp bağırıyordu : "Hey Earl ! Birini McNugget'ından vurdum !"
  • Öncelikle belirteyim, marshmallow hadisesi sonuca ulaşmış değil. Bulamıyorum arkadaş bunu. Son olarak evde kendim yapmaya karar verdim, gidip mısır şurubu ve yaprak jelatin aldığım vakit yapılacak tek iş mikserle gerekli malzemeleri çırpmak olacak. Yeter be artık..
  • Bir de şu tiramisu olayına gireyim evde diyorum da labne ile tiramisu yapanlara "bana bi güç geldi" diyerek saldırmak geliyor içimden, o yüzden mascarpone denen peynir arkadaşımızı arıyorum, henüz denk gelmedim İzmir'de evin yakınlarında. Marmaris'e gelmişken bir iki yere bakarım, olmazsa o peynirin de evde nasıl yapılabileceğini öğrendim, oturur yaparım, zor bir şey değilmiş o kadar da..
  • Tiramisudan sonra da 7-8 ay evvel aldığım İtalyan Mutfağı ile ilgili kitaptan çeşitli deneyler yapacağım. Bu ara bi canım sıkılıyor benim evet.
  • Kadın programı gibi şey oldu birden, şimdi sözü Derya hanım(Baykal) alacak ve plastik su şişesinden altın yapacak nasıl olacaksa... Dönelim not defterimizi karalamaya.
  • Oyunlara sarmıştım bu aralar, Underground 2 %80'e dayandı bitti bitecek artık. Ne varsa eskilerde var diyenlerin ellerini öpmek istiyorum. Ayrıca FIFA 2009 konusunda çok umutluydum, PES 2009'u zorlayıp seneye de silip atacak demiştim ama demez olaydım. Ah hiç konuşmaz olaydım.. Sen git 4.7GB iso indir, üstüne oyunu kur büyük umutlarla. Üst üste 5-6 maç yap, sonra sonuç kocaman sıfır olsun. Ne diyeyim ben sana EA Sports.
  • Rock barda rakı içilir mi, evet içilir.
  • In the studiooo plasticooo . . .

16.05.2009

Tekerrür Etmezdi Hani ?

Altay 1 (2)-(4) 1 Kasımpaşa

İlk yarıyı yolda olduğum için izleyememiştim, ikinci yarıyı da eve gelip yemekti dinlenmekti derken 75'ten sonra izledim. Maçı açar açmaz Altay'a dair tüm umutlarım gitti. Uzatmalarda da Burak Çalık bomboş pozisyonda golü atamayınca bıraktım çıktım dışarıya. Altay'ın kazanamayacağı, sadece penaltıyla durumu çevirebileceği belli olmuştu. Boşuna izleyip sıkılmaktansa 1.5 ay sonra geldiğim Marmaris'te dışarıda gezinmeyi tercih ettim, iyi de ettim. İki sezon önce olduğu gibi yine Kasımpaşa yine penaltılar ve yine Altay'ın uçup giden Süper Lig umutları.

Bir takım böyle ruhsuz, böyle isteksiz olmasın ama be. 4 yıla yakın süredir İzmir'de okumama rağmen takımlardan hiç birine ısınamamıştım, Altay'a karşı hepsinden daha uzaktayım bu sezondan sonra. Sen lider Manisa kadar mağlubiyet alıp(4'e 5) 5. bitir ligi, sonra da neden çıkamadım, e çıkma be...

15.05.2009

Ferrari'den FIA'ya Haklı Ayar

Bir McLaren sempatizanı Ferrari'ye bu denli destek olamazdı herhalde tarih boyunca. Ferrari bir kaç gündür FIA'ya öyle bir yükleniyor ki FIA tüm Formula 1'i İtalyanlara verse kimsenin gıkı çıkmayacak. Renault da Ferrari'nin çekilme kararına benzer bir tehdit savurmuştu. Son olarak "ayar vermek" deyimini son yıllarda en güzel açıklayacak gelişmelerden biri yaşandı. Ferrari Serie A'dan örnek verip FIA'nın yaptığı saçmalığı futbol diliyle farklı bir yoldan gündeme getirdi.

Bütçe sınırlaması ve bunun saçmalığı ile ilgili son açıklama gerçekten yüz gülümseten türden oldu :
"Serie A'da Inter gibi her oyuncuya yüksek maaşlar veren takımlar olduğu gibi, Catania gibi fakir kulüpler de var. Ancak hiç kimse gidip Inter'in 9, Catania'nın 12 kişi ile sahaya çıkmasını istemiyor."

Sezonda daha 5 yarış haftası geride kaldı. 13 hafta daha var, köprünün altından akacak suyun haddi hesabı yok FIA geri adım atmazsa. Şu tartışmalara McLaren de dahil olsa FIA'nın şansı yok da oradan açık tehdit gelmediği için şimdilik rahatlar.

2009/2010 Sezonu Formaları : Hakemler

Hep futbol takımlarından örnek veriyoruz ama bu seferki durağımız hakemler. Tüm hakemler bu formaları giyecek değil tabii ki, görüldüğü üzere Adidas'ın sponsor olduğu federasyonların hakemlerine vereceği formalar bunlar. Alışılagelen yeşil rengin yerine sarı kullanılması karışıklığa yol açabilir ki onun yerine de beyaz forma gelmiş. Beyaz hakem formasına İtalya'dan aşinayız ki orada kullanılmayan renk yok gibi. Benim gözümde İtalya ligini sevme sebeplerinden biridir hakemlerin sıra dışı formaları.

Bu sezon şu sarı formayı giyenler bizim ligde olsa iyi olay dönerdi. Seneye Adidas kullanılırsa hazırlıklı olalım Galatasaray formalı hakem polemiğine. Bunlardan farklı renkler de çıkacaktır federasyonların isteklerine göre. Birileri çıkıp da "ben pembe forma isterim hakemime" derse Adidas'ın karşı gelme şansı yok, yapacaklar.

Biraz da tasarımdan bahsetmek lazım, böyle asimetrik şeyler hep hoşuma gider formalarda. Hakem formaları da bir kulübün kendine forma olarak isteyebileceği güzellikle yapılmış bu sezon, kim ne derse desin Adidas istendiği zaman en farklı ve en güzel tasarımları yapıyor rakiplerine oranla. Bu hakem formalarının sarı olanına Galatasaray logosunu basıp yıllardır özlediğimiz düz sarı forma niyetine üretebiliriz, keşke akla gelse. Tasarım sade ve hoş, renkler zaten hazır gelmiş, birileri umarım düşünür üzerinde oynanmadan bir sarı formaya dönüştürülmesini.

Biraz ara vermiştim bu formalara ama sezon sonuna yaklaşırken yeniden devam edeyim istedim.

14.05.2009

Ornitofobi

Başlık garip gelebilir ama fobi kısmından bir korku türü olduğu anlaşılıyordur yine de. Kendisiyle tanıştırayım sizi: Kuş korkusu. Bu korkuya sahip olan insanoğlu, ufacık minicik serçeden tutun da kocaman kartallara ve devekuşlarına kadar her tür kanatlı hayvandan korkar ki ben de bu talihsiz kesime dahilim. Azıcık karalayayım istedim bununla ilgili, sözlükte de yazdığım bir entry mevcut, kendisine şuradan ulaşabilirsiniz. O yazıdakiyle benzer veya birebir aynı örnekler de verebilirim, önümüzdeki satırlar gösterecek bunu, kısfmet diyelim şimdilik.

Öncelikle bu korku neden çıktı, nasıl oluştu, bunu anlatayım ki hak verilsin bana. İlk olayı 4-5 sene önce anlatmıştı annem bana, o gün bebek sayılabileceğim dönemdeki bir olayı duymama rağmen bilinçaltı sağ olsun her şey gözlerimin önüne geldi, sanki tekrar oluyormuş gibi korktum. Geçelim olayların ilkine ve bu korkuya sahip olmamın sebebine. Sevgili blogger'ınız Franchi yani Fırat daha küçük yaşta, tam da bacak kadar denilen boyutlardayken başına gelenlerden ötürü ornitofobik oldu. Ben annesi çalışan bir yavrucaktım, haliyle annem doğumumdan sonraki ilk 5-6 aydan sonra 24 saat sürekli olarak benim başımda duramıyormuş. Hem anne hem baba devlet memuru olunca da bakacak birileri lazım oluyor ki alt katımızdaki manevi anneanne ve dede yetişiyor olaya. Doğumdan önce olduğu gibi doğumdan sonra da onlar bakıyor. Bizim oradan taşınıyorlar ama eve bir kaç dakikalık uzaklığa. Ben o mesai saatleri sırasında bakıldığım evde üst katta balkonda oynarken Suzan anneannem bir anda çığlık seslerimden irkilmiş, bakmış ben salya sümük ağlıyorum gözlerim kıpkırmızı. Ne olup bittiğini anlamaya çalışırken benim aşağı bakıp ağladığımı görmüş. Olay şu, tavuk ve civcivler bahçede geziniyor(Marmaris'in merkezinde tavuk beslenebilecek kapasitede bahçeli evlerin olduğu dönemmiş bak, onu da şimdi fark ettim), civcivler öylece bahçede amaçsızca cip cip diye gezerlerken pek sevgili kedi bu civcivlerin tadını merak ettiğinden olsa gerek, üzerlerine koşuşturuyor. Anne tavuk da can havliyle kediyi delik deşik ediyor hindi gibi kabararaktan gagalayıp, kedi de attığı pençelerle tavukta biraz hasar bıraksa da tavuğu yemek dışında o yaşımda bile sevemeyen ben kedideki ağır yaralanmadan ötürü oturup ağlıyorum. Belirteyim hemen, kedi de en sevdiğim hayvandır. Kedi kanlar içinde kıvranıyor, tavuk ise aldığı darbelere rağmen civcivleri kurtarmanın verdiği gazla bahçede daha bir coşkulu dolanıyor. Kabarmış ve biraz da kanlarla bezeli tavuktan öyle bir korkmuşum ki o an sağdan soldan insanlar ayağa kalkmış bebeğe bir şey oldu diye. Olay 1.5 yaşımdayken olmuş. Olayın akşamında anneme durum anlatılıyor, sakinleştiriliyorum. Kedi ölmüş mü ölmemiş mi şu an bile bilmiyorum. Ben akşam neşelendiriliyorum, uykuya yatılıyor. Gece anne-baba mışıl mışıl uyurken ben çığlıklar atarak normalden kat kat daha fazla terlemiş olarak uyanmışım. Yattığım yer neresiyse artık yataktan inip yatağıma bakarak ağlıyormuşum. Annem sakinleştirmeye kalksa da fayda etmemiş. O ana dair annemin hatırladığı en net şey ise benim "Anne orda, beni yicek annecim, beni yicek anne orda orda bak yatakta, beni yicek anne" diye hıçkırarak ağlamalarımmış. Annem ne orada diye bana sormuş "Tavuk anne beni yicek orda bak tavuk" diyerek bir daha feryat etmişim. Gündüz yaşanan o olayı kabus şeklinde ve kendimi kedinin yerinde görmüş olmalıyım ki tavuğun beni yiyeceğini iddia ederek uyanmışım. Bu olaydan sonra bir daha tavukla pek iletişime geçmemişim. Tavuk korkusu da büyüye büyüye bu fobiye dönüşmüş. Şöyle yazıp geçince, tüyler biraz diken diken oldu, kalpte ritm yükselmesi oldu istemsizce. Korkuyorum arkadaş... Tavuk nedir ya?

Neyse gelelim bir sonraki olaya. Bu defa yaş 2.5, vahim olayın 1 sene ertesi ki zaten kuş-tavuk korkusu zirve yapmış durumda. Datça'da tatil maksadıyla babaanne-dede ziyareti yapılıyor, bu ziyaret kapsamında "Çocuk korkuyor tavuktan, üzerine gidelim, korkmasın alışsın" maksadıyla babaannemin tavuklarıyla biraz vakit geçirtiyorlar bana. Civcivlerle işe başlamış olacaklar ki kaçıp gitmemişim ilk etapta. Kaçıp gitme demişken, olayın devamı bunun üzerine kurulu. İnsanların yanında yalandan bir tavuk sevgisi gösterip çok yaklaşmadan sever gibi yapmışım ben bunları. İnsanlar ayrılınca da elime geçirdiğim taş ve benzeri mühimmatı daha ilginç ve sıra dışı gözüken horoza doğru fırlatıp aklımca intikam denemeleri yapmışım 1 sene evvelki o vahim olay için. Horoz da taşları atarken bir kaçmış iki kaçmış üçüncüde "gel lan buraya" diyerek koşturmuş üzerime. Ben önde, horoz arkada, bahçede gözyaşları eşliğinde ufak çaplı bir koşturmacadan sonra ben kurtarılmışım horoz bana dokunamadan. Taş atmasan o sana birşey yapmazdı, kızdırmışsın da öyle olmuş diye ben haksız çıkarılırken isyanımı edip bir kez daha gözyaşlarımı dökmüşüm. Öğle vakti yaşanan bu olaydan sonra babaannem ve annem için akşama ne yapalım soruları cevap bulmuş, dedem horoz arkadaşımızı yakalayıp olaydan 1 saat kadar sonra kesmiş ve akşama çorba ve ızgara olmak üzere midelerimize göndermişiz şerefsiz hayvanı.

Budur işte benim olayım, neden korktun diyorlar kuştan ve tavuktan. Olayları okudunuz, imkan bulun siz de yaşayın bakayım neler oluyor. Hadi ikinci olayda suçluyum, yangına körüklerin en ihtişamlısıyla gitmişim, zaten heyecan arayan horoz için şahane bir sebep olmuşum. İlk ve her şeyi başlatan, beni tüm kanatlılardan korkutan bu olayda benim ne suçum var peki? Kedi ve tavuğun kendi aralarındaki husumetten sonra olan bana olmuş. Düşünün ya, sadece düşünün, en sevdiğiniz hayvan başka bir hayvan demeye dilimin varmadığı yaratık tarafından hunharca katlediliyor, edilmediyse de sakat bırakılıyor, ben korkmayayım da kimler korksun o tavuktan. Tabii bütün bunlar pteronofobi denen bir başka arkadaşı daha gündeme getiriyor. Tüyden korkmak oluyor bu da. Şu an minicik bir serçenin tüyünü koyun önüme, gözlerimi kapatıp son duamı ederim. Büyük kapasitedeki tüylere ise hiç girmiyorum, o direkt olarak ruhu oracıkta teslim etme sebebi.

Bir insan düşünün ki, Eminönü nedir bilmesin. İzmir'de Konak Meydanı'ndan geçerken yolunu uzatsın yok yere, Betonyol denen yerde metrodan çıkarken akla karayı seçsin. Marmaris'te Çeşme Meydanı denen yere birkaç yıldır güvercinler geldi geleli o hayvanlar oradayken arkadaşlarının yanına cafelere giderken rengi atsın. Gerçek hayatta karşılaşılma riski en fazla olan fobilerden biri bu. Çünkü ister köy yerinde ıssız bir yerde tatile gidin, ister metropolün göbeğinde olun, kuş her yerde var. Şu an camdan cirrrik diye içeri sızmayacaklarının garantisi yok. Bir binanın 100. katında olun, cama çarpıp orada son nefeslerini verebilecek başka hayvanlar yok. O 100. katta örümcek veya yılanla karşılaşma riskiniz yok. Böcek de sıfır ihtimal neredeyse. Ama kuş hep var, kuşsuz bir dünya yok ki böyle bir dünya aslında olmalı, süper de olur. Tavuk denen organizmayı benim bildiğim çiftlikte yetiştirirsin, paketleyip satarsın sonra da. Kanat olur, but olur, ciğeri olur, bütün olur, o artık üreticinin kararı. Ancak dediğim gibi, çiftliği olur orada üretilir biter gider. Nedir bu evin bahçesinde besleme isteği. Köpek besle, kedi besle, tavuğa dokunma, Banvit'in Mudurnu'nun Köytür'ün Keskinoğlu'nun çiftliklerinde yaşasınlar sakin sakin.

Postun başlığındaki beyaz ördek nasıl oraya gelebildi, nasıl tahammül edebildim bu denli korkarken diyenler olmayacak mı? Tabii ki olacak, bu yazıyı okuyan herkes demiş olabilir belki de... O da şöyle oluyor: Suzan anneannem bazen beni Mehmet Ali dedemle taksi durağına yolluyormuş. Şu anki Marmaris'i bilenler için konuşuyorum(İnönü stadını bilenler için konuşuyorum gibi, evet), o Tansaş'ın olduğu yerde eskiden park ve minibüs durakları vardı. Bir de büyük bir taksi durağı vardı ve Mehmet Ali dedem taksici olunca ben de orada onunla vakit geçiriyormuşum. Tansaş'ın önündeki dereye durağın oradan inmek çok kolaydı eskiden. Orada suyun geçmediği yerlerde de ördek kümesi vardı, dereyle deniz arası yaşayan ördekler için. Oradaki ördeklerin yavruları varsa gidip kümesten alıp sürekli severmişim, sevdirirlermiş daha doğrusu bu talihsiz olaylar yaşanmadan önce. O günlerin etkisiyle kuşlar arasında her türden korkarken beyaz ördeklerden hiç korkmamışım, hala da korkmuyorum. Tabi gidip dokunamam ama yanımdan geçtiği zaman da bir tavuk geçerken yolumu yönümü değiştirdiğim gibi korkup kaçmam. Ama işte kuş nedir arkadaş ya, genel olarak düşününce, bir et yığını, kuyruk adı altında bir skandal çıkmış arkadan, tüm tüylerden daha uzun. Sonra gaga denen şey var biçimsiz ve anlamsız. Normal ağız ol çık işte, gaga ne. Bir de kanat olayımız var ki ne siz sorun ne ben anlatayım. Kuyruktan hallice, çırpılıp acayip sesler çıkaran sert tüyler falan... Halbuki doğru düzgün iki el-kol çıksa, olmadı keçi gibi inek gibi kolları olsa ne var sanki. O ayak denen dünya dışı şeylerinden hiç bahsetmiyorum, tamamen deri ve tüylerden ayrı bir renkte. Parmaktan bozma iğrenç pençeler ve korkunç görünen acayip şekillere giren bir yapı. Korkuyorum işte, yazarken bile garip oluyorum... Kedi öyle mi halbuki, miyyy diye sokulup sarılması yeter. Sus dedin mi susar, git dedin mi gider, kedi güzel, kuş şerefsiz.

Kısaca bahsedeyim bu sıra dışı korkudan dedim ama uzunca yazmadan anlaşılmayacaktı. Biraz irkilip zaman zaman kalbim de hızlı çarparak yazdım ama yazmama engel olacak gibi değildi bunlar. Yine de siz siz olun kuşlu tavuklu şeyleri benden uzak tutun, durduk yere bayılmanın veya bayılmanın eşiğinden dönmenin anlamı yok.

En iyi tavuk mangaldaki tavuktur. Sonuna kadar okuyup bu sıkıntıma-korkuma-derdime kulak veren herkese teşekkürler. Benim gibi korkanlar varsa da bir şekilde haber versinler kader ortağı misali...

Copa Del Rey 2009 : A.Bilbao 1-4 Barcelona

Avrupa'da kupa finalleriyle futbola doyulan günün son maçıydı. Yaya Toure'nin güzel golü yabana gidecekti Barcelona kazanmasa. 2. yarının başındaki 15 dakika kupayı almalarına yetti. Bilbao buraya kadar gelirken sezon ortasında ligdeki kıpırdanmasının ve yenilgisiz uzun bir seri yakalamasının payı büyüktü. Vitesi düşürmüşlerdi ligde biraz, kupaya sakladılar kendilerini. Rakip Barcelona olunca o vites ne kadar büyürse büyüsün kupa hayaldi. Şahsım adına finalin güzel yanlarından biri de oynanan stadyumdu. Mestalla Avrupa'da en beğendiğim stadyum, tribünlerin en dik olduğu yerlerden biri oluşu ve o yarattığı kapalı ve boğucu his bunda en önemli etken benim için.

Son sezonlarını yaşayan Mestalla'ya yakışan bir maç oldu. Barcelona da resmi olarak ilk gayrıresmi olarak 2. kupasını kazandı bu sezon. Diğerini resmiyete dökmeleri için 3 gün kaldı önlerinde.

Coppa Italia 2009 : Lazio 1 (6)-(5) 1 Sampdoria

İtalya Kupası'nı Lazio kaptı penaltılarla. UEFA Avrupa Ligi umutları da uçtu gitti ligin ikinci yarısında bunu fazlasıyla hakeden Sampdoria için. Eski dost Pazzini'ye kupa yakışırdı. 31'de durumu eşitleyince belki olur demiştik.

Seneye Avrupa Ligi'nde Pazzini ve Sampdoria'yı görmeyi çok istiyordum, aslında seneye Şampiyonlar Ligi'nde mor forması ile kendisini görmeyi daha çok istiyordum da iş işten geçeli çok oluyor..

13.05.2009

Türkiye Kupası 2009 : Beşiktaş 4-2 Fenerbahçe

Ligdeki derbinin dumanı daha üzerindeyken, konuşmaları bitmemişken ve çekirge de halihazırda sezon içerisinde 2 kere sıçramışken kupanın adresi çoktan belliydi aslında. Maç öncesi sözleşmiş gibi iki as kaleci de kalesinde değildi. Rüştü sakatlanmıştı da Volkan Demirel hakkında bilgim yok, tercih meselesi mi yoksa o da Rüştü'yle aynı talihe mi kurban gitti bilmiyorum. Hangisi daha fazla hata yapar diye düşünmeye başladım ve cevap Volkan Babacan oldu açık ara. Zaten fazla da merakta bırakmadı insanı yediği ilk golle. Maç için söyleyecek çok sözüm de yok aslında, inanan ve isteyen taraf kazandı klasik deyişle. Hakemin son penaltıdaki kararı skordan ötürü geldi diye düşünüyorum ki tek hatası da bu oldu maçta. Öyle bir penaltıyı ciddi bir durumda verecek olsa kendini yakardı, böyle bir durumda verdiği için şanslı hissetmeli kendisini. Bunun dışında bir derbi hakemin adı bile geçmeden bitti gitti, Bünyamin Gezer'i de tebrik etmek lazım.

Benim daha çok bahsetmek istediklerim maç sonu kafama takılan iki görüntü ile ilgili. Hep dillendirildi bu aslında, yine de söylemek istiyorum. Platformda madalyalar veriliyor, kupa alınıyor. TFF başkanı veya görevli her kimse kupayı verecek olan adam kime verir bu kupayı ? Futbol Şube Sorumlusu ve Kulüp Başkanı'na mı yoksa takımın kaptanlarına mı ? Neden bizim ülkemizde o platformda başkanlar ve yöneticiler bulunuyor ? Yabancı ülkelerde teknik ekip bile platforma genellikle çıkmamayı tercih eder, bizde ise taraftar dışında herkes o platformda yer peşinde. Ben kupa zaferini izlerken Yıldırım Demirören, Adnan Polat veya Aziz Yıldırım görmek istemiyorum kupanın ardındaki sinsi gülüşlerle birlikte. Kupa tutulup önce Demirören'e veriliyor, sonra futbolcular kaldırıyor.. Olmasın artık bunlar, sıyrılsınlar şu komplekslerden. Siz o kupanın arkasında sırıtsanız da sırıtmasanız da iyiyseniz iyi, kötüyseniz kötü anılmaya devam edeceksiniz. Diğer konu da stadda çalan müzik. Bir kupa ve ardından gelen We Are The Champions değil tabii ki. Beşiktaş kupayı aldığına göre, Beşiktaş marşları çalınsın, We Are The Champions çalınsın, hatta Şampiyonlar Ligi müziği çalınsın. Hepsi çalınsın da, 10. Yıl Marşı neden çalınıyor onu anlamaya çalışıyorum. Beşiktaş Fenerbahçe'yi yenip Türkiye Kupası'nı kazanmış, tribünler 10. Yıl Marşı ile eğleniyor. Ufak bir tercih, birisinin boş düşünüp çalması gibi basit bir olay bu ama kafaya takıldı mı takılıyor işte. Beşiktaş'ın marşı mı yok, futbolla ilgili başka marş/şarkı mı yok ? You'll Never Walk Alone çalsa anlarız, Sos Cagon çalınsa anlarız ama çıkıp da 10. Yıl Marşı çalmasın ve iki Türk takımının oynadığı finalden sonra.

Son olarak, Holosko o konfetilerle saç yapmaya çalıştı kendisine ama birisi uyarsın gitsin rica etsin ve uzun saçın yakışmayacağını güzel bir dille anlatsın lütfen.

  ©Artemio Franchi. Template by Dicas Blogger.

TOPO