27.02.2011

Gözleri Ayaklarında Bir Radyokafa


2011'in en önemli müzik olayları listesinin ilk 10 maddeden biri ne olurdu? Tartışmasız, King of Limbs. Aslında bir seneye yakın bir süredir beklenen bir haberdi King of Limbs'in çıkışı ve bugünün müziği adına herhangi bir şey değil Radiohead'in yeni albümü beklendiğinden sabırsızlık da merak da hat safhadaydı. Hiç abartı olmayacak bir benzetmeyle 90 sonrası dönemin Pink Floyd'u ilan edebileceğimiz topluluk bir albümle çıkageldiği her seferde illa ki müziğin piyasa şartlarında, dönemin hakim müzik akımlarının gidişatında önemli değişikliklere, gelişmelere sebebiyet vermişti. Önce Creep, Street Spirit, Nice Dream'le mainstream (ana akım olarak anacağım burdan sonra) piyasasındaki rock algısına yeni bir pencere açtılar, sonra bundan sıkılıp OK Computer'la özellikle İngiltere'de çok geniş bir alanı işgal eden indie müziğin etkisini müziklerine işlemeye başladılar. Indie müziğin ana akım müziği kadar ilgi görmesinde birinci elden katkısı olan birkaç isimden biri olmayı başardılar. Eğer King of Limbs'i anlamak ve değerlendirmek öncelikle Radiohead'in geçirdiği bu başkalaşımı eskiden yeniye anlamakla ilgili...

Radiohead belirgin olarak şu ana kadar üç döneme ayrılmış bir müzik algısıyla müzikal varlığını sürdürdü: İlk dönem ağır Brit-pop ve Brit-rock etkisindeki Pablo Honey ve The Bends'i içeren dönemdi. Beşlinin acemilik dönemi olarak adlandırabileceğimiz, şu anki ürettikleri müzikle neredeyse hiç alakası olmayan İngiltere'nin ana akım rock piyasasıyla önemli bağları olan bir haldeydi, Radiohead. Ama yine de, ileride gelecekleri noktayla ilgili ufak bir iki ipucu almak da mümkün bu dönemden. Ancak bu çok ufak bir iki şey dışında Radiohead bu dönemle neredeyse tamamen ilişkisini kesmiş durumda ve bu bizi yolculukta ikinci adıma götürüyor...

İkinci dönem olarak nitelenebilecek ürünler ise OK Computer'ın gelişiyle başladı. Hala İngiliz rock akımlarıyla bağını az çok sürdüren Radyokafa, bu albümden sonra imzaları haline gelecek deneysel anlayışlarının ilk örneklerini de bu albümle verdi. Albümün ritm altyapılarına büyük katkıları olan DJ Shadow açılış parçasına ilham veriyor, Greenwood'un arkasında olduğu orkestrasyonlar avant-garde klasik müzik bestecisi Penderecki'den izler taşıyor, aynı anda hem Queen hem Beatles hem Pixies etkileri okunan bir şarkı duyuluyor, bir yandan da Radiohead şarkı isimleriyle Bob Dylan'a selam çakmaktan geri kalmıyordu. Cümleye sığdıramadığım diğer isimler ise şöyle: Ennio Morricone, Louis Armstrong, Marvin Gaye ve Phil Spector... OK Computer tam manasıyla patlamıştı. Satış başarısı kazanmıştı, evet ama önemli olan bu değildi: Radiohead bu albümle alternatif rock denen şeyi tanımlamıştı. OK Computer'dan sonra ne indie rock alemi için ne de ana akım rock müzik için hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Herkes bu işin sınırına değdiklerini düşünüyordu ama onlar yeni başlıyordu...

Deneysel anlayışın başlangıç dönemi diyebileceğimiz ikinci dönemleri Kid A'yle sürdü. OK Computer ne kadar şok edici bir şey olmuşsa Kid A bunu onla çarpacak kudrette bir etkiye sahipti. Radiohead artık Brit-rock'la tamamen ilişkisini kesmiş sayılırdı. Rock müziğe elektronik müzik, caz ve klasik müzik ekledikleri OK Computer'dan sonra, rock müziği ana öğe olarak kullanmaktan vazgeçip elektronik müziği merkeze almışlardı. Örneğin, Ed O'Brien'ın çaldığı tüm gitarlar elektronik bir işlemden geçirilerek ambient tınısına yaklaştırılmıştı. Thom Yorke gitarı elinden bırakmış, keyboardunun başına oturmuştu. Jonny Greenwood ise gitar çalarken gitar sapından çok efekt pedallarıyla uğraşmaya başlamıştı. Radiohead artık rock müzik yapmıyordu. Elbette, bu dönemin de sonu gelecekti ve Amnesiac bunu gerçekleştirdi: Yaptıkları müziği direkt olarak bir deney olarak nitelemek bile yanlış olmazdı. Bu hunili herifler, caz, electronica, klasik müzik ve shoegazing'i bir arada sunmakta sakınca görmüyor ve bu kez hiçbirini öne çıkarmadan melez bir yapıyla ortaya koyuyordu. Greenwood, elemanları enstrüman çalan bir gruptan çok her biri sesler üstünde denemeler yapan bir kolektife dönüştüklerini açıkça söylüyordu.  Amnesiac, deneysel müzik severler dışında hiç kimseye hitap etmiyordu. Radiohead dinleyicisini şok etmeyi bile bırakmış, onlara açık olarak arkasını dönmüştü. Ama deneyselliğin kendileri için bile üst sınırı olduğunu anlamamızı sağladılar bir sonraki dönemle.

Ve aslında bizim konumuz olan son dönemi Hail to The Thief'le başlattılar. Bu albümle deneyselliği ve rock müziği sentezleme yoluna tekrar girme kararı aldıklarını belli ettiler. Ama bu kez her iki yönde de farklı müzisyenler olmuşlardı. İlk dönemle rock müziğin, ikinci dönemle deneysel ve elektronik müziğin içine batıp çıktıklarından bambaşka bir noktaya doğru evrilecekleri ortadaydı ve öyle oldu. Hail to The Thief hem ilk döneme hem ikinci döneme referanslar içeren ama bunu sentezleme işinde zaman zaman sınıfta kalan bir albüm olarak öne çıktı ve There There (bir başyapıt tabi), 2 + 2 = 5, Backdrifts, Go to Sleep gibi üst düzey şarkılarla In Rainbows hakkında ipuçları verdi bize. Ama nedense öksüz kaldı, ki hala bunu anlamak mümkün değildir bence.

Uzun süre sonra ise In Rainbows geldi ve değerlendirmeye bile gerek duymuyorum bu saatten sonra. Yayınlanış şekliyle, müziğiyle, sonradan gelen ikinci bölümüyle 2000'lerin başının alternatif müziğinin doktrinidir, In Rainbows. Dinlenişi boyunca bir saniye bile çıtası düşmeyen çok az albümden biridir ve o çıta öyle bir yerdedir ki rahatlıkla asla eskimeyeceğini söylemek mümkün. In Rainbows'dan gidilen yer ise King of Limbs olarak gösterildi... Yine bir sürü değişim ama aslında temelde aynı Radiohead yolculuğu söz konusuydu.

King of Limbs, Amnesiac vakitlerini hatırlatan bir girişle başlıyor. Fazlasıyla elektronik bir başlangıç bu In Rainbows'tan sonra. "Yeni bir Amnesiac mı dinliyoruz," sorusu akıllara gelirken Mr. Magpie'ın başlangıcıyla üçüncü dönemin yeni adımı ilan ediliyor. Radiohead, shoegazing yörüngesine iyiden iyiye giriyor. Mr. Magpie'yla başlayan atmosferik, zaman zaman atonal melodilerle, gitarın çoğunlukla psychedelic bir ambiyans yaratmak için kullanılmasıyla ve bu "uçurucu" ortamın Thom Yorke'un elektronik altyapı ve keyboardlarıyla desteklenmesiyle, Radiohead tarihinin en psychedelic işi olarak niteleyebiliriz albümü. Özellikle bas ve gitarların kullanımı konusunda bazı ufak ama önemli değişiklikler içermekte King of Limbs. OK Computer'da rock tınısının oluşmasında baş faktör olarak kullanıp Amnesiac ve Kid A'de aforoz ettikleri sonra tekrar müziklerinin içine Hail to The Thief ve In Rainbows'ta kabul ettikleri gitarı ilk kez böyle bir görevde kullanıyor Radiohead. Psychedelic ve shoegazing'in alamet-i farikalarıyla donattıkları kayıtta ikinci dönemden sonra hep olduğu gibi yeni, farklı ama müzik zihniyeti olarak aynı yani deneysel bir kimlik ortaya koyuyorlar. Deneyselliği bu sefer de farklı bir yönden ele alarak müziklerinin içinde yeni bir yol daha buluyorlar. Burada kast ettiğim ilk kez ortaya çıkan bir psychedelic tavır değil elbette, tam tersi hep müziğin bir elemanı olarak sentezin içinde az ya da orta seviye kullanılmış bir element olan psychedelic müziğin baskın bir role bürünmüş olması. Önceki albümlerinde elektronik müziği öne çıkaran bir tavrı benimseyen ve gitarı sanki Brit-rock etkili dönemin öğesi olarak kullanan Radiohead, In Rainbows'la arttırdığı gitar kaynaklı ortamı bu albümde müziğin deneyselliğinin kaynağı haline getirip bu nitelikle baş tacı ediyor ve bana sorarsanız kendilerinden bekleneni yapıyor.

İşin aslı, Radiohead radyokafa'lık yapmaya devam ediyor. Ama bu sefer daha çok "ayakkabılarına bakıyor." Bir yandan da elleri keyboard'da gezinmeye devam ediyor. Kendisine yaptığı belirli albümlerden dolayı değil müzik oluşturmadaki tavrından dolayı hayran olan kitleyi hayal kırıklığına uğratmadan şaşırtmaya devam ediyorlar.

Kahin Ali

İşte ilk haberimiz. Dumanı tutuyor haberin. Henüz 10 günlük. Berbat bir şekilde yönetilen kulübümüz Galatasaray'ın soyadıyla yaptığı açıklama arasında bir bağlantı kurmaya çalıştığım yöneticisi Ali Haşhaş, bu aralar yapmaması gereken bir açıklama yapmış. Yönetimin tarihe geçeceğinden bahsetmiş.

Bu da dünkü maçtan sonra yapılan haber. Görüldüğü gibi, bu seneki takım 1959 yılında başlayan ligimizin Galatasaray açısından bir senelik yenilgi rekorunu kırmış bulunmakta.İki haberde de tarih yazma kısımları tutuyor. Buradan Ali Haşhaş beyefendiye saygılarımı gönderiyorum. Kendisi bir Nostradamus, bir Vanga Baba olma yolunda hızla ilerliyor.

Bizim nesil alıştı tabii ki Avrupa kupalarına, lig şampiyonluklarına, Türkiye kupalarına, en fazla şampiyonlar ligine katılan Türk takımı olmaya, yılın en iyi averaja sahip takımı olmaya, dünyada yılın takımı gibi başarılı rekorlara. Rekor, tarih yazma denilince haliyle ben böyle bir olay beklemiştim. Ama adamın tarihe geçme anlayışı farklıymış. Haydi Ali Haşhaş bey, görev seni bekler. Biraz daha uğraş, Adnan dostlarınla beyin fırtınası yapın. Bakalım seneye bu takımı küme düşürebilecek misiniz? Vallahi yapmanız gereken çok bir şey yok. Salıverin gitsin!

Voleybol Maçına Gitmek!: Arkas 4-0 Posojilnica

Arkas Spor, bugün(yani 26 Şubat Cumartesi) Avusturyalı rakibini bana göre 4-0, basına göre altın setle 3-0 yenerek(ciddiyim ben, durun anlatacağım) 2009'da kazandığı CEV Challenge Cup'ta yeniden finale çıkmış oldu. Ben de bizzat yerinde izledim tanık oldum İzmir'in buz gibi cumartesi akşamında. 4-0 ne alaka diyen olabilir. Ben de anlamadım. Zaten 3-0'dan sonra gitmeye hazırlanırken salonun büyük çoğunluğunun yerine oturup benim gibi 200-250 sazanın gitmeye kalktığını görünce dünyam yıkıldı.

İlk maçı Avusturya'da kaybetmiş Arkas, 3-2 kaybetmişler. şimdi benim anladığım, 3-2 bitseydi İzmir'de, Arkas alsaydı yani, uzayacaktı. 3-1 veya 3-0 olsaydı Arkas lehine, o zaman da Arkas geçecekmiş gibi geldi bana. Bana öyle geldi diyorum zira öyle olmadı.

3-0 olduktan sonra bir coşku bir kıyamet, dedim turu geçtiler final geldi. Giyiyordum montu baktım oturuluyor, arkadaş nereye dedi, e bitmedi mi dedim, yok dedi 4. set oynanacak altın set.

Benim tabii devreler zaten hasar görmüştü koca salonda sadece 200 civarı izleyici kapılara yönelince, arkadaşın bu lafından sonra tümden yandılar.

Ne oldu nasıl oldu bilmiyorum ama Arkas 3-2'lik yenilginin rövanşını 3-0 ile kazanınca maç altın sete gitti dediğim gibi. Onu da rakibi ikiye katlayıp adeta ezerek aldı Arkas. "3-0 aldık yetmedi mi, illa göt mü edelim hepinizi" dercesine kazandılar. Toplamda 3-0 ve üstüne altın seti katınca 4-0 alıp finale çıktı Arkas.

Tebrikler, sonsuz teşekkürler ve finalde başarılar Arkas... ama bana bu yaptığınızı, şu aklımı karmakarışık edişinizi daha da unutmam.

26.02.2011

Hagi'nin Hediyesi: İBB 3-1 Galatasaray

Sezon boyu geri düştüğü maçlardan sadece Beypazarı Şekerspor maçında sıkıntı yaşamadan galibiyet alabilmiş bir takım bu defa öne geçmesine rağmen maçı farklı kaybetti. Galatasaray'ın "istikrarsız istikrarı" devam etmekte, içeride üç puan, dışarıda sıfır puan. Sezon sonuna kadar böyle gidilecekse muhtemelen 8-10. sıralar arasında kalınacaktır. Bu kötü seriyi bozmak için ve deplasmanda da maç alabilmek için kötü havaya rağmen önemli bir fırsattı İstanbul BB deplasmanı. Galatasaray öne geçmesine rağmen bu fırsatı değerlendiremediyse ciddi bir problemden söz etmek mümkün.

Hagi'nin belli başlı ısrarlarına değiniyoruz hep, bu maçta da bunları gözlemledik. Yanlışları yeniden görmeye devam ettik. Neydi bu yanlışlar? İlk ve en önemlisi Lorik Cana'nın stoper oluşu. Cana defansif orta saha olarak oynarken şuna alışık, önde basmaya kalktığı zaman arkasını toplayacak 4 savunmacı oluyor en az. Ancak stoper oynarken bu yok, Cana biraz orta sahaya çıktığı zaman arkasında onu kapatacak kimse olmuyor bu kez, çünkü kendisi en gerideki oyuncu konumunda. Cana'nın oynaması gereken yerde ise oynayan isim Mustafa Sarp olunca takımın değil 1-0'dan, 3-0'dan bile maç vermesi doğal karşılanabilecek duruma geliyor. İlk yarı boyunca televizyona iki dakikada bir "Mustafa!" çığlıkları yükseldi. Kenar yönetim kendisini sürekli uyarmaktaydı, sahada doğruları yapan bir oyuncu bu kadar uyarı almaz, tek devrede en az yirmi kere adı anılmazdı. Mustafa'nın bu yetersizliğe rağmen ısrarla oyunda tutulması zaten güçsüz olan orta sahanın sonunu hazırladı. Bekte oynadığının on katı daha az performans veren Sabri ve gününde olmayan Culio ile birlikte Galatasaray -daha doğrusu Hagi- maçı rakibe elleriyle teslim etti.

Hagi takımın değişiklik istediği, Kazım, Serkan, Çağlar, Mustafa gibi oyuncuların çıkarılmak için alarm verdiği anlarda hamle yapmayıp durumu sahadakilerle kurtarmaya çalışarak takımının ve kendisinin ipini çekti resmen. İBB değişiklik haklarını bitirmişken Galatasaray'ın oyunu değiştirebilecek bir hamle yapmamış olması, ya da hamleleri geri düştükten sonra yapmış olması Hagi'nin büyük hatası olarak yansıdı bu maçta.

İBB tıpkı Beşiktaş'a yaptığı gibi kötü oynayan rakibinin gerçekten kötü oynadığını hissettiremedi ve bu akıllıca taktikle rakibini avladı. Beşiktaş maçında da kontrolü rakibe verip kritik dakikalarda kritik birkaç kontrayla işi bitirdiler, Galatasaray'a da aynısını yaptılar. Büyük takımların bunu henüz idrak edememiş olması ayrı bir skandalken, İBB'nin her maç bunu rakiplerine uygulayıp başarılı olması da daha büyük bir takdir konusu.

Maçın kırılma noktasına değinmek istedim bu maç ki açık ara farkla Stancu'nun atamadığı golü yazmalıyız. 2-0 yapsaydı en azından İBB daha çok açık verecekti ve Galatasaray için önde olduğu maç kabusla sonuçlanmayacaktı. 2-0'ı yakalama şansını oyuncunun vuruş tercihi yüzünden kaybeden bir takımın da 2-1'den sonra 3. golü getiren penaltıya haksızdı diye bir itiraz hakkı olmamalı. Fırat Aydınus hatalı bir penaltı kararı vermiş olsa da 2-1'den sonra maçın dönmeyeceğini maçı izleyen herkes biliyordu, Stancu'nun soluyla değil de sağıyla vurmaya çalışması Fırat Aydınus'un bu hatasını da kurtardı bir bakıma.

Galatasaray için umut her geçen gün artması gerektiği halde tam tersi şekilde tükeniyor artık. Hagi için de son bir söz söylemek gerekirse, bu maç geldiğinden beri kendisine olan güveni en çok sarsan maç olarak kayıtlara geçecektir.

24.02.2011

Mourinho Yoksa Kanat Da Yok: Inter 0-1 Bayern Münih

Inter'le Bayern daha bir sene olmamış Barnebeu'da Gümüş Kupa için birbirleriyle mücadele etmişlerdi. O maç herhalde Şampiyonlar Ligi tarihinin en sıkıcı, en sonucu belli birkaç finalinden biriydi ve bu iki isim eşleştiğinde aklıma direk Büyük Final'i izlerken yaşadığım hayal kırıklığı geldi açıkçası. Ama dün sahadaki oyun, mücadele ve heyecan Barça - Gunners eşleşmesini aratmadı. Hatta mücadele ve heyecan kriterlerinde -sahada bir Barça dominasyonu mümkün olmadığından- alt ettiğini bile söyleyebilirim. Sahada oyuna hakim olan taraf sürekli değişti ama sonunda bir tek kazanan vardı...

Maç başlamadan önce Şampiyonlar Ligi'nin klasik kadro ve diziliş görüntüleri verildiğinde Bayern hakkındaki fikrim açık söylemek gerekirse kevgir olacaklardı yönündeydi. Sol taraflarındaki Pranjic, orta sahanın geri ikilisinin yarısı Luiz Gustavo ve Mario Gomez'in arkasındaki üçlü bir araya geldiğinde benim açımdan görünen manzara Inter'in ileriye doğru büyük bir baskı kuran Inter orta sahası ve kanat beklerinin sahayı fethetmesiydi. Ancak Van Gaal'in takımı beni ağır biçimde yanılttı. Takımın tek aksayan yönü Pranjic oldu ve Van Gaal alarm veren bu bölgeyi de hemen Breno hamlesiyle kapattı ve maçın 90. dakikaya kadar 0-0'a kilitlenmesinin taktiksel altyapısı oluşmuş oldu. Bayern, Robben ve Gomez dışındaki oyuncularıyla yarı sahasında önemli bir mücadele gücü sergiledi. Özellikle Schweinstegier ve Ribery'nin Inter'in en iyi işleyen bölgesi olan sağ tarafına yaptığı baskı çok etkiliydi, Maicon birkaç pozisyon dışında ileriye doğru hamlelerinde bilinen deliciliğinin çok uzağında kaldı bu yüzden. Sneijder-Eto'o-Stankovic üçlüsü de Lahm, Luiz Gustavo ve Bayern tandemi karşısında ritm bulamayınca Inter evinde beklenmediği ve planlamadığı halde bir kontra atak takımına dönüştü. Bayern'in sahanın diğer yarısındaki görüntüsüyse diğer tarafın aksine çoğu zaman oldukça cılız gözüktü. Ribery'nin, ilk yarının; Robben'in, ilk yarının ve ikinci yarının çoğunda tamamen etkisiz kalması Bayern'in hücum gücü için büyük aksaklıklardı.  Buna rağmen bu ikilinin biraz parladığı anlarda Gomez biraz daha becerikli olsaydı maç 0-0'a kilitlenmeyecek ve büyük olasılık Inter tüm riskleri alarak ya maçı çevirecekti ya da fark açılınca Allianz Arena'da çok zor bir sınava çıkacaktı. Bunların hiçbiri olmayınca Bayern için basit ama önemli bir avantaj çıktı sahadan.

Inter tarafındaysa tam anlamıyla bir şaşırmışlık hali vardı. Benitez'in Mourinho'nun taktiğinde değişiklikler yaparak bir hücum taktiği çıkarma düşüncesini ondan daha iyi uygulayan Leonardo'nun planı geçen sene Şampiyonlar Ligi'ni kaldıran orta saha ve hücum bölgesini iyi organize ederek rakibini baskı altına almaktı. Bu amaçla beşli bir orta saha düzeniyle ve 4-3-2-1 dizilişiyle sahadaydı ama Schweinsteiger ve Gustavo'nun Inter orta sahasının pas yaparak organize olduğu sıralarda rahat vermemesiyle geçen sezonki gibi oynamaya çalışan Inter bunda da çok etkili olamadı. Birincisi Mourinho'nun kenarda ve ikincisi Milito'nun sahada olmayışı bu oyun düzeninde Inter'in pozisyon bulsa da oyundaki korkutuculuğunun artmayışının temel sebebi oldu. Takım, Mourinho zamanındaki disiplinli kimliğini bireysel anlamında korusa da toplu olarak o dönemki sağlamlığı göstermesi mümkün olmadı. Diğer yandan Eto'o'nun Breno ve Tymoschuk'a karşı uç bölgede tek başına üstünlük sağlaması insanüstü bir performans olurdu ve olmadı. Milito gibi deplase olması ve sürpriz driplingleriyle rakip tandemi dağıtacak bir uç elemanın eksikliği çekildi. Sonuçta Eto'o ve Sneijder'in çabaları zaman zaman tehlikeler yaratsa da burdan da Bayern savunmasını geçemedi Inter. Maç sonuna doğru telaşla yapılan baskı da gol getirmediği gibi açılan savunmadaki nadir boşluklardan birini yakalayan Robben golü getiren pozisyonu yarattı ve Inter için maç bitti.

Maçın kaderini değiştiren sadece taktikler ve takım performansları değildi tabi. Her iki takımda da maçın kilitlenmesini sağlayan çok önemli performanslar gösteren oyuncular vardı. Bayern için bu isim direk olarak kaleci Kraft'tı. Genç isim Bayern'in Kahn'dan sonra yaşanan kaleci belirsizliğine son vereceğini belli eden bir görüntü çizdi. Benim hatırladığım dört çok net pozisyona karşı kalesini korumayı bildi. Ki, bunlardan ikisi teke tek pozisyonlardı. Refleksleriyle yakın mesafeden gol bulmayı alışkanlık edinmiş Inter'in durdurulmasında savunmadan daha önemli rol oynadı. Maçın kaderini belirleyen oyuncu ise Inter'in canavar stoperi Lucio'ydu. Bütün maç hem sağda hem solda hem ortada- savunmanın her bölgesinde Bayern'in hücum elemanlarına duvar olan isimdi. Ama maçın en önemli hatasına da o imza attı. Bütün maç cansiparane şekilde koruduğu Inter kalesini Robben'in şutundaki ofsayt pozisyonunu bozarak gole açan da o oldu. Maçın en ilginç ayrıntısıydı bana sorarsanız.

Benim için bu maçla birlikte turu kimin geçeceği belli oldu. Oyun planını uygulamakta aciz kalan Inter'in sahasında bu kadar büyük baskı yediği Bayern'i Allianz Arena'da mağlup etmesi çok çok zor. Son dakikada yenen gol de oynayamadıkları oyunun tuzu biberi oldu ve turu geçme şanslarını en aza indirdi. Bayern ise Ribery ve Robben ikilisini daha etkili hale getirirse yarı finali görecek seviyede göründü dün. Ama Şampiyonlar Ligi'nde maç bitmeden emin olunmuyor, aynı dünkü gibi.

21.02.2011

Schuster, Kararlılık ve 4-2


Futbol sahasında bir derbiden ne olmasını bekleyebilirsen oldu aşağı yukarı bugün. Çeşit çeşit gol, sertlik, kırmızı kart, mücadele, gelgitler... Bir iki seferdir çok boş ve ne heyecan ne futbol anlamında bir şey vermeyen derbilerden sonra şölen gibi geldi şahsen bana. Tabi, Galatasaray zirveye yakın bir yerlerde olsa kesinlikle öyle olmayacaktı ama derbiye sadece keyif alma gözüyle bakacak kadar rahattım ve Schuster benim gibiler için böyle bir şölen hazırlamayı görev bilmişti.

Beşiktaş sezonun en garip kadro tercihleriyle sahadaydı. Schuster sezon boyu sakatlık, yabancı sınırı, rotasyon diyerek bir sürü değişiklik yaptı kadroda. Bunlardan çoğu sebepleri açısından haksız kabul edilebilecek tercihler değildi. Ama Fenerbahçe maçına çıkılan kadroya ne anlam vereceğimi bilemedim. Hakan Arıkan'ın oynamaması anlaşılabilir bir tercih. Peki, sezon boyu rotasyonun en uç köşelerinde şans bulan Ekrem Dağ tercihi neydi? Ekrem Dağ da Hilbert kadar devşirme bir sağ bektir, bunun yanında sezonun abartısız en önemli maçında bir rotasyon oyuncusunu görevlendirmek ne kadar anlamlıydı? Bu konudaki olası yabancı sınırlaması itirazları ise başka bir garipliği daha gündeme getiriyor: Sezonun en garip tercihi olan Necip'in sahaya sürülmesinde Schuster neyi akıl etmişti acaba? Diyelim ki, sezon boyu yaptığı hatadan dönmüş artık Necip'i orta sahaya monte etme kararı almış... Oynanan oyunun hayat kaynağı olan orta sahanın yapısını tamamen değiştirecek Necip tercihi için başka maç bulamamış mı? Maçın en önemli kırılma anına sebep olan Sivok yerine Ferrari tercihini ise tartışmaya bile açmıyorum. Son olarak, belki de tüm sezon içinde sahadaki varlığının en anlamlı olabileceği maçta Türk kontenjanındaki Mert Nobre'nin yedek kulübesinde işi neydi ya da akıllı koşularıyla Fenerbahçe'yi geçmişte çok zorladığı kolayca hatırlanacak Bobo neredeydi bugün?

Fenerbahçe savunmasına karşı etkinlik sağlamanın iki yolu var: Biri akıllı koşularla savunma arkasına sarkmak, diğeri çalışkanlık ve bıktıran bir sertlikle stoperleri oyalamak, yormak. Almeida yeteneği tartışılmayacak bir oyuncu. Ancak ne Fenerbahçe defansının arkasına kolaylıkla sarkabilecek kadar çabuk ne Lugano ve Yobo gibi iki canavar gibi stopere diş geçirebilecek kadar mücadele ve çalışkanlık ortaya koyabilir. Nitekim, ikisini de yapamayıp tüm maç çaresizce bu iki stoperden birinin kafa toplarında hata yapmasını beklemekten başka bir şey ortaya koyamadı. Daha doğrusu, dişe dokunur hiçbir şey ortaya koyamadı ve işin açığı, oyuncu potansiyeli olarak Almeida'dan böyle maçlarda bundan yukarısını beklemek hayalperestlik. Almeida pek çok yeteneğe sahip kalifiye bir oyuncudur ama hiçbir parametrede tam anlamıyla baskın bir yeteneğe sahip olmadığından stres seviyesi bu kadar yüksek maçların sonucunu değiştirecek kadar önemli bir oyuncu olmadığı da ortadadır, ki herhangi bir şekilde oyunu domine edebilen bir forvet olabilse böyle bir çok yönlülük ve Porto etiketiyle Real Madrid seviyesine çıkmış olurdu şimdiye kadar. Bobo veya Nobre yetenek çeşitliliği olarak Almeida'nın arkasında ancak bir Fenerbahçe maçını kazanmak yetenek kadar derbi tecrübesiyle, yetenekten daha fazla sahada kurulan hakimiyetle ilgilidir. Bu noktada Schuster'in Bobo'yu neden kızakta beklettiği de başka bir belirsizlik. Kağıt veya çim üstünde Beşiktaş'ın en etkili forvet oyuncusunun Fenerbahçe maçını senin benim gibi öylece izlemiş olmaması gerekirdi. Sezonun en önemli maçında performans anlamında belirsizlikten başka bir şey ortaya koymamış bir oyuncu yerine takımın en etkili ya da en  çalışkan oyuncusu olduğunu öne sürebileceğimiz oyunculardan birini sahaya sürmek mantıklı olandı. Schuster bunun bilincinde olabilseydi, sezon boyu peşinden gittiğini düşündüğümüz istikrar düsturundan durup dururken vazgeçmeseydi, Beşiktaş için her şey daha farklı olacaktı. Kaybedilmiş bu kumarın yasını tutmaktan başka bir şey yapılamaz artık elbette.



Diğer tarafta ise, Aykut Kocaman'ın "bildiğimiz" Fenerbahçesi sahadaydı. Bugün "Fenerbahçe?" diye birine sorsam ezbere sayacağı bir kadro yani. Sahada uyguladığı plan da tüm senenin aynısıydı. Eksileriyle, artılarıyla ne yapacağını ve yapamayacağını bilen, hiçbir oyuncunun kendi başına kurtarmaya çalışmasına ihtiyacı olmayan, Beşiktaş'ın aksine kaos yaratarak değil belirli bir düzenden beslenerek oyun kurmaya hazırlanmış bir takım vardı sahada ve eninde sonunda gece bittiğinde galibiyeti kucaklayan da onlar oldu. Elbette, rakibin stoperi atılmasa büyük olasılıkla övgüyle bahsettiğim bu ekip sahadan mağlup ayrılacaktı. Ama bu iki takım hakkında söylediklerimi değiştirmeyecekti; Beşiktaş yine kaotik bir girdabın, Fenerbahçe ise hala şampiyonluk yarışının içinde olacaktı. Ama Ferrari'nin hatası sahada da istikrarsız ve plansız olanı cezalandırdı. Beşiktaş'ın zirveyle arası on beş puan seviyesinin üstüne çıkarken, Fenerbahçe yarışta en öne geçti. 

Hakem hakkında birkaç kelam etmezsem içimde kalır: Abartısız söylüyorum, eğer Cüneyt Çakır Avrupa'nın büyük liglerinden büyük bir derbiyi yönetseydi büyük olasılıkla "Ne harika hakem be arkadaş! Bak görüyor musun nasıl hakim maça be!" gibi tepkiler gelecekti maç sonunda. Ama elindeki maç giden Beşiktaşlılar'ın bir bölümü için "12. adam" oldu sahada. Oysa, maçın başında hem Fenerli hem Beşiktaşlı futbolcuların sert müdahalelerine tavır koydu; maçın tansiyonunu arttırmamak için kolay kart kullanmadı. Ekrem Dağ ilk sarıyı olması gerektiği gibi, ikinci uyarıdan sonra gördü mesela. Ama sağolsun her zaman olduğu gibi oyuncuların, kart görsün görmesin, neredeyse hiçbiri hakeme ya da oyuna saygı göstermemekte diretti. Bana göre, bu noktada da doğru bir duruş sergileyerek ikinci sarıları havada uçurup tartışmaya ve yoruma bilginin varlığı tartışması kadar açık "derbide kırmızı kart standardı" topuna girmedi Çakır. Bunun yerine Türk derbi futbolunun karakteristiği haline gelmiş aşırı sertliği belirli bir standart ve istikrarla cezalandırmaya devam ederek ortada durmaya çalıştı. Eğer kural kitabına uysa Ekrem'i, Gökhan'ı, Lugano'yu, Selçuk'u atmasına yetecek kadar kart çıkartabileceği malzeme vardı sahada. Çakır, kural kitabına uymak yerine, "oyunun kurallarına" uydu ve aklımızda bir stres faciası değil bir derbi mücadelesi kaldı. Fakat altını çizmek lazım, Çakır avantaj kuralı konusunda çok büyük eksikliklere sahip ama derbi stresini iyi kontrol ettiğini kabul etmek gerekiyor. Ama yok, ben kural kitabını manipülatif yorumlarla sömürerek takımımın açıklarını görmezden geleceğim diyorsanız, sizin bileceğiniz şey tabi.

Sonuçta, sezonun ıskartası Ferrari'yle, tercih edilmeyeni Necip'le, derbi performasına rağmen rotasyon tercihi Ekrem Dağ ile ve Türkiye performansının ne olacağı hala belirsiz Almeida'yla; Schuster, farkında olmadan çok büyük bir kumar oynamış, toplamda birkaç küçük el kazansa da tercihleri masadan kocaman bir sıfırla ayrılmasına sebep olmuştur. Sezon boyu Beşiktaş'ın düştüğü noktalara düştüğünde bile macera aramamış, kadro istikrarının peşinden gitmek yolundan vazgeçmemiş, öyle ya da böyle belirli ve devamlı bir yapının peşinden kararlılıkla gitmiş Fenerbahçe, sahadan kazanan olarak ayrılmıştır. Pek tabi "Ferrari o kırmızıyı görmeseydi," diye karşı çıkabilirsiniz, ben de "Teyzemin billurları olsaydı," derim. Haksız sayılmayız ikimizde, değil mi?

19.02.2011

Hagi...: Galatasaray 1-0 Bucaspor

Bir kazanıp bir kaybeden Galatasaray bu istikrarsız seriyi sürdürdü ve bu kez kazandı. Bunu yaparken de önceki haftalardan alıştığımız özelliklerini sahaya yansıttı. Bu özellikleri savunmada eskiye göre biraz daha toplu olmasına rağmen bu maçta da hücumda gereken etkinliği gösteremedi. Maçın son yarım saatinde hücumda etkili olmak şimdilik yetti ama ayağa kalkıp koşmak isteyen Galatasaray'ın bunu en az 60-70 dakikaya çıkarabilmesi lazım. Eğer bu seviyelere çekilemeyecekse Mendy'nin son dakikalarda kaçırdığını başka bir oyuncu kaçırmayıp Galatasaray'a ileride çelmeyi takacaktır.

Hagi'nin Sabri-Neill-Cana üçlüsü ile yaptığı deney sürüyordu bugün ve yine bu deneyin başarısızlığa doğru ilerleyişine tanıklık ettik. Lucas Neill savunmadan ileriye iyi top atabilen bir isim diye orta sahaya çekildi belki de ama bu özelliğinden Galatasaray henüz faydalanabilmiş değil.Bu hatadan bir noktadan sonra dönebilmeli Hagi, ancak bu dönüş noktasını kestirene kadar işine son verilirse zararla çıkan Galatasaray'dan başkası olmayacak. Sağ bekte Serkan Kurtuluş'un performansı tatmin edici olsa da Sabri'nin bu yüzden kariyer başlangıcını yaptığı orta sahanın ortasına kaydırılmaması gerek. Belki sağ açık olur Kazım 4-4-2'nin ucuna geçer o şekilde çözüm üretilebilir ancak şu kesin: Sabri ortada daha verimsiz. Cana'nın defansif orta saha olarak stoperdekinden çok daha mükemmel bir performans verdiğini zaten biliyoruz, onu ekstradan uzun uzun değerlendirmek gerekmiyor.

4-4-2 demişken, meraklı gözlerle maçı izleyenler tam bir 4-3-3'ten ziyade 4-4-2 gibi bir diziliş uygulandığını göreceklerdir. Stancu, Kazım'dan daha ileride oynuyor hücumda. Bu da olası bir 4-4-2 denemesinde geçişin kolay olacağını gösteriyor bize. Tabii 1.5 senedir bir sisteme alışan takımda kadro ne oranda değişirse değişsin böyle kağıt üzerinde olduğu gibi rahat olmayacaktır o geçiş.

Bu hafta savunmada yine rakibine eskiye oranla az sayıda pozisyon verdi demiştik Galatasaray için ancak şu var ki o pozisyonların içinden tehlikeli olanların sayısı bu maçta fazlaydı. Bu kadar ciddi pozisyonu ligde harcayacak takım sayısı sıfırdır. Bugün Buca'nın kaçırdıkları maç içerisindeki stresin getirdikleriydi bana kalırsa. Zira son maçlarında gol sıkıntısı çekmeyen Bucalı oyuncuların bir maçta amatör kesilmeleri mümkün gözükmüyor. Galatasaray için dikkate alınması gereken bir konu bu. Gaziantep deplasmanında verilen pozisyon sayısı normaldi ama içeride hem de Buca gibi önemli oyuncuları eksik olan bir takıma bu kadar pozisyon verilmemeliydi. Hagi'nin savunmadaki dört isim ve önlerindeki üç isim arasındaki farklı mevkiilerde oyuncu oynatma sevdası geçerse rakibe verilen pozisyonların tehlike düzeyi azalacaktır. Neill'ın orta sahadaki vasatı aşamayan oyunu savunmada normale gelecek, Lorik Cana da orta sahada rakip atakların önemli bir bölümünü başlamadan kesecektir ve Galatasaray için doğru yola doğru önemli bir adım atılmış olacak bu şekilde.

Galatasaray Türk Telekom Arena'da üçte üç yaptı yaptı ama ilk kez iyi oynamadan kazandı. Hagi, bu statta bir daha iyi oynamadan kazanmak gibi bir sonuçla karşılaşmak istemiyor, hep iyi oynayıp kzanmak istiyorsa bazı denemelerinden artık vazgeçmeli. Yoksa Galatasaray'a verdiği kadar kendi teknik adamlık kariyerine de telafisi olmayacak zararlar verebilir.

goal.com / artemio franchi

17.02.2011

Ne Sihirdir Ne Keramet...: Arsenal 2 1 Barcelona


Barça'nın yenilgi orucu uzun süre sonra -tekrar- bozuldu. Açıkça söylemek gerekirse öyle çok sürpriz, çok mucizevi bir sonuç olmadı. Ancak bunun sadece Arsenal'in oyun planıyla alakalı olmadığını görmek zor değil... Arsenal sahaya Barça'yı yenmek için her şeyi ortaya koydu ve futbol şansı anlamında bütün ibreler onları gösterdi, sonuçta Gunners sahadan galip ayrıldı. Öncesiyle sonrasıyla, Arsenal buraya gelmeyi nasıl başardı bir bakalım... 

Genelden özele doğru gidelim; Arsenal'in oyununda bu sene gerçekleşen olgunlaşma sahadaki en belirgin faktördü. Bundan önceki iki sezondur Song, Fabregas, Denilson ve Diaby'nin yükünü çektiği orta sahanın en kritik sorunu önemli maçlarda gereken baskınlığı ortaya koyamamasıydı örneğin. Hatta takımın stres yükünü kaldıramaması sebebiyle çok gerekli puanların kaybedildiği çok basit maçlar bu sene bile başa bela açtı. Daha bir hafta önce 4-0'dan verilen iki puan herkesin hafızasında... Ancak kabul etmek gerekir ki Arsenal'in bu sezonki oyununda bir olgunlaşma belirgin şekilde görünüyor. Yaptığı şeyin daha akıllıca peşinden giden, stresli ortamlarda bile oyun stratejisinin ne olduğunu unutmayan ve karşısındaki yüksek seviye takımlara karşı oyun seviyesini düşürmemeyi öğrenmiş bir takım görüntüsünde bu sezon Gunners. Barcelona karşısında bu üç özelliği de belirgin olarak ikinci yarıda gördük. Doksan dakika boyunca istikrarlı bir şekilde takım olarak sahada ortaya konan kişilik, Arsenal'in bu sonucu almasındaki birinci faktördü. Mental anlamda şapka çıkarılacak bir performans ortaya koydu tüm takım, ama ekibi uyanık tutan hırsıyla kaptanlığın ne demek olduğunu gösteren bir performans sergileyen Fabregas, en büyük alkışı hak etti bu anlamda. Xavi, Iniesta ve Messi karşısındaki direncin kırılmaması için sürekli çaba göstermesi yüzünden oyununun asıl uzmanlığını ortaya koyamadı Cesc ama bazen bir kaptanın sadece kaptanlık yapması gerekir. Fabregas bugün oyun zekasıyla olduğu kadar kişilğiyle de büyük bir futbolcu olduğunu gösterdi. Peki Silahşörler neyin peşinden gittiler?

Genel oyun planı, Arsenal'in Barça'ya karşı tek büyük avantajı olan fiziki kapasiteyi kullanarak Barcelona'nın orta sahayı istediği gibi domine etmesini önlemek ve burada kazanılan topları Wilsehere ve Cesc'le hızlı bir şekilde ileri taşıyarak Walcott'un süratiyle Van Persie ve Nasri'nin becerisini birleştirerek skor bulmaktı. Aslında Wenger, Inter'in geçen sene Barcelona'yı eleyen oyun planını kendi oyun felsefesiyle harmanlayarak sentez bir çözüme varmak istiyordu ve bunu başardı da. Geçen sezonki gibi bu maça herhangi bir Emirates maçı gözüyle bakarsa, ne kadar uğraşırsa uğraşsın aldığı riski amorti edemeyeceğini bilen Wenger'in bu çok akıllıca taktik hamlesi galibiyeti getiren ikincil faktördü. Nitekim, Arsenal ancak takım kişiliğiyle Barça'nın baskısını atlattıktan sonra yukarıdaki planı ortaya koyabildi. Ancak bu taktik aklın uygulanması bakımından tebrik edilmesi gereken ancak birkaç isim bulunuyordu sahada, orta sahanın futbol aklını ortaya koyan Wilshere var başta, delişmenliği ve fiziğiyle bana bile bıkkınlık veren Alex Song ve son olarak hücumda Walcott, Nasri ikilisinin dökülmesine karşın, bütün maç golcülük yeteneklerini ortaya koymak için hiçbir fırsatı kaçırmayan Van Persie'yle tamamlanıyor liste.  Takımın geri kalanı için oyun ve taktik anlamında ortanın ne üstünde ne altında olmadıklarını söylemek yanlış olmaz. Ama özellikle Nasri ve Walcott, Barça'nın iki taraflı işleyen kanatları karşısında perişan oldular. Yine de, Nasri ikinci golde ortaya koyduğu beceriyle büyük alkışı hak etti. Arsenal, "Bunlar çocuk hala," diyenlere gerektiğinde olgunluk ve sakinlik, gerektiğinde enerji ve sertlikle ortaya koyduğu oyun planıyla iyi bir cevap verdi. Bu açıdan da dikkate değer bir gelişim gösterdiklerini cümle aleme gösterdiler.

Etki bakımından üçüncü sıraya koyduğum faktörse Barça ve çokça da Messi'nin savrukluğuydu. İlk golden önce ve sonra turun iki ayaklı olmasının verdiği rahatlığı ve sonlara doğru da rehaveti Barcelona'da açıkça görebildik. Bir farklı mağlup durumdayken maçı beraberliğe taşımak için öyle önemli bir çaba gösterdiklerini dahi göremedik. Açıkça turu Nou Camp'a bıraktıklarını belli ettiler. Bu sezonun onlar için trendi olan telafi edilebilir maçlarda yaşadıkları rehavet yine kendini gösterdi ama onlar o kadar rahattılar ki yenikken bile umurlarındaymış gibi davranmadılar. Barcelona'nın asıl zaafı ise ironik olarak Messi oldu. Sanırım bir rekor kırması söz konusuydu eğer gol atsaydı... Bu rekor için iki gol pasını bariz olarak atmamayı seçti ve iki pozisyonda da öyle ya da böyle golü yapamadı. Özellikle 50'li dakikaların sonlarına doğru kaçırdığı karşı karşıya pozisyonu bitirebilse maç büyük olasılık "Emirates Hezimeti" olarak anılacaktı. Messi ve Barça'nın eksi hanesine yazılan çok az sayıdaki maçlardan biri olarak kayıtlara geçti bu mücadele.

Hem Messi hem de Barça'nın unuttuğuysa Emirates'te alınan bu sonucun Gunners'ı turu geçme adına daha hevesli yaptığı ve özgüvenlerini arttırdığı. Arsenal, Nou Camp'ta zirve seviyeye ulaşacak Messi, orta saha ve seyirci baskısına bugünkü gibi direnç göstermeyi başarabilirse turu geçecek demektir. Ancak orada çil yavrusu gibi dağılmamış takım yok gibi... O cehennemde tur geçmeyi başarmış yegane takım unvanının sahibi Inter bile ancak futbol şansının ittirmesiyle bunu başarabilmişti. Bana sorarsanız Barça klasik bir Nou Camp zaferiyle Gunners'ın hevesini kursağında bırakacak. Bugünkü savruk görüntünün uzamasına izin vermeyecektir Guardiola. Ama ne demişler, top yuvarlak...

16.02.2011

Maradona Galatasaray'a Karşı


Maradona'nın Sevilla forması giydiği dönemler, 2 Mart 1993'te oynanıyor. Yer İstanbul ama Ali Sami Yen değil İnönü Stadı'nda oynanıyor maç.

1-1 biten maçta Sevilla'nın golü yollarımızın 2000 yılında bir kez daha kesişeceği Davor Suker'den geliyor Maradona'nın asisti ile. Bizim golü ise daha sonra Alman ajanı diye adı çıkan Gütschow atıyor.

Ben ilk kez görüyorum bunu, bir alttaki postta yorumlarda paylaşılmış bu video. Arada gözden kaçan böyle ciddi detaylar olabiliyormuş demek ki, şaşırdım kendime fazlasıyla.

15.02.2011

Amaç?

Ya ben... Neyse... Susuyorum... Görüntü konuşuyor zaten...

Sadece bir an ikisinin karışımı bir futbolcu düşünün, ikisinin yapamadıklarını tek bedende yapamayan bir futbolcu düşünün. Tamam bir yerinize çimdik atın o halde, geçti, kötü bir rüyaydı.

12.02.2011

Zapata 1-0 Galatasaray

Eskişehir maçı ile yükseldiğini düşünen Galatasaray, Gaziantepspor maçı ile aslında ritminde pek bir değişiklik olmadığını göstermiş oldu.

Bir önceki maçtan farklı olarak son anda sakatlanan Kewell kenara gelirken Konyaspor deplasmanının yıldızı Anıl Dilaver kadroya dahil oldu. Bu değişikliğin Galatasaray'ın 6 gün arayla bu kadar dengesiz performans göstermesine pek de bir etkisi yoktu. Sorunun kaynağı kaleci başta olmak üzere yapılan bir dizi hata. Hala deney aşamasında olan "stoper Cana" ve "ön libero Neill" karmaşasına geçen hafta eklenen "orta saha Sabri" ile gelecek konusundaki planlar iyice değişmişti. Ancak görülen o ki Eskişehir maçını kurtaran ve Sabri'yi sahanın en iyilerinden yapan o hareket devamlılık sağlaması mümkün olmayan bir hamleydi. Çünkü aynı görevi bu maçta da yerine getiren Sabri fazlasıyla etkisiz oldu. Orta sahadaki ekürisi Neill ile birlikte pek de iç açıcı bir performans gösteremediler. Cana'nın stoper olması kabul edilebilir ama Neill'ın ön libero olup Sabri'nin devamlı olarak orta sahada olması büyük bir soru işareti olarak kalacak.
Bunun dışında Galatasaray'ın bir büyük sıkıntısı da kalede yaşanmakta. Önceki hafta oynanan Eskişehir maçında Zapata'nın kolladığı kaleye isabet eden sadece iki top vardı ve ikisi de golle sonuçlandı. Gaziantep'te de durum değişmedi, kaleye gelen ilk basit topta skor tabelası değişti. Ufuk Ceylan gibi üzerinde ısrar edilmesi gereken bir ismi yedeğe çeken Hagi'nin yerine koyduğu ismin ilk maçlarında güven veren bir iş yapması gerekirdi. Ancak güvenin tam aksine Aykut Erçetin ve Ufuk Ceylan ikilisinin en kötü dönemlerini bile aratacak bir performansla giriş yaptı Zapata. Konsantrasyon, sekiz ay top oynamama, alışma dönemi gibi birçok bahanenin çok daha ötesinde problemleri var bu Kolombiyalının. Büyük ihtimalle de bu maçtan sonra sezonun sonunu görmesi tehlikeye girecektir. Hatalı goller yediği bir maçta bile en azından hatayı unutturacak kurtarışa imza atabilen Ufuk'tan sonra hatalı golden sonra bile toparlanıp iz bırakacak bir hareketi olmayan Zapata'nın Hagi'nin eskiye göre daha az pozisyon veren Galatasaray savunmasında en zayıf halka olacağı kesin gibi.

Hagi'nin bir başka hatası da on gün önceki Gaziantep yenilgisinden yeterli dersi almamış olmasıydı. Bunu söylememin sebebi de Popov, Cenk, Sosa gibi üç önemli oyuncunun kupa maçındaki rahat oyunlarını yine sürdürmeleriydi. Bu oyunculara ekstra önlem alamayıp tam aksine zaten iyi yaptıklarını işlerini daha iyi yapmalarını sağlayan oyun düzeni Hagi'nin hanesine büyük bir eksi puan olarak yazılmalı. Tolunay Kafkas da Eskişehir maçında gördüğü Galatasaray'ın pek farklı bir taktik ve dizilişle sahaya çıkmayacağını bildiği için kilit oyuncularının maçta rahat olmalarını sağladı.

Galatasaray'ın rakibine verdiği pozisyon sayısı bir büyük takım için normal sayılabilir ancak bulduğu pozisyon sayısı küçük bir takım için bile normal sayılamayacağı için yenilgiye çok da bahane aramamak lazım, sebepleri apaçık ortada. Mücadeleyi yapabilen ama üretkenlikte sıkıntı çeken bir takım ve üzerine Süper Lig değil 1. Lig için bile iyi sayılamayacak bir kaleci ile Galatasaray'ın işi şimdilik zor. Kewell'ın üretkenliği bir takımı bu kadar kısırlaştırıyorsa, hücum anlamında çözülmesi gereken ciddi problemlerin olduğu çok açık.

goal.com & artemio franchi

10.02.2011

Mini Çakallar & Türk Telekom

Mini çakal bir yönetimimizin olduğu aşikar. Sık sık hata yapıp, ufak yamalarla bunu kapatmaya çalışıyor. Daha önce Franchi'nin Mini Çakallar & Elano adlı yazısı vardı. Sanırsam bu da yönetimimizin bir başka çakallık olayı.

Efsane maçların yaşandığı Ali Sami Yen'den ayrılarak yeni stada geçtik,ama her gün başka bir tartışma çıkıyor. Yeni tartışmamız ise henüz bazılarının yeni aklına gelen bir şey. Ortada bir stat var, ama stadın ismi henüz belli değil.

2009 yılında Türk Telekom ile bir anlaşma yapıldı. Stadın isminin 10 yıl boyunca Türk Telekom olup, karşılığında 100 milyon doların alınacağı duyurulmuştu. Haliyle biz de homurdanmıştık. Çünkü stadın isminde Ali Sami Yen yoktu.

Bu şekilde homurdanmalar sürerken, yönetim stadın açılış tarihine doğru stadın ismine Ali Sami Yen Spor Kompleksi'ni yerleştirmeye çalıştı. Fakat anlaşmanın içerisinde bu olmadığı için haliyle Türk Telekom izin vermedi. Anladığım kadarıyla tesisin ismi Ali Sami Yen Spor Kompleksi, fakat stadın ismi Türk Telekom olacak şekilde bir anlaşma imzalanmış.

Yani yönetim 2 yıl önce yaptığı anlaşmayı bozup, stada tesisin de ismini eklemiş oldu. Elbette anlaşmaya göre bu uygunsuz bir şeydir. Elbette ben de herkes gibi stadın isminin Ali Sami Yen olmasını isterim. Böyle değerli bir insanın, kulübün kurucusunun ismi statta yazmalı. Fakat ortada atılan imzalar var. Adnan Polat'ın yaptığı şey, pişmanlıktır. Galatasaray'ın değerlerini birbir ortadan kaldırıyor. Bunu o da gördü. Yaptığı hatayı düzeltmek istiyor, ama atı alan üsküdar'ı geçti. O anlaşmayı imzalarken gözleri sadece kağıttaki sıfırlarda takılı kalmış galiba.

Türk Telekom verdiği kötü internet hizmetiyle, pahalı olmasıyla, tekelci anlayışıyla genel olarak herkesin tepkisini çekiyor. Ama bu konuda haklılar bana göre. Çünkü Türk Telekom tarafından bakmak gerekiyor olaya. Bir anlaşma yapmışsın. Karşı tarafa 10 yıl boyunca yüklü miktarda para ödeyeceksin. Sonra o karşı taraf, dünyanın belki de en uzun isimli stadı olacak olan Ali Sami Yen Spor Kompleksi Türk Telekom diyecek, adını en arkaya atacak. Türk Telekom da biliyor ki, eğer stadın ismi bu olursa taraftarlar Türk Telekom ismini anmayacak.

Adnan Polat'ın yaptığı, verdiği sözü tutmamaktır. Düşüncesi, "Belki bir çakallık yaparsam, taraftarı arkama alırsam, yaptığım bu hatayı telafi edebilirim" şeklindedir. İlk önce o imzayı atmamalıydı. Bizi Türk Telekom'ın kollarına attığı için, insaflarına bırakıp küçük düşürdüğü için utanmalı ve tabii ki artık o koltuğu bırakmalı.

6.02.2011

Geri Mi Döndük?: Galatasaray 4-2 Eskişehir

Galatasaray geçen sezona dek şansının yaver gitmediği Eskişehirspor'a karşı bu sezon en net performanslardan birini sergileyerek puan şansı tanımadı. Deplasmanda 3 atılan Eskişehir'e TT Arena'da 4 atıldı ve sezonun kalanı için en azından ilk 5 umudu sürdürüldü.

Galatasaray açısından olaya bakmadan önce Eskişehir'e bakmak gerekiyor. Bülent Uygun ile çok iyi bir çıkış yakalayan ve haftalardır yenilmeyen takımda Sezer gibi çok önemli bir parça eksikti. Devre arası hazırlık maçlarını bile kaybetmeyen takımın TT Arena'dan puanla dönmesi sürpriz olmayabilirdi. Ancak teoride doğru uygulanan şeyler pratiğe dökülemeyince Galatasaray için Eskişehir engelini aşmak zor olmadı. Ümit'i forvete koyup Cana ve Servet ikilisinin ağırlığından yararlanmayı istediler muhtemelen ama Galatasaray'ın hücumdaki performansı Eskişehir için sürpriz oldu. Bu kadar formda ve iyi bir Galatasaray hayal etmemişlerdi muhtemelen.

Burada devreye Galatasaray giriyor ve 3 gün önce kötü oynayan takımın bugün nasıl sezonun en zevkli maçlarından birini oynadığını çözümlemek gerekiyor. Yekta'nın kulübeye çekilmesiyle boşalan yere Sabri geldi, Sabri'nin sağ bekteki yerine de sezon içerisinde sakatlanana kadar istikrar yakalayan ve mücadeleci oyunuyla gelecek için umut veren Serkan Kurtuluş geçmişti.

Orta sahada Barış-Ayhan-Mustafa üçlüsünden Culio-Neill-Sabri üçlüsüne terfi eden Galatasaray için iş ilerideki üçlüye kalmıştı. Stancu-Kewell ikilisi sol açık ve forvet arasında değişerek oynarken Kazım sağ kanada çakılı kalmıştı. Volkan Yaman-Kazım eşleşmesinde Kazım ağır basınca, solda da Eskişehir ne Stancu'ya ne de Kewell'a çare bulunca çok kolaylaştı işler. Sabri'nin vuruşuna Cana'nın müdahalesi ile 15 dakikaya yakın süre kapanan Eskişehir'i açan Galatasaray hemen ardından Serkan'ın oyunu iyi takibiyle doğan pozisyonda golü buldu. Maçın adamı diyebileceğimiz Kazım'ın ilk asisti Galatasaray'ı 2-0 öne geçirirken maç da kopmuş gibi görünmekteydi. Kewell'ın 45+1'de gelen golü de maçı ilk yarıda bitti denecek duruma getirmişti.

İkinci yarıya çıkarken yayıncı kuruluş spikerleri bir noktaya dikkat çekmişti. Galatasaraylı oyuncular skor 3-0 değil 0-0 diye motive olmaktaydılar. Bunun neden gerekli bir şey olduğu ikinci yarıda ilk 25 dakikada oyunu sadece bitmesi için oynayan Galatasaray sayesinde anlaşıldı. Rehavete kapılmama uyarısı boş çıkınca Mustafa'nın girişi ile bozulan orta saha düzeninin etkisiyle Eskişehir birkaç dakika içerisinde maçtaki ilk isabetli şutunu kaydetti ve golle sonuçlandı. Hemen ardından bir de Ümit'in tartışmalı faul sonrası gelen serbest vuruş golü ile Galatasaray için devre arasındaki uyarı iyice değer kazanmıştı. Kapanmak yerine hücum etmeyi düşünen takım son zamanların en mantıklı hamlesini yapmıştı belkide, çünkü kısa sürede gelen gol TT Arena'ya rüya gibi giriş yapan Galatasaray'ın rüyasının kabusa dönmesini engelledi. Kazım'ın çok zekice arkaya attığı topu her zaman doğru yerde olmayı başaran Baros değerlendirince bu sefer gerçekten d iki takım için maçın sonu gelmişti.

Bu 3 puan Galatasaray için tamamen ekstra bir motivasyon olacaktır. 3 gün önce dibe vurdu denen takımın bu kadar çabuk toparlanıp sezonun en iyi peformanslarından birini vermesi sadece stadyum etkisi ile açıklanamaz. Bu maç özellikle de yabancıları formda bir Galatasaray'ın ne denli tehlikeli olabileceğinin göstergesi oldu. Eskişehir için de uzun zaman sonra yenilgiyle tanışmış olmak önemli bir test oldu, ya düşecekler ya da yine uzun bir seri yakalayacaklar, bu yenilginin ne yönde etki edeceğini görmek için de biraz zamana ihtiyaç var.

NOT: Bu yazıyı Goal.com için yazdım, bundan sonra Galatasaray maçlarını değerlendireceğim Goal.com için. Bazı yazılar da böyle ortak olacaklar hem blogda hem Goal'de.

3.02.2011

Tribünlerde Coşacaksın

Aile olarak yıllardır süregelen bir geleneğimiz vardır. Eğer İzmir'de kalmamızı gerektirecek önemli bir durumumuz yoksa her sömestrda memketimiz Eskişehir'e gideriz. Bu sene gitmeden önce babam, "yav Galatasaray ile Bursa maçı varmış 2. haftada. Araları yakın nasılsa gitsek ya" demişti. "Hee evet gidelim, güzel olur" diye yanıltlamıştım ki, Sivas maçındaki bilet fiyatlarını gördükten sonra "aa çok uygunmuş" diyerek atladım üstüne. Eskişehir - İstanbul arası da pek fazla olmadığından bu fikir babamın da hoşuna gitti. Zaten Eskişehir'in Konya ile yapacağı maça kesin olarak gidecektik ki Türk Telekom Arena güzel bir fikirdi. İyi bir sürpriz gerçekleştirdik.

Ali Sami Yen Türk Telekom Arena / Galatasaray - Sivas

Maç öncesi gecikmeli de olsa Özhan Canaydın'ın büst açılışna gittik. Güzel bir program hazırlanmış. Buradan emeği geçenlere teşekkür ederim. Arkasından çeşitli uyarıları dinleyerek stada doğru hareket ettik. Elbette ki araba ile değil metro ile gitmek zorundaydık. Seyrantepe ayrımına kadar her şey gayet yolundaydı. Seyrantepe'ye gitmek için özel bir istasyon yapmışlar. Buradan 10 dakikada bir 2000 kişilik bir tren Seyrantepe'ye götürüyor insanları. İlk kargaşa burada çıkıyor. Çünkü hatta çalışan tek tren var, o da gidip geliyor. 5 dk'da bir istasyona insan taşınırken 10 dk'da bir stada giden trenin yolcu alması büyük bir kargaşaya sebep oluyor.

Stadın çevresi ve stada giriş konusunda önemli bir sorun yok. Geç kaldığımız için ancak "war chant" çalarken stadda olabildik. Keşke daha önce gelip yerimizi alsaydık. Batının ve doğunun 2.katı, ve kuzeyin 3. katındaki köşelerde bulunan posterler dışında stat doluydu. "Ben her yerden izlerim" diyenler için bilet fiyatları uygun. 2. katı aşırı pahalı yapmasalar da kale arkasını ve 3. katın parasını biraz daha arttırsalar daha uygun olur gibime geliyor. Çünü arada bir uçurum var. Stat bu fiyatlandırmayla her zaman 40.000 civarında seyirci toplar. Ama 52.000'i tamamiyle doldurur mu? Bilemiyorum.
Maç sırasında gerekli desteği verdik. Hatta kendi adıma konuşursam bugüne kadar bir maçta ilk defa böylesine fanatik bir taraftar görüntüsü verdim. Gerçekten stat oynatabiliyor. Hem bizi, hem futbolcuları. Yalnız genel olarak bakarsak, giderek Fenerbahçe taraftarına benziyoruz. Yani daha fazla profesyonel, daha az destek. Stadın lokomotifi Pegasus tribünü. Orada üçgen şeklinde bir Ultraslan var ki stadı yönetiyorlar. Çok eleştiriyoruz, Ultraslan'ı, ama olmasalar tamamiyle çekirdekçi bir taraftar oluruz gibi duruyor. Bulunduğumuz güney tribünündeki destek iyi, ama Pegasus'a göre oldukça az. Bu tribüncülük işinden çok anlamam, ama daha fazla destek için Pegasus'taki gibi bir amigo desteğine ihtiyaç var. Pegasus'taki beyaz kıyafetli amigo kimse ona da helal olsun. Adam adeta bir orkestra şefi gibi yönetiyor.

Maç için çok fazla bir şey yazmaya gerek yok. Yaratıcılıktan yoksunduk, çok az pozisyon bulduk, Hagi'nin oyuncuları yanlış kullanması gibi birçok sebeple Sivas karşısında yine kısır kaldık. Tek sevinilen nokta mücadeleydi. Bazı oyuncular maksimum presi yaptılar maç boyunca. Cana'ya da ayrı bir parantez açmak gerekir. Adam şu dünyaya lider olmak için, mücadele etmek için gelmiş.

Maç sonunda asıl hengame başladı. Özellikle de güneyden çıkan bizler, bütün stadı tavaf etmek zorunda kaldık. Onbinler stadın çevresinde yürüdü. Neyse ki herhangi bir panik durumu yaşanmadı. Herkes sakince staddan çıkmaya gayret etti. Metroya binmek imkansız gibi göründüğünden biz otoyola çıkıp karşı tarafa geçen grup arasındaydık. Madem orada öyle bir geçiş yok. Oradaki engellerin ve çamurun kalkması lazım. Kısa dönemde bunların bitmesi lazım. Çünkü bunlar vakit harcatmayacak şeyler. Aslanlı yol ve otopark açılışı önümüzdeki sezon olacak gibi duruyor. Galatasaray taraftarı bana göre biraz sabretmeli. Özellikle stat çıkışı yorucu ve stresli, ama sabretmekten başka da yapılacak bir şey yok. Statı biz yaptık diye böbürlenmek kolay. Sıkıysa gel, halkın arasına karış maçın tamamını izle ve herkes gibi çık bakalım o stattan. Yemez, çünkü bunlar ancak işkembeden sallarlar.
Eskişehir Atatürk Stadı / Eskişehir - Konya

Herhangi bir kargaşanın, düzensizliğin olmayacağı için maçtan bir gün önce stadın gişesinden biletleri aldım. Maçtan bir saat önce de stada varınca hiç sıra ile karşılaşmadan direk girdik stada. Zaten stad şehir içinde kaldığı ve kaldığımız evin de yakınlığı sebebiyle ulaşım kolaydı. Maça kadar yağmayan kar, maç başlamadan önce inceden de olsa oldukça yağdı. Neyse ki tutmadı da, oyuncuları zorlayan herhangi bir şey olmadı. Yalnız çok soğuktu. Ertesi gün yazdığına göre -2'de oynanmış maç. Zaten maç çıkışı kısa bir süreliğine sağ ayağımı hareket ettiremedim. Soğuktan zeminle bütünleştim resmen.

Taraftar da bazen yönetime tepki gösterdi bu konuda. Zannedersem açık tribünün üstünün kapanma projesi varmış, ama iptal olmuş. Taraftar bu yağış altında ve bu soğukta kaldığı için tepki gösterdiler yönetime.

Tribün olarak Galatasaray'ın aksine amatör ruhunu kaybetmemiş bir seyrici vardı. Çocuk, genç, yaşlı, kadın herkes vardı tribünde. Kapalının solunda ve açığın ortasından başladı genellikle tezahüratlar. Yine içinde olmadığım için tam olarak bilmiyorum, ama kapalı ile açık bazı zamanlar farklı tezahüratlar yaptı. Keşke daha fazla iletişim halinde olsalardı.

Eskişehir seyircisi artık yeni bir stadı hak ediyor. Atatürk stadının bulunduğu konum itibariyle oraya yeni, büyük ve daha modern bir stat yapılma ihtimali az, fakat farklı bir bölgeye daha kaliteli bir stat yapılması gerekiyor. Ülkenin en önemli taraftarlarından olan Eskişehirlilere bir an evvel yeni stat lazım. -2'de bile o stadı doldurabiliyorlar. Buradan Büyükerşen'e, Eti'ye, Sarar'a saygılarımı ve sevgilerimi gönderiyorum.

Bu arada oturduğum yerin önündeki 6 kişilik grup haftaya Aslantepe'ye gideceklermiş. Bütün planlar, projeler yapıldı. Fakat aralarından biri şunu dedi.

- Hacım, ben gitmekten vazgeçiyorum. Ayhan yok, Barış yok. Haftaya %80 yeniliriz. Ben gelmeyeyim.

Bir Galatasaraylı olarak daha ne diyeyim. Tüm Türkiye ne halde olduğumuzu görüyor. Ama şu takıma x yıldır top oynamasını bilen bir orta saha gelmediği gibi Süper Lig'in açık ara en kötü orta saha üçlüsü BAM'ı muhakkak ki oynatıyorsunuz.

İkisinin de maçlarını izlemiş olarak bu haftaki Galatasaray - Eskişehir maçını Eskişehirlinin söylediği gibi %80 olmasa da, ibre Galatasaray'dan yana. Yani potansiyel olarak öyle.

Eskişehir'in defansı sene başına göre oturmuş durumda. Diego'nun gelişi çok şey fark ettirmiş. Orta sahada Alper Potuk kendini giderek geliştiriyor. Eğer fiziğini geliştirirse çok önemli bir futbolcu olur. Bunun dışında takımın en formda oyuncusu Sezer oynayamayacak. Bunun yerine tek yaratıcı adam Tello kalıyor takımda. Eskişehir de Galatasaray gibi gol sıkıntısı çekiyor. Takıma mutlaka bir golcü lazımdı. Fakat alınmayarak büyük bir riske girdiler.

Galatasaray'da ise işler malum. Yeni gelen her transfer takıma katkı sağlayacak gibi duruyor. Yeter ki Hagi oyuncuları doğal yerlerinde oynatsın. Bence maçın kilit ismi direk olarak Hagi'dir. Şu takıma artık top oynayabilecek ve mücadele edebilecek transferler yapıldı. Yeter artık şu BAM (Barış - Ayhan- Mustafa) sevgisi.

2.02.2011

Taçsız Kral 75 Yaşında!

İyi ki doğdun kral!

Keşke yattığın yerden 5 dakika çıkıp da Galatasaraylı nedir nasıl olur diye şimdiki ruhsuzlara göstersen be.. 5 dakika? Olmaz mı?

  ©Artemio Franchi. Template by Dicas Blogger.

TOPO