Championship Manager 03/04'ün yıldızı Alessio Cerci nihayet golleriyle bir maçı aldı, yıl 2011.
24.04.2011
Özet: Cagliari 1-2 Fiorentina
yazan:
firat selcuk
Championship Manager 03/04'ün yıldızı Alessio Cerci nihayet golleriyle bir maçı aldı, yıl 2011.
22.04.2011
Fiorentina: Serie A'nın En Fazla Kar Eden Kulübü & 3
yazan:
firat selcuk
Serie A'da 2009/10 sezonunun en fazla kar eden kulübü olan Fiorentina'nın bu başarıdaki yolculuğuna devam ediyoruz. İlk iki bölüm futbol içerikliyken sıradaki bölümlere finans ve ekonomi girmeye başlıyor artık.
Viola'nın Serie A'daki bütün kulüplerden daha çok para kazandığı düşünülürse saha dışında iyi bir tablo çizdiği söylenebilir. Fakat fazla heyecanlanmadan önce birkaç noktanın altının çizilmesi de gerekli. İlk olarak, vergiler çıkarıldığında kalan kar 4,4 milyon Euro ile pek de yüksek sayılmaz. İkincisi, ligde sadece dört kulüp kar yapmayı başarabildi: 2.5 milyon Euro ile Catania; 1.8 milyon Euro ile Livorno ve 0.3 milyon Euro ile Napoli. Geriye kalan on altı kulübün hepsi zararda.
İşin gerçeği İtalyan futbolu finansal açıdan hala darmadağın durumda. Değerlerinin üstünde harcama yapan, düşen seyirci sayısından etkilenen, kulüp içi yolsuzluk ve zaman zaman şiddet ve ırkçılık problemleriyle boğuşan kulüpler kara geçmekte zorlanıyor. Yani İtalya'da en çok kar eden kulüp olmanın Lilliput'taki* cücelerin arasına düşünce normal bir insanken aniden bir dev olan Gulliver olmaktan bir farkı yok aslında. Buna rağmen Serie A'nın geliri, değeri geçen sezon 1.7 milyar euro'yu geçen yayın hakları sayesinde sürekli olarak artıyor. Diğer tarafta ise Ibra ve Kaka'nın inanılmaz transfer rakamlarıyla toplamda 381 milyon euro'yu bulan oyuncu satış gelirleri olmasa iyice yukarılara çıkacak 193,5 milyon euro'luk toplam zarar görünüyor.
2002/2003'te 536 milyon euro'yu bularak tavan yapmasından beri İtalya'da durumun daha iyi olduğu bir gerçekse de, geçen yılın rakamlarının en iyisi olmaktan çok uzak olduğu da ortada. Aslına bakılırsa son üç sezonun ortalama zararı neredeyse 200 milyon euro ve bu tablo, özellikle de UEFA'nın sıkı yeni mali düzenlemeleri düşünüldüğünde, sürdürülemez. Her ne kadar yayın gelirlerinde bu sene meydana gelen artış iyi bir adım olsa da eğer İtalyan liginin diğer büyük futbol ligleri karşısında daha da fazla zayıflaması istenmiyorsa seyircinin statla ilişkisini düzeltecek bir reforma acilen başlanmalı. Yüksek yayın gelirlerinin geri dönüşü de doğru yolda olunduğunu gösteriyor.
Bunların yanında, Fiorentina özellikle sahadaki başarısını, mali şartlarına yansıtabilmesiyle yaptığı için övgüyü hak ediyor. Diğer dört büyük kulübün çok arkasında kalan bir değer olsa da Fiorentina 106.4 milyon euro'yla ligin gelir tablosunun beşinci sırasında oturuyor.
Kuzeyin devleri kendilerine özel çok yüksek yayın anlaşmaları ve reklam gelirlerinin de etkisiyle Fiorentina'nın gelirini ikiye katlıyor: Milan 253,6 milyon Euro'yla lider, ezeli rakibi Inter onu 3 milyon Euro geriden izliyor, Juventus ise 226,6 milyon Euro'yla üçüncü sıranın sahibi. Diğer yandan, Fiorentina da geliriyle Sampdoria, Udinese ve Parma gibi takımları ikiye katlıyor.
Bu tablo kulüpleri gelirlerine göre sıralayan Deloitte Para Ligi'nde Fiorentina'yı ilk yirminin hemen dışında bırakıyor. Geçen sezona göre beş sıra yukarıda, Borrusia Dortmund, Bordeaux, Sevilla, Valencia ve Benfica'nın önünde yirmi birinci sırada oturmasını sağlıyor. Standartlar düşünüldüğünde bu çok iyi bir sonuç, ancak sıralama ligin liderliği için yarışan Barcelona ve Real Madrid'in mali avantajını da gözler önüne seriyor: Bu iki kulübün gelirleri Fiorentina gibi bir kulübü dörde katlıyor. Viola'nın son dönemki başarısını vurgulamak için ekliyorum, Bayern'in geçen sezon zorlukla elediği Fiorentina'nın yıllık geliri Münih ekibinin üçte biri kadardı.
4. bölüm yeni haftada sizlerle birlikte olacak...
*: Lilliput, Gulliver'in Seyahatleri'nde Gulliver'in gittiği cüceler ülkesinin adı.
3. Bölüm: Lilliput'taki Gulliver!*
Viola'nın Serie A'daki bütün kulüplerden daha çok para kazandığı düşünülürse saha dışında iyi bir tablo çizdiği söylenebilir. Fakat fazla heyecanlanmadan önce birkaç noktanın altının çizilmesi de gerekli. İlk olarak, vergiler çıkarıldığında kalan kar 4,4 milyon Euro ile pek de yüksek sayılmaz. İkincisi, ligde sadece dört kulüp kar yapmayı başarabildi: 2.5 milyon Euro ile Catania; 1.8 milyon Euro ile Livorno ve 0.3 milyon Euro ile Napoli. Geriye kalan on altı kulübün hepsi zararda.
İşin gerçeği İtalyan futbolu finansal açıdan hala darmadağın durumda. Değerlerinin üstünde harcama yapan, düşen seyirci sayısından etkilenen, kulüp içi yolsuzluk ve zaman zaman şiddet ve ırkçılık problemleriyle boğuşan kulüpler kara geçmekte zorlanıyor. Yani İtalya'da en çok kar eden kulüp olmanın Lilliput'taki* cücelerin arasına düşünce normal bir insanken aniden bir dev olan Gulliver olmaktan bir farkı yok aslında. Buna rağmen Serie A'nın geliri, değeri geçen sezon 1.7 milyar euro'yu geçen yayın hakları sayesinde sürekli olarak artıyor. Diğer tarafta ise Ibra ve Kaka'nın inanılmaz transfer rakamlarıyla toplamda 381 milyon euro'yu bulan oyuncu satış gelirleri olmasa iyice yukarılara çıkacak 193,5 milyon euro'luk toplam zarar görünüyor.
2002/2003'te 536 milyon euro'yu bularak tavan yapmasından beri İtalya'da durumun daha iyi olduğu bir gerçekse de, geçen yılın rakamlarının en iyisi olmaktan çok uzak olduğu da ortada. Aslına bakılırsa son üç sezonun ortalama zararı neredeyse 200 milyon euro ve bu tablo, özellikle de UEFA'nın sıkı yeni mali düzenlemeleri düşünüldüğünde, sürdürülemez. Her ne kadar yayın gelirlerinde bu sene meydana gelen artış iyi bir adım olsa da eğer İtalyan liginin diğer büyük futbol ligleri karşısında daha da fazla zayıflaması istenmiyorsa seyircinin statla ilişkisini düzeltecek bir reforma acilen başlanmalı. Yüksek yayın gelirlerinin geri dönüşü de doğru yolda olunduğunu gösteriyor.
Bunların yanında, Fiorentina özellikle sahadaki başarısını, mali şartlarına yansıtabilmesiyle yaptığı için övgüyü hak ediyor. Diğer dört büyük kulübün çok arkasında kalan bir değer olsa da Fiorentina 106.4 milyon euro'yla ligin gelir tablosunun beşinci sırasında oturuyor.
Kuzeyin devleri kendilerine özel çok yüksek yayın anlaşmaları ve reklam gelirlerinin de etkisiyle Fiorentina'nın gelirini ikiye katlıyor: Milan 253,6 milyon Euro'yla lider, ezeli rakibi Inter onu 3 milyon Euro geriden izliyor, Juventus ise 226,6 milyon Euro'yla üçüncü sıranın sahibi. Diğer yandan, Fiorentina da geliriyle Sampdoria, Udinese ve Parma gibi takımları ikiye katlıyor.
Bu tablo kulüpleri gelirlerine göre sıralayan Deloitte Para Ligi'nde Fiorentina'yı ilk yirminin hemen dışında bırakıyor. Geçen sezona göre beş sıra yukarıda, Borrusia Dortmund, Bordeaux, Sevilla, Valencia ve Benfica'nın önünde yirmi birinci sırada oturmasını sağlıyor. Standartlar düşünüldüğünde bu çok iyi bir sonuç, ancak sıralama ligin liderliği için yarışan Barcelona ve Real Madrid'in mali avantajını da gözler önüne seriyor: Bu iki kulübün gelirleri Fiorentina gibi bir kulübü dörde katlıyor. Viola'nın son dönemki başarısını vurgulamak için ekliyorum, Bayern'in geçen sezon zorlukla elediği Fiorentina'nın yıllık geliri Münih ekibinin üçte biri kadardı.
4. bölüm yeni haftada sizlerle birlikte olacak...
*: Lilliput, Gulliver'in Seyahatleri'nde Gulliver'in gittiği cüceler ülkesinin adı.
19.04.2011
Kabustan Uyandıran Maç!
yazan:
firat selcuk
Galatasaray gibi bir takım son galibiyetini iki ay önce alınca ve ligdeki sıra da 14. sıra olunca ister istemez küme düşme içerikli konuşmalar yapılıyordu. Son altı haftaya girilirken Buca'nın Galatasaray'dan on puan fazla alması demek Galatasaray'ın "tarihin en kötü sezonu" yerine "tarihin en büyük utancı" gibi bir durumla tanışması demekti. İlk etapta şaka gibi görünen bu tablo 2010/11 sezonunun her yeni haftasında daha gerçekçi bir hal almaya başlamıştı. Manisa'yı, hem de Buca'nın kaybettiği haftada yenen Galatasaray için sezonun kalanı kesin olarak formaliteye dönüşmüş oldu. Başta bu ilk satırlar şaka gibi gelse de tam karşılığı "trajikomik" kelimesi oluyor sanırım.
Bu sezon her maç öncesi veya sonrası bir şekilde saha dışı olaylar gündeme geliyor Galatasaray'da. Haftanın konusu Temmuz 2010'da yeni formaları gören Arda ve Ayhan'ın verdiği tepkiler. Bunun sonrasında bu oyuncuların nasıl performans vereceği merak edilirken sahadaki en iyi iki ismin kendileri olması sürpriz değildi bana kalırsa. Bülent Ünder'in Galatasaray'ın bir buçuk sezondur acı çekmesine sebep olan Barış-Ayhan-Mustafa üçlüsünden Barış dışındaki ikisini oynatması ve Cana'yı yedek bırakması maç öncesinde gelen tüm sert eleştirileri toplamasına sebep oldu. Forma temalı video skandalı sonrası Arda ve Ayhan kendilerini gösterip üstelik parçalı formanın giyildiği maçta alkış toplamaları video tartışmalarını unutturur mu bilinmez ama Mustafa Sarp'ın oyunu aylardır gelen eleştirileri tam gaz devam ettirmeye yetecek türdendi. Boş kaleye, üstelik müdahale etmesine rağmen topu yollayamaması, sadece iki adım önündeki savunmacı ile kendini hizalamayı beceremeyip iki gollük pozisyonda ofsayta düşmesi derken kabus gibi bir maçı geride bıraktı Mustafa Sarp.
Galatasaray'ın savunmasında ise sakatlanan Neill'ın yerine Servet-Gökhan ikilisinin çıkacağını sokaktaki çocuk bile biliyordu ancak Insua'nın formayı sahiplenmesi beklenmeyen hamleydi. Yeni yönetimde akıllı biri çıkıp "bu adam mutlaka kalmalı" demedikçe Türkiye'de son beş haftasına giren, Galatasaray ile tüm bağlarının kopmasına ve istese birçok ruhsuz Türk oyuncudan daha ruhsuz oynayabilecek olan Insua sahada Galatasaray adına "göstermelik" değil "isteyerek" bir şeyler yapmaya çabalayan ender isimlerdendi. Bu maçın ardından kalan en güzel şey budur bana kalırsa. Bir taraftar olarak böyle bir yabancıyı kaybedeceğimizi bilmek acı veriyor, üzerine Hakan Balta ile yeni sezona merhaba deme fikrini düşününce de Insua'nın kıymeti daha da artıyor. Keşke iki sezondur kapımızın yakınından bile geçmeyen mucize bu kez gelse ve seni takımda tutsa demek isterim Insua için. Bir veya iki göze batan hata dışında kusursuz oynadığını not düşmek gerekiyor ki bunları neden söylediğimiz sorusuna bir cevabımız olabilsin.
Galatasaray ilerisi için fikir verecek veya yeniden yapılanma için fikir verecek olan bir dönemde değiliz. Çünkü "bugün böyle oynadık, ileride hocamız bunu kullanır" diyemiyoruz zira takımdaki çoğu kişi gibi Bülent Ünder de sadece beş maç sonra kulübede ve Florya'da olmayacak. Haliyle de kalan son maçlarda taktiksel yapıyı, oyun anlayışını değil, bireysel performansları göze almak durumundayız. Biliyoruz ki herhangi bir oyuncu kalan maçları tek başına kazandırsa da kaybettirse de sezon sonu yeni yönetim ve teknik ekip için aynı oyuncunun kalması ve gitmesi için geçerli bir sebep olmayacak.
18.04.2011
Renklerin Ne Zamandan Beri Cinsiyeti Var?
yazan:
firat selcuk
TRT Spor'un gece vakti yayınladığı videoda Arda'nın dediklerini gördük. Formalar valizden çıkıyor ve "Eee Galatasaray formaları nerede?" sorusundan sonra üstünü giyerken başlıyor "renklere" hakarete. Formayı beğenmezsin, olur, anlarız, normaldir. Parçalı formaya sahip çıkarsın, kulübün geleneğine göreneğine sahip çıkarsın anlarız. Ancak sen çıkıp da formayı değil rengi eleştirip ilkel yorumlar yaparsan o zaman anlaşılamaz olursun işte.
Mor formayı beğenmemiş olacak ki üstüne yeni sezonda pembeyi de görünce iyice deliriyor. Ayhan abisi ile birlikte Kibar Feyzo'dan repliklerle başlıyorlar hakarete. Küfürleri ve diyaloğu merak edenler yüzlerce video paylaşım sitesinden veya Ekşi Sözlük'ten linklere ulaşabilirler.
Ben Arda'ya gösterdiğim tepkinin sebebine geleyim. Beyefendi kulübün kendi renklerini kullanmayan zihniyete küfür edeyim, o zihniyeti eleştireyim derken insanların zevkine de küfürünü ediyor. Pembe ve mor için "orospu rengi" demekten çekinmiyor. Eee bunu demişken görüntüler ortada, bu yazıdaki fotoğrafta pembeyi giyen ben değilim, pembeye "orospu rengi" diyen Arda giyiyor pembeleri. Forma beğenmemenin ayrı şey, bir renge hakaret içeren ve aşağılayıcı sıfatlarla laf etmek ayrı şey.
Ayrıca bu videonun sezon sonu değil de sezon başı çıktığını düşünsenize? Yeni forma çıkarmışsınız, büyük bir satış bekleniyor geçen seneki yeni ve farklı alternatif renkten yola çıkılarak. Ancak kaptanınız ve ikinci kaptanınız(Ayhan) çıkıp bu tür hakaretler ediyorlar formaya, bağırıp çağırıp ağzına geleni söylüyor. Bin tane satacak forma yüz tane zor satar böyle bir durumda. Bunun aksi iddia edilebilir ama edilecekse sırf Arda'yı savunmak için olmasın bu. Ben elbette Arda'nın tepkisine göre forma alacak değilim, aksine aslanlı formayı değil pembeyi alırdım sezon başı bu video çıksa. Hem de en az iki tane alırdım... Ben alırdım ama ya diğer taraftarlar? Neyse... Bu en azından olmadı, sezon başı çıksa ne olurdu diye ekstra tartışma yaratmayalım daha da.
Benim sıkıntım zihniyetle, daha önce dediğim gibi. Bir renge "orospu rengi" yakıştırması yapabilen bir "insan" var ortada. Galatasaray'ını ve kaptanlığını geçtim olayın, oraya girersek daha vahim durum. Renk ister formada olsun ister sadece evinde giydiğin dandik tişörtte olsun, ona böyle sıfatlar takamazsın. Bu kadar. Rengin orospusu ve ahlaklısı olmaz, bu kadar saçma zihniyet olmaz.
Sormak istediğimi tekrar edeyim: Madem pembe ve mor birer "orospu rengi", bunu silah zoruyla mı giydin Arda Turan?
Mor formayı beğenmemiş olacak ki üstüne yeni sezonda pembeyi de görünce iyice deliriyor. Ayhan abisi ile birlikte Kibar Feyzo'dan repliklerle başlıyorlar hakarete. Küfürleri ve diyaloğu merak edenler yüzlerce video paylaşım sitesinden veya Ekşi Sözlük'ten linklere ulaşabilirler.
Ben Arda'ya gösterdiğim tepkinin sebebine geleyim. Beyefendi kulübün kendi renklerini kullanmayan zihniyete küfür edeyim, o zihniyeti eleştireyim derken insanların zevkine de küfürünü ediyor. Pembe ve mor için "orospu rengi" demekten çekinmiyor. Eee bunu demişken görüntüler ortada, bu yazıdaki fotoğrafta pembeyi giyen ben değilim, pembeye "orospu rengi" diyen Arda giyiyor pembeleri. Forma beğenmemenin ayrı şey, bir renge hakaret içeren ve aşağılayıcı sıfatlarla laf etmek ayrı şey.
Ayrıca bu videonun sezon sonu değil de sezon başı çıktığını düşünsenize? Yeni forma çıkarmışsınız, büyük bir satış bekleniyor geçen seneki yeni ve farklı alternatif renkten yola çıkılarak. Ancak kaptanınız ve ikinci kaptanınız(Ayhan) çıkıp bu tür hakaretler ediyorlar formaya, bağırıp çağırıp ağzına geleni söylüyor. Bin tane satacak forma yüz tane zor satar böyle bir durumda. Bunun aksi iddia edilebilir ama edilecekse sırf Arda'yı savunmak için olmasın bu. Ben elbette Arda'nın tepkisine göre forma alacak değilim, aksine aslanlı formayı değil pembeyi alırdım sezon başı bu video çıksa. Hem de en az iki tane alırdım... Ben alırdım ama ya diğer taraftarlar? Neyse... Bu en azından olmadı, sezon başı çıksa ne olurdu diye ekstra tartışma yaratmayalım daha da.
Benim sıkıntım zihniyetle, daha önce dediğim gibi. Bir renge "orospu rengi" yakıştırması yapabilen bir "insan" var ortada. Galatasaray'ını ve kaptanlığını geçtim olayın, oraya girersek daha vahim durum. Renk ister formada olsun ister sadece evinde giydiğin dandik tişörtte olsun, ona böyle sıfatlar takamazsın. Bu kadar. Rengin orospusu ve ahlaklısı olmaz, bu kadar saçma zihniyet olmaz.
Sormak istediğimi tekrar edeyim: Madem pembe ve mor birer "orospu rengi", bunu silah zoruyla mı giydin Arda Turan?
17.04.2011
Arsenal - Liverpool / +12 Gerçeği
yazan:
McDennis
Manchester çoktan işi bitirmişti aslında. Hem sahada oynanan futbol, hem de mental olarak. Arsenal'in evinde oynadığı son 3 maçta da gol atamadan berabere kalması, gerek futbolcuların, gerekse taraftarların psikolojilerini bayağı bir etkilemiş. Maçın öncesinde Hillsborough faciasının güzel bir şekilde anılması, başlangıç adına olumlu bir tablo yarattı aslında. Fakat ilerleyen dakikalarda sahada yaşanacak olanlar hakkında kimsenin bir ipucu yoktu.
Maça siyah formaları ile çıkan Liverpool'da King Kenny 11'i, Manchester City karşısında galibiyeti yakalan ekibi bozmadan sahaya çıktı. fakat maçın henüz başında sakatlanan Aurelio yerine oyuna giren oyuna genç Robinson girdi. Robinson akademi çıkışlı bir genç. Onunla birlikte diğer tarafta oynayan Flanagan da 18 yaşında. Bu ekibe bir de Danny Wilson ile Martin Kelly'yi eklerseniz, Liverpool'un önündeki 10 seneyi kafadan çıkartmış olursunuz. Kenny'nin Britanyalılara ve gençlere verdiği önemi gördükçe inanılmaz mutlu oluyorum.
Maça tekrar döndüğümüzde Arsenal'ın atakları ile geçen bir başlangıç periyodu olduğunu söyleyebiliriz. Daha sonra Liverpool dengeyi yakaladı, fakat gününde olamayan Suarez ile istenilen ataklar ve pozisyonlar üretilemedi ve ilk devre bu şekilde tamamlandı.
Yeni perde ise ikinci yarı başladı. Önce Carroll ayağının üzerine çok kötü düşerek bileğini burktu, pozisyonun tekrarını bile göremedim, herkes sezonu bile kapattığından bahsediyordu. Kenarda N'Gog'u gördük bir ara, içimizi bir korku kapladı, fakat daha sonra Carroll tekrar sahaya çıktı ve maçı bile tamamlayabildi.
Tam o bitti derken, bir hava topuna Flanagan ile beraber yükselen Carragher'ın çenesi, Flanagan'a çok kötü bir şekilde çarptı. Bununla beraber yere düşünce kafasını kontrolsüz bir biçimde vurması ve ellerinin kasılması, bizlere ekran başında çok kötü anlar yaşatırken, sonrasında soyunma odasında ayağa kalktığı haberi gelince, biz de biraz rahatladık.
Bu üst üste gelen sakatlıklar ile beraber iyice bozulan moralimiz, maçın durağanlığı ile birlikte bir uyku haline doğru dönüşmeye ilerlerken, pozisyonlar artmaya ve tehlikeler çoğalmaya başladı. Suarez'in yakaladığı birkaç pozisyonda heyecanlandık, fakat etkili olmayan şutlar Arsenal kalesinde tehlike yaratamadı. Aynı şekilde karşı karşı bir pozisyonda Arsenal atağını uzaklaştırmayı başaran Reina, gole izin vermedi.
Carragher'in sakatlanması ile 6-7 dakika duran maçta, hakem aynı şekilde uzatma gösterdi, ve Spearing'in hatasında Fabregas'ın penaltıyı alması ile Arsenal maçı kazanmaya yaklaştı. Hem üzerilerindeki laneti atmak adına, hem de Manchester'ı halen takip etmek adına. Topun başına Robin Van Persie geldiğinde içimizde bir ümit vardı kaçırması adına ama Reina ters köşeye yattı ve gerek TV başında, gerekse stadyumda maçı izleyen herkes "tamam bitti" dedi.
Van Persie'nin gol sonrası formasını çıkarması ve sevinmeleri biraz uzayınca, hakem de maça ekstradan bir 4 dakika daha ekledi. Arsenal'ın aşırı derecede paniklemesi, tam da 18 üstünde frikik kazandırdı Liverpool'a. Barajdan dönen topa doğru koşan Lucas'a, Eboue'nin kontrolsüz çıkışı, bu sefer penaltıyı Liverpool'a kazandırdı. Dakikalar 102'yi gösteriyordu. Tüm maçın en etkisiz ismi Lucas'ın bu pozisyonda ortaya çıkması fazlasıyla ironik. Penaltı noktasına gelen büyük maçların golcü ismi Kuyt, bizleri utandırmadan golünü atıyor, ve anında maç sona eriyor. İki taraf da bir puanı alıyor, maç sonrası Wenger, Kenny Dalglish'e sitem gösteriyor, Kenny ise cevap veriyor.
Olayı daha da fazla sürdürmemek gerek, iki penaltı da penaltı, fazla söze gerek yok. Hafta içi Newcastle, Manchester'ı yenip, Man U taraftarlarına şampiyonluk turları attırmayacak gibi geliyor.
Liverpool'a bir sonuç yazacak olursak; Kenny kalsın, gençler artsın, İngilizler çoğalsın, orta sahaya adam alınsın. Charlie Adam ve Joey Barton gönüldekiler. Arsenal için sonuç yazacak olursak; Onlar da yabancılaşmasın, paniklemesin. Başka türlü geri dönemezler.
Kendim adına bir sonuç yazacak olursak; Premier Lig çok güzel, çok heyecanlı. Daha fazla izlemek gerek. Ayrıca sosyal ortamlarda kimse ile tartışmamak.
Maça siyah formaları ile çıkan Liverpool'da King Kenny 11'i, Manchester City karşısında galibiyeti yakalan ekibi bozmadan sahaya çıktı. fakat maçın henüz başında sakatlanan Aurelio yerine oyuna giren oyuna genç Robinson girdi. Robinson akademi çıkışlı bir genç. Onunla birlikte diğer tarafta oynayan Flanagan da 18 yaşında. Bu ekibe bir de Danny Wilson ile Martin Kelly'yi eklerseniz, Liverpool'un önündeki 10 seneyi kafadan çıkartmış olursunuz. Kenny'nin Britanyalılara ve gençlere verdiği önemi gördükçe inanılmaz mutlu oluyorum.
Maça tekrar döndüğümüzde Arsenal'ın atakları ile geçen bir başlangıç periyodu olduğunu söyleyebiliriz. Daha sonra Liverpool dengeyi yakaladı, fakat gününde olamayan Suarez ile istenilen ataklar ve pozisyonlar üretilemedi ve ilk devre bu şekilde tamamlandı.
Yeni perde ise ikinci yarı başladı. Önce Carroll ayağının üzerine çok kötü düşerek bileğini burktu, pozisyonun tekrarını bile göremedim, herkes sezonu bile kapattığından bahsediyordu. Kenarda N'Gog'u gördük bir ara, içimizi bir korku kapladı, fakat daha sonra Carroll tekrar sahaya çıktı ve maçı bile tamamlayabildi.
Tam o bitti derken, bir hava topuna Flanagan ile beraber yükselen Carragher'ın çenesi, Flanagan'a çok kötü bir şekilde çarptı. Bununla beraber yere düşünce kafasını kontrolsüz bir biçimde vurması ve ellerinin kasılması, bizlere ekran başında çok kötü anlar yaşatırken, sonrasında soyunma odasında ayağa kalktığı haberi gelince, biz de biraz rahatladık.
Bu üst üste gelen sakatlıklar ile beraber iyice bozulan moralimiz, maçın durağanlığı ile birlikte bir uyku haline doğru dönüşmeye ilerlerken, pozisyonlar artmaya ve tehlikeler çoğalmaya başladı. Suarez'in yakaladığı birkaç pozisyonda heyecanlandık, fakat etkili olmayan şutlar Arsenal kalesinde tehlike yaratamadı. Aynı şekilde karşı karşı bir pozisyonda Arsenal atağını uzaklaştırmayı başaran Reina, gole izin vermedi.
Carragher'in sakatlanması ile 6-7 dakika duran maçta, hakem aynı şekilde uzatma gösterdi, ve Spearing'in hatasında Fabregas'ın penaltıyı alması ile Arsenal maçı kazanmaya yaklaştı. Hem üzerilerindeki laneti atmak adına, hem de Manchester'ı halen takip etmek adına. Topun başına Robin Van Persie geldiğinde içimizde bir ümit vardı kaçırması adına ama Reina ters köşeye yattı ve gerek TV başında, gerekse stadyumda maçı izleyen herkes "tamam bitti" dedi.
Van Persie'nin gol sonrası formasını çıkarması ve sevinmeleri biraz uzayınca, hakem de maça ekstradan bir 4 dakika daha ekledi. Arsenal'ın aşırı derecede paniklemesi, tam da 18 üstünde frikik kazandırdı Liverpool'a. Barajdan dönen topa doğru koşan Lucas'a, Eboue'nin kontrolsüz çıkışı, bu sefer penaltıyı Liverpool'a kazandırdı. Dakikalar 102'yi gösteriyordu. Tüm maçın en etkisiz ismi Lucas'ın bu pozisyonda ortaya çıkması fazlasıyla ironik. Penaltı noktasına gelen büyük maçların golcü ismi Kuyt, bizleri utandırmadan golünü atıyor, ve anında maç sona eriyor. İki taraf da bir puanı alıyor, maç sonrası Wenger, Kenny Dalglish'e sitem gösteriyor, Kenny ise cevap veriyor.
Olayı daha da fazla sürdürmemek gerek, iki penaltı da penaltı, fazla söze gerek yok. Hafta içi Newcastle, Manchester'ı yenip, Man U taraftarlarına şampiyonluk turları attırmayacak gibi geliyor.
Liverpool'a bir sonuç yazacak olursak; Kenny kalsın, gençler artsın, İngilizler çoğalsın, orta sahaya adam alınsın. Charlie Adam ve Joey Barton gönüldekiler. Arsenal için sonuç yazacak olursak; Onlar da yabancılaşmasın, paniklemesin. Başka türlü geri dönemezler.
Kendim adına bir sonuç yazacak olursak; Premier Lig çok güzel, çok heyecanlı. Daha fazla izlemek gerek. Ayrıca sosyal ortamlarda kimse ile tartışmamak.
Son Kurşun: Fiorentina 0-0 Juventus
yazan:
firat selcuk
Kötü geçen 2009/2010 sezonunun üstüne 2010/2011 sezonunda da benzer senaryolar yaşanmaktayken Avrupa kupaları umudunda sona gelinmiş oldu. Öndeki takımlardan Roma ve Juventus sıkça puan kaybederken Fiorentina'nın uzun süren yenilgisiz seriye rağmen bu farkı beklenenden çok daha az oranda kapatmış olması sorunun ana kaynağıydı. Kazanması gereken maçların çoğunda bir şekilde takılıp adeta Manchester United'ın ikramlarını çeviren Arsenal oldular.
Bu maç Fiorentina için şu açıdan önemliydi: Galibiyet alınırsa Juventus ile olan fark altı, Roma ile olan fark da sekiz puana inecekti. Ve bu zor dönemde gelen galibiyetle epeyce zor olan Avrupa kupaları fırsatı yolunda psikolojik anlamda üstünlük kurulacaktı bir anlamda. Ancak geçen sezon Prandelli ile nasıl umut veremediysek, bu sezon da Mihajlovic ile aynı umutsuz tablo sürdü ve son fırsatı elimizle itip seneye Avrupa'dan uzakta bir sezon geçireceğimizi neredeyse kesinleştirdik.
Tabii maç için başka bir ilginç nokta da Luca Toni'nin Artemio Franchi'de en büyük kinin duyulduğu takıma transfer oluşundan sonra bu stada ilk kez çıkmasıydı. Fiorentina'da ne kadar efsane olursa olsun Baggio haricinde Juventus'a gidip de Fiorentina için hala sayı duyulabilir olan adam sayısı bir elin parmaklarını geçmez ve Toni o parmaklardan biri asla değildi.
Günün ve haftanın ortalamasını düşünürsek fare doğuran dağ misali maçlardan biri oldu bu maç. Avrupa'nın üç büyük liginde haftanın maçları belki de haftanın en kötüsü oldular. El Clasico beklenen heyecanın çok uzağında olunca önce bu maça, ardından da Arsenal-Liverpool maçına yöneldi bakışlar ancak Premier Lig'deki dev maçın "8+3" dakikalık uzatma bölümü haricinde üç maç resmen sıfır çekmiş oldu.
Fazlaca sıkıcı ve net pozisyon sayısının bir hayli az olduğu her maç gibi uzun uzadıya yorumlanamayacak bir maçtı bu. Fiorentina 90 dakikanın hemen hemen 80 dakikalık bölümünde kontrolü elinde tutup topa sahip olup oyunu kuran takım olurken Juventus yenilmemek için gelen bir takım olarak kapandı ve maçın 0-0 ilerlemesinden memnun görünmekteydi. Üzerine bir de Fiorentina'nın hücum hattının kötü ötesi olması her şeye tuz biber ekti ve maç golsüz noktalandı.
Sahaya 4-3-2-1 düzeniyle çıkan Fiorentina'nın ilk 11'ine bakalım ve öyle devam edelim:
Boruc, De Silvestri-Gamberini-Kroldrup-Pasqual, Behrami-Montolivo-Vargas, Cerci-Mutu, Gilardino
Ayrıca ikinci yarıda 69. dakikada Cerci-Ljajic ve 76. dakikada Behrami-Donadel değişiklikleri oldu.
Kadroda De Silvestri takımın açık ara en iyi sağ beki olarak oynamayı hak eden isimdi. Kendisinin ilk 11'de olması ve genel anlamda vasat olan maçta kendince başarılı olması olumlu bir detaydı. En azından Juve'nin birkaç hücumunu yerinde ve erken keserek kısır maçın olası birkaç pozisyonunu yok etmiş oldu. Cerci ise sahadaki yirmi iki adam arasında en kötü isimdi muhtemelen. Evet bir Felipe Melo ve Mutu düşmanı olarak "Onlardan bile kötüydü!" diyebilirim Cerci için!
Cerci'nin bu çok kötü oyununa Mihajlovic'in 69. dakikaya kadar dayanabilmesi, Mutu'nun bencil oyunuyla birleşince hücumda Gilardino'ya top taşımak Barış-Ayhan-Mustafa üçlüsü ile Total Futbol oynamaktan daha imkansız bir hale geldi. Mutu hakkındaki isyanımın nefretten kaynaklı olmadığını ise maçın 20. ve 82./83. dakikalarındaki pozisyonlarda inceyelebilirsiniz. Gol olması muhtemel iki atağı tamamen kendini kahraman ilan etme adına yok etti. Ya anlamsız yerlerden anlamsız vuruşlar deniyor ya da üç-dört kişinin arasına girmekten çekinmiyor. Böyle bir oyuncu ile gol atamazsınız, olmaz, olamaz. Mahkumsunuz atamamaya.
Fiorentina'nın kendi çapında oynadığı, Juventus'un ise gol atamayan rakibin verdiği rahatlıkla beraberliği yeterli gördüğü, belki de iki takım adına da fark yedikleri maçlar dahil sezonun en kötü maçıydı.
Maçın Özeti:
Bu maç Fiorentina için şu açıdan önemliydi: Galibiyet alınırsa Juventus ile olan fark altı, Roma ile olan fark da sekiz puana inecekti. Ve bu zor dönemde gelen galibiyetle epeyce zor olan Avrupa kupaları fırsatı yolunda psikolojik anlamda üstünlük kurulacaktı bir anlamda. Ancak geçen sezon Prandelli ile nasıl umut veremediysek, bu sezon da Mihajlovic ile aynı umutsuz tablo sürdü ve son fırsatı elimizle itip seneye Avrupa'dan uzakta bir sezon geçireceğimizi neredeyse kesinleştirdik.
Tabii maç için başka bir ilginç nokta da Luca Toni'nin Artemio Franchi'de en büyük kinin duyulduğu takıma transfer oluşundan sonra bu stada ilk kez çıkmasıydı. Fiorentina'da ne kadar efsane olursa olsun Baggio haricinde Juventus'a gidip de Fiorentina için hala sayı duyulabilir olan adam sayısı bir elin parmaklarını geçmez ve Toni o parmaklardan biri asla değildi.
Günün ve haftanın ortalamasını düşünürsek fare doğuran dağ misali maçlardan biri oldu bu maç. Avrupa'nın üç büyük liginde haftanın maçları belki de haftanın en kötüsü oldular. El Clasico beklenen heyecanın çok uzağında olunca önce bu maça, ardından da Arsenal-Liverpool maçına yöneldi bakışlar ancak Premier Lig'deki dev maçın "8+3" dakikalık uzatma bölümü haricinde üç maç resmen sıfır çekmiş oldu.
Fazlaca sıkıcı ve net pozisyon sayısının bir hayli az olduğu her maç gibi uzun uzadıya yorumlanamayacak bir maçtı bu. Fiorentina 90 dakikanın hemen hemen 80 dakikalık bölümünde kontrolü elinde tutup topa sahip olup oyunu kuran takım olurken Juventus yenilmemek için gelen bir takım olarak kapandı ve maçın 0-0 ilerlemesinden memnun görünmekteydi. Üzerine bir de Fiorentina'nın hücum hattının kötü ötesi olması her şeye tuz biber ekti ve maç golsüz noktalandı.
Sahaya 4-3-2-1 düzeniyle çıkan Fiorentina'nın ilk 11'ine bakalım ve öyle devam edelim:
Boruc, De Silvestri-Gamberini-Kroldrup-Pasqual, Behrami-Montolivo-Vargas, Cerci-Mutu, Gilardino
Ayrıca ikinci yarıda 69. dakikada Cerci-Ljajic ve 76. dakikada Behrami-Donadel değişiklikleri oldu.
Kadroda De Silvestri takımın açık ara en iyi sağ beki olarak oynamayı hak eden isimdi. Kendisinin ilk 11'de olması ve genel anlamda vasat olan maçta kendince başarılı olması olumlu bir detaydı. En azından Juve'nin birkaç hücumunu yerinde ve erken keserek kısır maçın olası birkaç pozisyonunu yok etmiş oldu. Cerci ise sahadaki yirmi iki adam arasında en kötü isimdi muhtemelen. Evet bir Felipe Melo ve Mutu düşmanı olarak "Onlardan bile kötüydü!" diyebilirim Cerci için!
Cerci'nin bu çok kötü oyununa Mihajlovic'in 69. dakikaya kadar dayanabilmesi, Mutu'nun bencil oyunuyla birleşince hücumda Gilardino'ya top taşımak Barış-Ayhan-Mustafa üçlüsü ile Total Futbol oynamaktan daha imkansız bir hale geldi. Mutu hakkındaki isyanımın nefretten kaynaklı olmadığını ise maçın 20. ve 82./83. dakikalarındaki pozisyonlarda inceyelebilirsiniz. Gol olması muhtemel iki atağı tamamen kendini kahraman ilan etme adına yok etti. Ya anlamsız yerlerden anlamsız vuruşlar deniyor ya da üç-dört kişinin arasına girmekten çekinmiyor. Böyle bir oyuncu ile gol atamazsınız, olmaz, olamaz. Mahkumsunuz atamamaya.
Fiorentina'nın kendi çapında oynadığı, Juventus'un ise gol atamayan rakibin verdiği rahatlıkla beraberliği yeterli gördüğü, belki de iki takım adına da fark yedikleri maçlar dahil sezonun en kötü maçıydı.
Maçın Özeti:
13.04.2011
Fiorentina: Serie A'nın En Fazla Kar Eden Kulübü & 2
yazan:
a.c. sedef
The Swiss Ramble'ın yazdığı "Serie A'nın En Fazla Kar Eden Kulübü - Fiorentina" başlıklı tek parça yazıyı bölümler halinde yayınlamaya başlamıştık. İlk etapta iflas döneminden bahsederken şimdi de batan kulübün nasıl yükseldiğini özetleme kısmına geldi. İlk iki bölüm Fiorentina'nın yakın tarihinin en yalın özetlerinden biri olmuş oldu böylece, bu yazıdan sonraki bölümler futboldan ziyade iş/ekonomi katkılı olacak diyelim ve yazıya bırakalım sözü:
- 1. Bölüm: İflas
Bölüm 2: Mor Anka Kuşu
Fiorentina, 2002 yılında servetini ayakkabı ve deri endüstrisine borçlu Della Valle kardeşler tarafından yok olma sürecinden kurtarıldı. Kardeşlerden Diego, kulübün sahibi oldu ve başkanlık makamına oturdu; diğer kardeş Andrea ise kulübün güncel olarak işlerini takip eden gerçek yönetici konumundaydı. Suların durulmasını sağlayan Della Valle biraderler, Viola'yı iki sezon içinde -biraz da şansın etkisiyle- Serie A'ya döndürmeyi başardı.
Fiorentina ilk denemesinde Serie C2'yi şampiyon bitirerek Serie C1'e yükseldi ve bir anda "sportif değerler" adına Serie B'ye yükseltildi. O senenin ardından Serie B'deki takım sayısı da yirmi dörde çıktı. Bu durum hiçbir zaman tam olarak açıklanmadı ancak kulübün iki Scudetto(55/56 ve 68/69) ve altı İtalya Kupası'na sahip, her zaman üst seviyede mücadele etmiş köklü bir kulüp olmasının durumda etkisi olduğu aşikardı. Bu yükselmenin yaşandığı yıl, Della Valle kardeşler 2,5 milyon euro karşılığında kulübün klasik renk ve armasını geri alınca taraftarlara büyülenmişcesine mutlu olmaktan başka bir seçenek kalmamıştı.
Dikkat çekici şekilde, Viola lige çıktığı sezon zorlu bir yoldan da olsa üst lige çıkmayı başardı. Sıralamada altıncılığı alıp play-off'larda Perugia'yı 2-1 mağlup ederek ait oldukları yere, Serie A'ya geri döndü ve bu sefer tamamen borçsuzdu. İtalya'nın öncü kulüpleri arasında yerlerini sağlamlaştırarak, 2005 yazında iki önemli saha dışı transferine imza attırdı, Fiorentina: Cesare Prandelli'yi teknik direktör, Pantaleo Corvino'yu sportif direktör koltuğuna geçirdi.
Takım güçlü forveti Luca Toni'nin 34 maçta kaydettiği 31 golün de yardımıyla Serie A'yı beklenmedik şekilde dördüncü sırada bitirip Şampiyonlar Ligi'ne gitme hakkı kazandı. Ancak kulübün Juventus, Milan, Lazio ve Reggina ile birlikte, 2006 yılında polisin telefon dinlemeleriyle ortaya çıkardığı, hakem atamalarıyla maçlara şaibe karıştığını ortaya çıkaran Calciopoli skandalında yer alması yüzünden bu hakkı elinden alındı.
İlk kararın sonucunda Fiorentina tekrar Serie B'ye düşürüldü(Yine mi?) hem de bu kez 12 puanı silinmiş halde. Ancak kulüplerin temyize gitmesi sonucu Fiorentina'nın payına düşen Serie A'ya 19 puanının silinmesi karşılığında devam etmesi oldu ve son olarak da bu ceza 15 puana indirildi. Herkesin tahmini kulübün küme düşmemeye oynayacağı şeklindeyse de Fiorentina, her zamanki gibi, beklenmeyeni başardı ve UEFA vizesi almasını sağlayan bir altıncılıkla sezonu bitirdi.
Takımın bir tepede bir dipte haline uygun olarak gidişat devam etti: UEFA Kupası'nda Rangers'a penaltılarla şanssız bir şekilde yarı finalde elendiler,sonraki sezon ligi dördüncü bitirip Şampiyonlar Ligi'ne kalmayı başardılar ve bu başarıyı bir sonraki sezon da tekrarladılar.
2008/2009'daki eleme gruplarında üçüncü olup elendikleri Şampiyonlar Ligi sezonu etkileyici sayılmazdı, ama 2009/2010'da her şey taraftarların hayallerindeki gibiydi: Güçlü bir eleme grubunda ilk sıraya Liverpool'u evinde ve deplasmanda mağlup ederek oturan Viola, o sezonun finalisti olacak Bayern Münih'e deplasman golü kuralıyla elendi ki bu gollerden biri açık bir ofsayttı.
Bu başarıdan beri, güçlü yönetim yapısındaki isimlerden verilen firelerle, kulübün azmi körelmiş gibi görünüyor. İlk olarak, Felipe Melo'nun Juventus'a ve Pazzini'nin Sampdoria'ya satışından gelen parayı iyi kullanamamasının da etkisiyle yönetim yetenekleri sorgulanan Andrea Della Valle, 2009'un Ekim'inde başkanlık görevini bıraktığını açıkladı.
Taraftalara yazdığı açık mektupta Della Valle kulübe olan sevgisini vurgulamasına ve kulübün büyük hissedarı olarak kalmaya devam edeceğini belirtmesine rağmen, 2002'de kulübün devralınmasından beri Floransa'daki iklimin değişmesinden dert yandı. Böyle bir tepki doğmasında Bölge Yönetimi'nin kulübün yeni stat projesine destek vermekteki gayretsizliği en önemli nedendi.
2009/2010 sezonu Avrupa'da büyük başarılar getirse de ligde alınan on birincilik, dört sezon sonra ilk kez Avrupa Kupaları'na uzak kalınmasına sebep olması yüzünden, önemli bir başarısızlıktı. Takımın teknik direktörü Prandelli'nin İtalya Ulusal Takımı'nın başına geçmek için Floransa'yı terk etmesiyle durum daha da kötüleşti. Takımı başarıya götüren yönetimin sac ayağı yıkılmış, bu yapıdan geriye bir tek Sportif Direktör Pantaleo Corvino kalmıştı.
Viola'nın sportif başarı anlamında düşüşte olduğu bu sebeplerin de açıkça ortaya koyduğu biçimde gerçek. Ancak mali anlamda önemli bir başarı söz konusu. Dokuz sene önce mali enkaz halindeki bir kulüp şimdi Serie A'nın para liginin lideri konumunda. Peki bunu nasıl başardı?
Sonraki yazı; İtalya futbolu ekonomisinin tepesine nasıl çıkıldı? Başarılan aslında nedir?
Takımın bir tepede bir dipte haline uygun olarak gidişat devam etti: UEFA Kupası'nda Rangers'a penaltılarla şanssız bir şekilde yarı finalde elendiler,sonraki sezon ligi dördüncü bitirip Şampiyonlar Ligi'ne kalmayı başardılar ve bu başarıyı bir sonraki sezon da tekrarladılar.
2008/2009'daki eleme gruplarında üçüncü olup elendikleri Şampiyonlar Ligi sezonu etkileyici sayılmazdı, ama 2009/2010'da her şey taraftarların hayallerindeki gibiydi: Güçlü bir eleme grubunda ilk sıraya Liverpool'u evinde ve deplasmanda mağlup ederek oturan Viola, o sezonun finalisti olacak Bayern Münih'e deplasman golü kuralıyla elendi ki bu gollerden biri açık bir ofsayttı.
Bu başarıdan beri, güçlü yönetim yapısındaki isimlerden verilen firelerle, kulübün azmi körelmiş gibi görünüyor. İlk olarak, Felipe Melo'nun Juventus'a ve Pazzini'nin Sampdoria'ya satışından gelen parayı iyi kullanamamasının da etkisiyle yönetim yetenekleri sorgulanan Andrea Della Valle, 2009'un Ekim'inde başkanlık görevini bıraktığını açıkladı.
Taraftalara yazdığı açık mektupta Della Valle kulübe olan sevgisini vurgulamasına ve kulübün büyük hissedarı olarak kalmaya devam edeceğini belirtmesine rağmen, 2002'de kulübün devralınmasından beri Floransa'daki iklimin değişmesinden dert yandı. Böyle bir tepki doğmasında Bölge Yönetimi'nin kulübün yeni stat projesine destek vermekteki gayretsizliği en önemli nedendi.
2009/2010 sezonu Avrupa'da büyük başarılar getirse de ligde alınan on birincilik, dört sezon sonra ilk kez Avrupa Kupaları'na uzak kalınmasına sebep olması yüzünden, önemli bir başarısızlıktı. Takımın teknik direktörü Prandelli'nin İtalya Ulusal Takımı'nın başına geçmek için Floransa'yı terk etmesiyle durum daha da kötüleşti. Takımı başarıya götüren yönetimin sac ayağı yıkılmış, bu yapıdan geriye bir tek Sportif Direktör Pantaleo Corvino kalmıştı.
Viola'nın sportif başarı anlamında düşüşte olduğu bu sebeplerin de açıkça ortaya koyduğu biçimde gerçek. Ancak mali anlamda önemli bir başarı söz konusu. Dokuz sene önce mali enkaz halindeki bir kulüp şimdi Serie A'nın para liginin lideri konumunda. Peki bunu nasıl başardı?
Sonraki yazı; İtalya futbolu ekonomisinin tepesine nasıl çıkıldı? Başarılan aslında nedir?
- 1. Bölüm: İflas
11.04.2011
Adamsın Sabri Adamsın
yazan:
Mithra
Bunu ne zamandır dillendirmeye çalışıyordum. Sadece dünkü maç için değil bu sezon için konuşacak olursak, aslında ters orantılı olarak çalışan Sabri'ye endekslenmiş bir futbol takımımız var gibi duruyor.
Şöyle ki, 2008 yılının Mayıs başına dönelim. Lucescu dönemi ki kısa sürmesine rağmen Galatasaray'ın en başarılı dönemlerinden olan bu dönemden sonraki en iyi futbolu, en net futbolu oynadığımız dönem yine çok kısa olsa da Cevat Güler yönetimindeki o Galatasaray'dır. Feldkamp güzel bir temizlik yapıp, kaliteli yerli kadrosu oluşturmuştu. Neredeyse hiçbir yabancıdan verim alamıyorduk. Ama yerli kadronun arasındaki bağ o kadar kuvvetliydi ki, çok net bir futbol vardı sahada. Öyle haldır haldır saldırmıyorduk, ama karşı takımlara abartmıyorum, tek bir pozisyon vermeden bitirdiğimiz maçlar vardı. İşte böylesine bir takımda tek bir kişi aksıyordu. Tek bir kişiye bağırıyordum. Tek bir adam takımın emeklerinin içine etmek için uğraşıyordu. O da Sabri Sarıoğlu. İleri çıkardı, geriye dönmeyi unuturdu. Topu ayağında dolaştırırdı. Eksiklerini ya Emre Güngör, ya da Servet gidermeye çalışırdı.
Şimdi 2011'in Nisan ayındayız. Tarihin uzak ara en kötü dönemi. Asla hatırlamak istemeyeceğiz. Güzelim statta şu takımın oynaması, inanılır gibi değil. Halbuki ne hayaller kurmuştuk. Şimdi dönüp takıma bakıyorsun. Sene başında dünyaya 4-3-3 sistemini yayan 2-3 hocadan biri olan Rijkaard ve ekibine takım kurdurtuluyor, sistemin en önemli özelliği olan orta sahaya transfer yapılmıyor. Bize bütün sene Barış-Ayhan-Mustafa Sarp çilesi izlettiriliyor. Bunun dışında bir sürü inançsız, form düşüklüğü baki olan, yeniçeri sıfatındaki oyuncular ve sürekli sakat olanlar takımda yer alıyor. Bu nedenle rezil bir takım ortaya çıkıyor. İşte böyle bir takımda yaşadığı sakatlıkları saymazsak tek bir adam canla başla mücadele etti. Tek bir adam istikrarlı bir şekilde oyununu oynadı. Tek bir adam yaşının verdiği olgunlukla, Galatasaray'da oynamanın verdiği bilinçle oynadı. O adam yine Sabri Sarıoğlu.
Sabri bu dönemde ne yaptı? Rıdvan Dilmen klişesiyle üstüne koyarak devam etti. Belki olağanüstü değişimler değil bunlar, ama katkılar var. Bir kere 1.70'lik boyuna rağmen, bu adam öyle bire birde kolay kolay geçilmiyor. 2008'de arkasında derin boşluklar bırakırken, 2011'de defansın arkasını temizler oldu. Keita gibi bir partneri oldu ve oyununa çok büyük katkıları oldu. Hücuma ayarlı çıkar oldu.
Önümüzdeki sene için herkesin isteği vardır. Hala Sabri'ye takık olanlar da var. Ama onların bir yıldır takımı düzenli olarak takip etmediklerini düşünüyorum. Bu takımdan herkes ayrılabilir. Ama bırakın Sabri takımın sabiti olsun. Geri kalanlar değişkenler olmaya devam etsin. "Küçük düşünüyorsun" diyenler de olabilir. Bu takımın kaliteli hale gelebilmesi için, Sabri'nin takımın en iyi futbolcusu değil, en kötü futbolcusu olması gerekiyor. Şahsen, sahadaki diğer futbolcuların mücadele gücü için değil, yetersiz futbolcular için değil, Sabri'nin ortalarına küfür etmek istiyorum.
Ayrıca adamsın Sabri dedim. Çünkü sene başından beri, biri çıkıp da şöyle Sabri gibi içten bir konuşma yapmadı. Anca, "çok üstümüze geliyorlar","kısmet, önümüzdeki maçlara bakacağız","durumu düzelteceğiz" gibi havanda su dövercisine konuşmalar yapılıyor. Biriniz de çıkıp şu adam gibi konuşmadı. "Evet sürekli sakatlanıyor, aldığım paraları çatır çatır yiyiyorum" demediniz. "Evet hocaları biz gönderdik" demediniz. "Evet takım olamadık" demediniz. Çıkıp da şu adam taraftardan özür diliyorsa, geri kalan futbolcular gözümde bir Sabri Sarıoğlu etmez.
Linki düzelttim. Buradan Sabri'nin açıklamalarına bakabilirsiniz. Önemli söylemleri burada kalmaya devam etsin.
-Herkes yüzde yüzünü veriyor mu onu da düşünmek lazım
-Taraftarımız üzülüyor, sinirleniyor haklılar da. bizim onlara hiç bir zaman niye kızdınız sinirlendiniz gibi laf etme lüksümüz yok.
-Galatasaray'ı bu duruma biz soktuk. Bunun sorumluları hepimiziz. Çok üzgünüz. Sinirden neredeyse (burada birkaç saniye duraksıyor) kapı pencere parçalayacağız.
Küme Düşmek?: Galatasaray 0-1 Trabzonspor
yazan:
firat selcuk
Türkiye'nin genlerine uygun olarak, üzerine bir sürü komplo teorisi üretilen bir maçı geride bıraktık: Şampiyonluk yarışında olan bir Trabzon'a karşı, üzerine bundan sonra pek de konuşulmayacak kadar kötü bir sezon geçiren Galatasaray. 26. haftada ilk mağlubiyeti tadan Türk Telekom Arena, iki hafta sonra ilk seyircisiz maçını da yaşamış oldu.
Maç genelde alıştığımız tarzda bir orta saha mücadelesi olarak geçse de maçın başında Galatasaray biraz daha topu ileride tutarken Trabzon aceleci davranmadı ve sabırlı ataklarla yokladı Galatasaray kalesini. İlk yarıda sadece iki dakika oynayabilen Yekta ve maçı tamamlaması sürpriz olan Arda ile Galatasaray'in gol olabilecek iki pozisyonu var. Trabzon'un pek de net pozisyonu olmasa da ilk yarıda ceza sahasında etkili girişimleri oldu. Neredeyse bulabildiği tüm golcüleri sahaya süren Şenol Güneş'in bu kadar az pozisyon beklemediğini söyleyebiliriz.
İkinci yarıda gittikçe daha etkili oynamaya başlayan Trabzonspor 60. dakikadan sonra Yattara'nın girmesiyle oyunu Galatasaray yarı sahasına yığmayı başardı. Buna karşılık olarak Galatasaray kontra ataklarla boş alan buldu bir kaç kez ama son şutlarda başarılı olamayınca cezası puansız geçilen bir maç oldu. Pino'nun rahat bir pozisyonda pas vermeyip kendini kahraman yapma çabası bu kez pahalıya patladı ve bu bencilliğin dönüşüde maçtaki tek gol geldi. Bülent Ünder sadece maçın değil ligin de kaderini etkileyebilecek bu pozisyonu Pino'yu kadro dışı bırakarak cezalandırdı. Ayhan-Mustafa-Barış üçlüsüne bir buçuk sezondur tahammül eden camianın tek pozisyon ile bir futbolcuyu harcaması kabul edilemez bir olay. Bu üç isimden herhangi biri bundan sonra sadece "bir saniye" bile süre alsa Bülent Ünder'i ve bu yaptığını asla affetmeyip her gün daha sert eleştirme hakkını elimde bulundurduğumu düşünüyorum bir taraftar olarak. Bir fatura kesilecekse en kötü yabancı oyuncumuzdan bile önce gelecen en az beş tane yerli oyuncumuz var kadromuzda.
Dönelim maça; Burak'ın goldeki oyunu gayet doğruydu, son vuruşları da fazlasıyla düzeldi ve ilk patladığı dönemlerdeki gibi özgüvenle vurabiliyor, Trabzonspor'a gelmeden dibe vurmaktayken burada kendisini çok geliştirdi. Bugün Galatasaray'a kaybettirse de Milli Takım adına yararlı olacak bir gelişim bu. Galatasaray maçlarındaki etkili oyunu ve golleri ile sürekli öne çıkan Colman ise pek de beklenen Colman değildi doğrusu. Hatta çok kötüydü desek hakkını yemeyiz. Jaja ise genele göre baktığımızda vasattı, çok fazla yere düştü veya düşürüldü ki bu da istikrar sağlamasına engel oldu. Brozek ise ilk 11'de başladığı maçta Şenol Güneş'i şaşırtmayıp yapması gerekenleri yaptı, ne çok sivrildi ne de vasat oynadı, tam istenen oyunu oynayıp iyi bir performansla geceyi noktaladı.
Trabzonspor'un galibiyetinde ise Onur'un sakatlığı sonrası basın tarafından pek de güvenilmeyen Tolga büyük rol oynadı. Yekta'nın başlangıçtaki şutu dışında Arda'nın iki şutunu da çok iyi çıkardı ve hatasız oynadı. Onur'dan sonra kolay kolay kaleci performansı ile maç kazanamaz denen Trabzonspor bu maçı kalecisi ile kazanarak şampiyonluk yolundaki en ciddi mesajlardan birini verdi belki de. Trabzonspor adına Serkan da geçenin başarılı isimlerindendi, solda Insua ve Arda'yı birkaç kritik pozisyonda erkenden durdurarak olası tehlikeleri yok etti.
Galatasaray ise kaybetmesine rağmen alışılmışın dışında iyi bile oynadı denebilir. Özellikle ikinci yarıda savunma direnci beklenenden kolay kırılsa da takım halinde eski maçlardaki dağınıklık yoktu ve çoğu atak daha akillıcaydı, önceden olduğu gibi rastgele birkaç top yuvarlayıp pozisyon peşinde koşmaktansa organize davranır gibiydiler. Gibi diyoruz zira bunun oturup oturmadığını kestirmek tam bir muamma, bu hafta derli toplu gözüken takımın haftaya neler yapacağı tamamen sürpriz. Şu maçta bir de hafta içi oynanan A2 maçının üç yıldızından biri olan Cem Sultan'ı izlemeyi isterdik ancak şans bulamadı. Kazım atılmasa belki son kısımlarda şans bulabilecekti ancak Kazım'ın atılması maç sonu planları başka boyuta çekti doğal olarak.
Galatasaray amaçsız denen sezonun sonunda düşme tehlikesi gibi beklenmedik bir korku ile girecek gibi. Böyle seri kaybetmeye devam edilirse kalan haftalarda Buca'nın sadece on puan alması yetecek ki Buca bunu yapabilecek bir takım. "Tarihin en kötü sezonu" kabul edilebilir bir hal aldı ama küme düşme gibi fazlaca uç bir çöküş yaşanırsa "en utanç verici sezon" kavramı doğacaktır ki buna kimsenin hazır olduğunu düşünmüyorum.
goal.com
Haksızlık: Fiorentina 1-2 Milan
yazan:
firat selcuk
Öncelikle şunu söylemeliyim, hafta içi gelişmeleri pek de fazla takip edemedim. Bu yüzden de Mutu'nun neden ilk 11'de olmadığını bilmiyorum, itiraf etmiş olayım. Tabii ki bu gelişmeden memnun olduğumu dile getirmem şart. Maça çıkan ilk 11'de sürprizler vardı, mesela Mihajlovic'in prensi diyebileceğimiz ve pek vazgeçmediği Kroldrup yedekteyken Natali kadrodaydı. Behrami'nin tercih edilebileceği iki bölgede ise Donadel ve Comotto oynamaktaydı, Behrami kenarda oturmaktayken. Bu tercihlerin ikisinin de hatalı olduğunu maç içerisinde anlamak zorunda kaldı Mihajlovic. Şunu eklemek lazım, Behrami'nin sakatlığı vardı ancak ciddi değildi ve ilk 11'de başlaması bekleniyordu.
Maça istediğimiz gibi başladık dersek yalan söylemiş olurum, 8. dakikada gol yiyen takım maça nasıl istediği gibi başlamış olabilir ki? Son on dört maçında sadece bir kere yenilen Fiorentina için kendi sahasında Milan karşısında daha on dakika olmadan geriye düşmek demek beraberliğin bile çok iyi bir ihtimal olacağını gösteriyordu. Çaresizce maçın nasıl geçeceğini izlemeliydik taraftar olaraktan, Mihajlovic'in ise biraz bekleyip ilk yarının ortalarında yeni bir plan sunması lazımdı mantıken, ancak o bunu tercih etmeyip başladığı şekilde ilk yarıyı noktalamayı planladı. Aslında golden sonra pek de kötü değildik, biraz etkili olsak ve dönem dönem kontrolü almaya çalışsak da ilk yarıda şu çıktı ortaya: Maç ortada gidiyordu ancak kontrol Milan'ın elindeydi. Biraz daha etkili olmaya başladılar, hafiften vitesi yükselttiler ve Natali'nin formsuz, Donadel'in vasatın bile çok altında olduğu savunma hattı daha fazla direnemedi. Haliyle de devre bitmeden Pato ile 2. gol geldi ve Fiorentina'nın "kazanma" içerikli tüm planları hayal oldu.
İlk yarıda Donadel ve Natali seçimleri elimizde patlamış olsa da çok daha fazla patlayan bir şey vardı: Adem Ljajic. Mutu konusunu bilmiyorum diyordum ancak sakat veya cezalı olmasa ilk 18'de olurdu, muhtemelen de yeri Ljajic ile doldurulmaya çalışıldı ki hafta içi çok az bakmıştım haberlere, Ljajic'in hazırlandığı söyleniyordu. Yani Ljajic'in ilk 11'de olacağı beklenen bir şeydi ancak beklenmeyen şey bu kadar kötü olacağı. Henüz büyük maçlar için yeterli olup olmayacağı konuşulan bu genç Sırp için bu kalibredeki maçları oynayıp yıldızlaşması için biraz daha zaman gerektiğini gördük. Montolivo'nun kurduğu oyunu Gilardino'ya bağlaması gereken Ljajic Van Bommel ve Gattuso'nun arasında yokları oynadı.
İkinci yarı teknikten ziyade fizik gücü ile Milan'ın yaşlı kurtlarını zorlayacak bir isim lazımdı ki 1993 doğumlu Khouma Babacar imdada yetişti. Belki de ikinci yarı maçın kaderini değiştiren adam olacak kadar da etkiliydi. İlk yarı Milan kontrolünde geçen maçın ikinci yarıda son derece sıkıcı olmasını bekliyordum ki Ibrahimovic'in iki dakikada kaçırdığı iki golle maç bir anda döndü karakter olarak. Milan'ın gitgide artan baskısı bir anda Fiorentina'nın tek kale oyununa döndü.
Bunda ilk etken Babacar olurken ikinci sırayı ise kesinlikle Vargas'ın kontrolü ele alması geliyordu. Son otuz beş dakikayı neredeyse tek kale oynarken bu oyunu yöneten Vargas oldu. Tüm bu olanlar sırasında Montolivo şanslı bir biletsiz seyirci edasıyla sahada dolaşmıyordu tabii ki, Fiorentina'nın en kötü anında bile bir şekilde orta sahayı toparlayıp bir kaptanın yapması gerekenleri bir bir yapıyordu, yine yaptı. Vargas-Babacar-Montolivo üçlüsü ile toparlanan takım puan almak için yeterli mücadeleyi gösterdi.
Diziliş hastaları için net şekilde olayı tanımlayalım: Maça tam olarak 4-2-3-1 düzeninde başlayan Fiorentina, Milan'a karşı bunu uygulayamadı. Ljajic-Babacar değişikliği ile klasik 4-4-2'ye dönüldü ve başarı geldi.
Klasik 4-4-2'nin önemi neydi peki? Cevap gayet basit: Prandelli döneminde takımın en iyi reaksiyon gösterdiği diziliş. Haliyle de takım en alışkın olduğu düzene geçince oyunu Milan yarı sahasına yıkıp son otuz beş dakikayı kabusa çevirdi rakip için.
Ve bu olurken belki de en can alıcı hamle geldi, Donadel-Behrami değişikliği. Fiorentina'ya geldiğinden beri kendine hayran bırakan Behrami, kısa süre içerisinde takım için nasıl önemli bir oyuncu olduğunu kanıtlama şansı buldu bir kez daha. Orta sahada Montolivo ile o kadar uyumlular ki Milan'ın kurt orta sahası bile buna çözüm bulamadı. Oyun içerisinde iki kritik dakika maçın kaderine doğrudan etki etti, 68. dakikada Gilardino yan topa indirildi, karar devam oldu. 72. dakikada ise bir penaltı pozisyonu daha vardı ki buna pek emin değildim, tekrarları yakalayamadım net olarak. Ancak ikisinden biri penaltı olabilse, hakem Milan'a karşı penaltı çalabilse işin rengi çok farklı olacaktı.
San Siro'da %100 penaltı olan bir pozisyonda hakem önce penaltı çalıp otuz saniye sonra kararından caymıştı. Ve bu sadece iki sene önce oldu, gayet taze yani her şey, hepsi hafızalarda. Böyle bir şey olurken, önceki sezon da yine İtalya'da epeyce konuşulan hakem kararıyla bir Milan maçı daha kaybedilirken, bu maçta penaltı ile maç çevireceğimizi sanıyorduk... Evet çocuk gibi inanmıştık buna, yine olmadı, yine beklenen oldu ve hak edilen penaltı gelmedi, Milan maçlarında şaşırmamayı öğrendim artık ben.
Bu penaltıların heyecanı sürerken Babacar ve Montolivo ile yakalanan pozisyonda top ceza yayı üzerinde Vargas'ın önüne düştü. Düşünelim, ceza yayı üzerine top düşecek, oraya koşarak gelen bir Vargas olacak ve savunmasız olacak hem top hem Vargas... Evet... Canlandırdınız sanırım olayı... Böyle bir pozisyon varsa ve siz Vargas'ı durduramıyorsanız golü yemek zorundasınız, Vargas da bunu gerçekleştirdi. Gattuso'ya çarpıp çarpmaması pek bir şey değiştirmiyordu, zira Gattuso orayı kapatmasa, orada kalabalık yaratmasa Vargas'ın daha rahat vuracağından eminiz sanırım?
Bundan sonrası yine çeşitli ataklara sahne olsa da Gilardino ve Babacar'a gereken top bir veya iki kere iletilince galibiyetle olmasa da puanla ödüllendirilmesi gereken ikinci yarı performansı tek bir golle yani teselli ikramiyesiyle sonuçlandı...
Ibra'nın kırmızı kartına gelirsek sadece büyük bir salaklık yaptı diyebilirim. Üç maçlık cezanın dönüşünde yeniden kırmızı görüp ceza alacak olmak çok başka bir başarı oldu.
Maça istediğimiz gibi başladık dersek yalan söylemiş olurum, 8. dakikada gol yiyen takım maça nasıl istediği gibi başlamış olabilir ki? Son on dört maçında sadece bir kere yenilen Fiorentina için kendi sahasında Milan karşısında daha on dakika olmadan geriye düşmek demek beraberliğin bile çok iyi bir ihtimal olacağını gösteriyordu. Çaresizce maçın nasıl geçeceğini izlemeliydik taraftar olaraktan, Mihajlovic'in ise biraz bekleyip ilk yarının ortalarında yeni bir plan sunması lazımdı mantıken, ancak o bunu tercih etmeyip başladığı şekilde ilk yarıyı noktalamayı planladı. Aslında golden sonra pek de kötü değildik, biraz etkili olsak ve dönem dönem kontrolü almaya çalışsak da ilk yarıda şu çıktı ortaya: Maç ortada gidiyordu ancak kontrol Milan'ın elindeydi. Biraz daha etkili olmaya başladılar, hafiften vitesi yükselttiler ve Natali'nin formsuz, Donadel'in vasatın bile çok altında olduğu savunma hattı daha fazla direnemedi. Haliyle de devre bitmeden Pato ile 2. gol geldi ve Fiorentina'nın "kazanma" içerikli tüm planları hayal oldu.
İlk yarıda Donadel ve Natali seçimleri elimizde patlamış olsa da çok daha fazla patlayan bir şey vardı: Adem Ljajic. Mutu konusunu bilmiyorum diyordum ancak sakat veya cezalı olmasa ilk 18'de olurdu, muhtemelen de yeri Ljajic ile doldurulmaya çalışıldı ki hafta içi çok az bakmıştım haberlere, Ljajic'in hazırlandığı söyleniyordu. Yani Ljajic'in ilk 11'de olacağı beklenen bir şeydi ancak beklenmeyen şey bu kadar kötü olacağı. Henüz büyük maçlar için yeterli olup olmayacağı konuşulan bu genç Sırp için bu kalibredeki maçları oynayıp yıldızlaşması için biraz daha zaman gerektiğini gördük. Montolivo'nun kurduğu oyunu Gilardino'ya bağlaması gereken Ljajic Van Bommel ve Gattuso'nun arasında yokları oynadı.
İkinci yarı teknikten ziyade fizik gücü ile Milan'ın yaşlı kurtlarını zorlayacak bir isim lazımdı ki 1993 doğumlu Khouma Babacar imdada yetişti. Belki de ikinci yarı maçın kaderini değiştiren adam olacak kadar da etkiliydi. İlk yarı Milan kontrolünde geçen maçın ikinci yarıda son derece sıkıcı olmasını bekliyordum ki Ibrahimovic'in iki dakikada kaçırdığı iki golle maç bir anda döndü karakter olarak. Milan'ın gitgide artan baskısı bir anda Fiorentina'nın tek kale oyununa döndü.
Bunda ilk etken Babacar olurken ikinci sırayı ise kesinlikle Vargas'ın kontrolü ele alması geliyordu. Son otuz beş dakikayı neredeyse tek kale oynarken bu oyunu yöneten Vargas oldu. Tüm bu olanlar sırasında Montolivo şanslı bir biletsiz seyirci edasıyla sahada dolaşmıyordu tabii ki, Fiorentina'nın en kötü anında bile bir şekilde orta sahayı toparlayıp bir kaptanın yapması gerekenleri bir bir yapıyordu, yine yaptı. Vargas-Babacar-Montolivo üçlüsü ile toparlanan takım puan almak için yeterli mücadeleyi gösterdi.
Diziliş hastaları için net şekilde olayı tanımlayalım: Maça tam olarak 4-2-3-1 düzeninde başlayan Fiorentina, Milan'a karşı bunu uygulayamadı. Ljajic-Babacar değişikliği ile klasik 4-4-2'ye dönüldü ve başarı geldi.
Klasik 4-4-2'nin önemi neydi peki? Cevap gayet basit: Prandelli döneminde takımın en iyi reaksiyon gösterdiği diziliş. Haliyle de takım en alışkın olduğu düzene geçince oyunu Milan yarı sahasına yıkıp son otuz beş dakikayı kabusa çevirdi rakip için.
Ve bu olurken belki de en can alıcı hamle geldi, Donadel-Behrami değişikliği. Fiorentina'ya geldiğinden beri kendine hayran bırakan Behrami, kısa süre içerisinde takım için nasıl önemli bir oyuncu olduğunu kanıtlama şansı buldu bir kez daha. Orta sahada Montolivo ile o kadar uyumlular ki Milan'ın kurt orta sahası bile buna çözüm bulamadı. Oyun içerisinde iki kritik dakika maçın kaderine doğrudan etki etti, 68. dakikada Gilardino yan topa indirildi, karar devam oldu. 72. dakikada ise bir penaltı pozisyonu daha vardı ki buna pek emin değildim, tekrarları yakalayamadım net olarak. Ancak ikisinden biri penaltı olabilse, hakem Milan'a karşı penaltı çalabilse işin rengi çok farklı olacaktı.
San Siro'da %100 penaltı olan bir pozisyonda hakem önce penaltı çalıp otuz saniye sonra kararından caymıştı. Ve bu sadece iki sene önce oldu, gayet taze yani her şey, hepsi hafızalarda. Böyle bir şey olurken, önceki sezon da yine İtalya'da epeyce konuşulan hakem kararıyla bir Milan maçı daha kaybedilirken, bu maçta penaltı ile maç çevireceğimizi sanıyorduk... Evet çocuk gibi inanmıştık buna, yine olmadı, yine beklenen oldu ve hak edilen penaltı gelmedi, Milan maçlarında şaşırmamayı öğrendim artık ben.
Bu penaltıların heyecanı sürerken Babacar ve Montolivo ile yakalanan pozisyonda top ceza yayı üzerinde Vargas'ın önüne düştü. Düşünelim, ceza yayı üzerine top düşecek, oraya koşarak gelen bir Vargas olacak ve savunmasız olacak hem top hem Vargas... Evet... Canlandırdınız sanırım olayı... Böyle bir pozisyon varsa ve siz Vargas'ı durduramıyorsanız golü yemek zorundasınız, Vargas da bunu gerçekleştirdi. Gattuso'ya çarpıp çarpmaması pek bir şey değiştirmiyordu, zira Gattuso orayı kapatmasa, orada kalabalık yaratmasa Vargas'ın daha rahat vuracağından eminiz sanırım?
Bundan sonrası yine çeşitli ataklara sahne olsa da Gilardino ve Babacar'a gereken top bir veya iki kere iletilince galibiyetle olmasa da puanla ödüllendirilmesi gereken ikinci yarı performansı tek bir golle yani teselli ikramiyesiyle sonuçlandı...
Ibra'nın kırmızı kartına gelirsek sadece büyük bir salaklık yaptı diyebilirim. Üç maçlık cezanın dönüşünde yeniden kırmızı görüp ceza alacak olmak çok başka bir başarı oldu.
8.04.2011
Fiorentina: Serie A'nın En Fazla Kar Eden Kulübü & 1
yazan:
a.c. sedef
Birazdan okumaya başlayacağınız bu yazı hiçbir Artemio Franchi Blog yazarının kaleminden çıkmamıştır. Yazı, ekonomik futbol analizleri kaleme alan İngiliz bir blogger(The Swiss Ramble) tarafından kaleme alınmıştır. Yazının gerçek verilerle ortaya konmuş ciddi anlamda dolu bir analiz olduğunu fark etmemizle Türkçe'ye kazandırmanın hem Fiorentina'yı hem de Türkçe futbol bloglarını takip edenler için çok yararlı olduğu fikrinde birleştik. Uzun ve çok ayrıntılı bir analiz olduğundan bir yazı dizisi gibi parça parça yayınlamakta karar kıldık. Umarız çeviride gerekli başarıyı gösterip bu harika analizi size layıkıyla ulaştırabiliriz.
Bölüm 1: İflas!
Uzun yıllardır, futbol takip edenlerin Fiorentina'ya hayran olması için pek çok sebep sayılabilir. Çoğunluk, bünyesinde bulundurduğu Roberto Baggio, Giancarlo Antognoni ve Manuel Rui Costa gibi yetenekli yıldızları ve Gabriel Batistuta gibi hünerli bir golcüyü bu sebeplerin başında gösterirken, bazıları ise dünyanın en güzel şehirlerinden biri olan, Floransa'dan bir kulübün peşinde olmanın çekiciliğine kapılıyor. Diğer taraftan moda delileri ise takımın takma adı Viola'ya ilham veren kendine has renginden etkileniyor.
Taraftarların tüm bu güzel gerekçelerine rağmen, özellikle takımın ilk yedi haftada beş puan toplayıp ligin dibine demir atması yüzünden, bu sezon Fiorentina için pek de hatırlanmaya değer geçmiyor. Neyse ki, o karanlık günlerden beri yaralar sarıldı ve on dört maçta tek mağlubiyetle geçilen bir döneme girilmesiyle takım puan durumunun üst yarısına tırmandı.
Ancak kulübün kadrosundaki Gilardino, Montolivo, Vargas, Frey gibi kilit oyuncuların geçen yaz döneminde daha büyük kulüplerden gelen tekliflere rağmen elde tutulabilmesi düşünüldüğünde; bu sonuç, Viola için pek de tatmin edici olmamalı.
Diğer yandan, şunu da belirtmek gerekir ki takımın; genç yıldız Jovetic'i, yeni transferleri D'Agostino ve Felipe'yi, takım lideri Montolivo'yu ve patlayıcı güç Vargas'ı da içeren fazlasıyla uzun bir sakatlar listesiyle boğuşması da bu durumda önemli bir etkendi. Ki, bu sakatlık laneti Ocak ayında, takıma katılalı birkaç hafta olmuşken İsviçreli orta saha Behrami'yi de etkisi altına aldı.
Buna bir de İtalyan doping kurallarına uymayan bir iştah giderici alan Adrian Mutu'nun dokuz aylık ceza sonucu, uzun vadeli yokluğunu ekleyin... Her ne kadar Romanyalı'nın kendini bitirmeye yönelik iştahı dinmek bilmese de Fiorentina yokluğunda gollerini çok aradı ve hücumda Gilardino'ya bağımlı hale geldi.
Gelgelelim, bu kötüş gidişteki ana etken bunlardan hiçbiri değil aslında, uzun süre kulübe hizmet etmiş ve birçoklarınca hayran olunan teknik direktör Cesare Prandelli'nin İtalya Milli Takımı'nın başına geçmek için Floransa'dan ayrılması. Yerine geçen ise oyuncu olarak Serie A'daki çok büyük tecrübesine karşın, geçen sene sezon sonu Catania'yı ligde tutarak yarattığı küçük mucizeye rağmen, teknik direktör olarak daha işin başında olan Sinisa Mihailjovic olmuştu. Bunula beraber, Prandelli'nin yerini doldurmak çok zor bir iş elbette, özellikle de böylesine genç bir hoca için.
Oysa bu çalkantılı dönemin ortasında bir şey fark edilmeden kalmıştı: La Gazetta Dello Sport'un birkaç hafta önce yayımladığı bir araştırmaya göre Fiorentina'nın Serie A'da en çok kar eden kulüp haline geldiği gerçeği. Halbuki, bu başarı, 1993'te film yapımcısı baba Mario Cecchi Gori'nin ölümüyle birlikte kulübü devralan oğlu Vittorio Cecchi Gori'nin berbat yoneticilik dönemi sonrasında, kulübün 2002'de kayyuma devrine kadar varan fırtınalı finansal geçmişi hesaba katıldığında çok anlamlıydı.
Baba Gori, Fiorentina tribünleri tarafından çok seviliyordu ama Oğul Gori için durum tamamen tersiydi. Oğul Gori, takımın başındayken başarılı sonuçlar alan Gigi Radice'yi aktris karısı hakkında yaptığı birkaç yersiz yorum yüzünden görevden almış, yerine takımın başına geçirdiği Aldo Groppi'nin kısa süreli yönetimi takım için gerçek bir faciaya dönüşüp Mor Menekşeler'in Serie B'ye düşmesiyle sonuçlanınca, taraftarın nefretini kazanmayı başarmıştı. Bu noktada, yıllarca transferlere ve oyuncu maaşlarına yapılan hesapsız harcamalar yüzünden ortaya çıkan mali sorunların boyutu, tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı: Kulüp çok büyük borç yükü altında ve oyuncularına maaş veremez haldeydi.
Finansal çöküşün sonucu olarak; İtalyan futbol mercileri, Fiorentina'yı iki klasman daha düşürüp İtalya futbolunun dördüncü seviyesi Serie C2'ye indirdiler. Kulübün ismi ve logosuna bile el konulunca adı Florentia Viola olarak anılmaya başlandı. Takımın yıldızları; Enrico Chiesa ve Nuno Gomes de dahil olmak üzere, bütün oyunculara bonservis bedelsiz takımdan ayrılma hakkı tanındı. Anlaşılabilir şekilde, kulübe sadık kalan yorulmak bilmez orta saha Angelo Di Livio dışında bütün oyuncular bu haklarını kullanarak takımdan ayrıldılar.
Vittorio Cecchi Gori'nin akılsızca yönetimi yüzünden o tarihe kadar yedi kere şampiyonluk mücadelesi verip iki Scudetto kazamış, yedi İtalya Kupası finalinde dört şampiyonluk almış ve ülkesini çeşitli tarihlerde dört Avrupa Kupası finalinde temsil etmiş doksan altı yıllık köklü bir kulüp, ismi ve arması değiştirilmiş bir halde İtalyan futbolunun dibine inmişti.
Sonraki bölüm; Della Valleler ile başlayan yükseliş...
Gelgelelim, bu kötüş gidişteki ana etken bunlardan hiçbiri değil aslında, uzun süre kulübe hizmet etmiş ve birçoklarınca hayran olunan teknik direktör Cesare Prandelli'nin İtalya Milli Takımı'nın başına geçmek için Floransa'dan ayrılması. Yerine geçen ise oyuncu olarak Serie A'daki çok büyük tecrübesine karşın, geçen sene sezon sonu Catania'yı ligde tutarak yarattığı küçük mucizeye rağmen, teknik direktör olarak daha işin başında olan Sinisa Mihailjovic olmuştu. Bunula beraber, Prandelli'nin yerini doldurmak çok zor bir iş elbette, özellikle de böylesine genç bir hoca için.
Oysa bu çalkantılı dönemin ortasında bir şey fark edilmeden kalmıştı: La Gazetta Dello Sport'un birkaç hafta önce yayımladığı bir araştırmaya göre Fiorentina'nın Serie A'da en çok kar eden kulüp haline geldiği gerçeği. Halbuki, bu başarı, 1993'te film yapımcısı baba Mario Cecchi Gori'nin ölümüyle birlikte kulübü devralan oğlu Vittorio Cecchi Gori'nin berbat yoneticilik dönemi sonrasında, kulübün 2002'de kayyuma devrine kadar varan fırtınalı finansal geçmişi hesaba katıldığında çok anlamlıydı.
Baba Gori, Fiorentina tribünleri tarafından çok seviliyordu ama Oğul Gori için durum tamamen tersiydi. Oğul Gori, takımın başındayken başarılı sonuçlar alan Gigi Radice'yi aktris karısı hakkında yaptığı birkaç yersiz yorum yüzünden görevden almış, yerine takımın başına geçirdiği Aldo Groppi'nin kısa süreli yönetimi takım için gerçek bir faciaya dönüşüp Mor Menekşeler'in Serie B'ye düşmesiyle sonuçlanınca, taraftarın nefretini kazanmayı başarmıştı. Bu noktada, yıllarca transferlere ve oyuncu maaşlarına yapılan hesapsız harcamalar yüzünden ortaya çıkan mali sorunların boyutu, tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı: Kulüp çok büyük borç yükü altında ve oyuncularına maaş veremez haldeydi.
Finansal çöküşün sonucu olarak; İtalyan futbol mercileri, Fiorentina'yı iki klasman daha düşürüp İtalya futbolunun dördüncü seviyesi Serie C2'ye indirdiler. Kulübün ismi ve logosuna bile el konulunca adı Florentia Viola olarak anılmaya başlandı. Takımın yıldızları; Enrico Chiesa ve Nuno Gomes de dahil olmak üzere, bütün oyunculara bonservis bedelsiz takımdan ayrılma hakkı tanındı. Anlaşılabilir şekilde, kulübe sadık kalan yorulmak bilmez orta saha Angelo Di Livio dışında bütün oyuncular bu haklarını kullanarak takımdan ayrıldılar.
Vittorio Cecchi Gori'nin akılsızca yönetimi yüzünden o tarihe kadar yedi kere şampiyonluk mücadelesi verip iki Scudetto kazamış, yedi İtalya Kupası finalinde dört şampiyonluk almış ve ülkesini çeşitli tarihlerde dört Avrupa Kupası finalinde temsil etmiş doksan altı yıllık köklü bir kulüp, ismi ve arması değiştirilmiş bir halde İtalyan futbolunun dibine inmişti.
Sonraki bölüm; Della Valleler ile başlayan yükseliş...
6.04.2011
Vazgeçilemeyen Adam(!): Barış Özbek
yazan:
alexander goygoyeviç
Bu gencin Galatasaray'a gelişi Kalli zamanına denk geliyor. Ki, Kalli dediğimiz adam, son derece kurt birisi. Futbol konusunda otorite kabul edilen, gerek Almanya'da, gerekse de ülkemizde büyük saygı duyulan bir spor adamı. İşte, Kalli dede bu adamı alıp geldiğinde takvim yaprakları 2007 yılını gösteriyordu. O yıl, Alman U21 Milli Takımı'nda da forma giyen Barış Özbek için kariyerinde dönüm noktasıydı kuşkusuz.
Kalli'nin forma şansı tanıdığı bu genç dostumuz, ihtiyar hocanın görevi bırakması sonrasında da aynı formayı terletmeye devam etti. Feldkamp'ın yerine gelen Cevat Güler ve sonrasında takımın başına geçen Skibbe dönemlerinde de bol bol forma şansı buldu. Hadi, Cevat Güler, Kalli'nin kurduğu takımla devam etmek zorunda kalmıştı. Ama Skibbe sezon başında göreve gelmiş bir futbol adamı olarak kendi takımını nispeten oluşturma şansına sahipti ve o da Barış'ı yeterli görerek kadroda yer verdi. "Skib bıraktı"ktan sonra da aynı tablo, Büyük Kaptan Bülent Korkmaz'ın görevi devralmasıyla beraber devam etti. Barış yine forma şansı buluyordu yani.
Şimdiye kadar bahsi geçenler, Bülent Korkmaz ve Cevat Güler'i saymazsak hep Alman kökenli kimselerdi. Bırakın Galatasaray'ı, Alman U21 Milli Takımı'nın hocaları dahi -ki onların da son derece Alman insanlar olduğundan eminim- Barış ve futbolu konusunda bir sıkıntı sezinlemediler.
Yani, Barış ve Alman ekolü arasında bir bağlantı kurmaya çalışıyorum. Hani, hep Alman teknik adamlar tarafından kollanmış, şans verilmiş falan ya?.. İşte, belki Alman ulusunun genlerinde bulunan küçücük, miniminnacık bir hatanın, Barış'ın futbolunun göze hoş gelmesine neden olabileceği gibi absürt bir tez peşindeyim anlayacağınız.
Ama ne kadar zorlarsam zorlayayım, tezim Frank Rijkaard noktasında sıkışıp kalıyor. O Rijkaard ki, hem oyunculuğu, hem de teknik direktörlüğü ile çağdaş futbolun yüzü, total futbolun yeryüzündeki gölgesi, uluslararası futbol elçisi, kıvırcık saçlı, esmer, güzel insan. Oyunculuğu döneminde oynadığı takımlara çağ atlatmış, teknik direktörlüğünde ise "Barcelona" gibi bir mucizenin temel taşlarını koymuş bir kişi. Öyle böyle değil yani. Hem Almanlıkla da zerre alakası yok. Surinam asıllı bir güzel insan evladı.
İşte o Rijkaard dahi, teknik direktörlüğü döneminde Barış'a forma vermeye devam etti ve yıllar sonra dahi "Barış Özbek-Ayhan Akman-Mustafa Sarp" olarak anılacak fantastik bir üçlünün yapı taşı olarak kendisine imkan tanıdı. Hani, sorun Almanlık falan da değil yani anlayacağınız.
Tabii, bilindiği üzere, total futbol ve Rijkaard, Galatasaray'da pek kalıcı olamadı ne yazık ki. Yardımcısı Johan Neeskens ile beraber görevlerine son verildi. O Neeskens ki, futbolun kurtlarından, tilkilerinden başta gideni. O bile sesini çıkarmadı Barış'a.
Rijkaard ayrılınca görev Hagi ve Tugay ikilisine düştü. Şimdi, ülkemiz futbolunu takip edenlere bu kişileri özetlemem gerekmiyor sanırım. Hagi, Hagi işte. Başlı başına marka. Teknik direktörlüğünü geçelim ama, futbolculuğuna kimse laf edemez. İşte, bu futbol üstadının -ki o da Romen bir insan- bir futbolcuyu gözünden anlaması gerekirdi. Hakeza, Tugay da öyle. Sen ki koca Tugay Kerimoğlu, altyapının başına geçince biz Galatasaraylıların yüzünde mutluluk gülücükleri açtıran güzel insan, sen bile anlamadın Barış'taki sıkıntıyı. Aynı şekilde Galatasaray'da oynamaya devam etti o da...
Peki sonra ne oldu? Barış Özbek gibi birini Galatasaray'da oynatmaya kalkacak herhangi bir teknik direktöre ne olursa o oldu. Hagi görevinden ayrıldı yani. Sürpriz mi oldu peki? Hayır.
Peki mevcut durum ne? Hagi'den sonra Tugay ve Bülent Ünder göreve geldi ve bilin bakalım ne oldu?
Barış Özbek hala Galatasaray'da oynuyor?!!.. Şaka gibi değil mi? ama gerçek...
Bu da, Bülent hoca ve Tugay'ın Galatasaray'daki geleceklerini özetler bir gelişme. Hadi, tamam, bu ikilinin seneye zaten takımın başında kalmayacağı biliniyor ama, biraz ışık, biraz umut be arkadaş?..
Ama ben inanıyorum ki, bu basireti bağlanmış insanların devri bir gün son bulacak. Artık büyü mü, doğa üstü güçler mi, bu işe her kim el attıysa, onlar devre dışı kalacak.
Ben inanıyorum ki, Galatasaray'a gelen bir hocanın, Barış'ı görür görmez "Bu kim, kimsin sen, tesislere nasıl girdin, çık dışarı" diyeceği gün, Galatasaray'da bir şeyler düzelecek.
Ben inanıyorum ki, işte o gün Florya'nın üzerinde yine güneşler açacak, Galatasaraylılar yine gülümseyecekler. Sırtlarında sarı kırmızı parçalı forma olan küçük çocuklar göreceğiz yine. Babalarının ellerinden tutup maça giderken marşlar söyleyecekler. Yine Avrupa zaferleri sonrasında arabalarla konvoylar düzenlenecek ülkemde. Galatasaray forması giymiş ecnebiler göreceğiz yurt dışına çıktığımızda, "Ooo, Galatasaray, I know Arda Turan" diyerek el sallayacaklar bize.
Ben buna inanıyorum işte.
Biliyor ve inanıyorum ki, güneşin doğuşuna en yakın saatler, karanlığın en yoğun olduğu saatlerdir.
Kalli'nin forma şansı tanıdığı bu genç dostumuz, ihtiyar hocanın görevi bırakması sonrasında da aynı formayı terletmeye devam etti. Feldkamp'ın yerine gelen Cevat Güler ve sonrasında takımın başına geçen Skibbe dönemlerinde de bol bol forma şansı buldu. Hadi, Cevat Güler, Kalli'nin kurduğu takımla devam etmek zorunda kalmıştı. Ama Skibbe sezon başında göreve gelmiş bir futbol adamı olarak kendi takımını nispeten oluşturma şansına sahipti ve o da Barış'ı yeterli görerek kadroda yer verdi. "Skib bıraktı"ktan sonra da aynı tablo, Büyük Kaptan Bülent Korkmaz'ın görevi devralmasıyla beraber devam etti. Barış yine forma şansı buluyordu yani.
Şimdiye kadar bahsi geçenler, Bülent Korkmaz ve Cevat Güler'i saymazsak hep Alman kökenli kimselerdi. Bırakın Galatasaray'ı, Alman U21 Milli Takımı'nın hocaları dahi -ki onların da son derece Alman insanlar olduğundan eminim- Barış ve futbolu konusunda bir sıkıntı sezinlemediler.
Yani, Barış ve Alman ekolü arasında bir bağlantı kurmaya çalışıyorum. Hani, hep Alman teknik adamlar tarafından kollanmış, şans verilmiş falan ya?.. İşte, belki Alman ulusunun genlerinde bulunan küçücük, miniminnacık bir hatanın, Barış'ın futbolunun göze hoş gelmesine neden olabileceği gibi absürt bir tez peşindeyim anlayacağınız.
Ama ne kadar zorlarsam zorlayayım, tezim Frank Rijkaard noktasında sıkışıp kalıyor. O Rijkaard ki, hem oyunculuğu, hem de teknik direktörlüğü ile çağdaş futbolun yüzü, total futbolun yeryüzündeki gölgesi, uluslararası futbol elçisi, kıvırcık saçlı, esmer, güzel insan. Oyunculuğu döneminde oynadığı takımlara çağ atlatmış, teknik direktörlüğünde ise "Barcelona" gibi bir mucizenin temel taşlarını koymuş bir kişi. Öyle böyle değil yani. Hem Almanlıkla da zerre alakası yok. Surinam asıllı bir güzel insan evladı.
İşte o Rijkaard dahi, teknik direktörlüğü döneminde Barış'a forma vermeye devam etti ve yıllar sonra dahi "Barış Özbek-Ayhan Akman-Mustafa Sarp" olarak anılacak fantastik bir üçlünün yapı taşı olarak kendisine imkan tanıdı. Hani, sorun Almanlık falan da değil yani anlayacağınız.
Tabii, bilindiği üzere, total futbol ve Rijkaard, Galatasaray'da pek kalıcı olamadı ne yazık ki. Yardımcısı Johan Neeskens ile beraber görevlerine son verildi. O Neeskens ki, futbolun kurtlarından, tilkilerinden başta gideni. O bile sesini çıkarmadı Barış'a.
Rijkaard ayrılınca görev Hagi ve Tugay ikilisine düştü. Şimdi, ülkemiz futbolunu takip edenlere bu kişileri özetlemem gerekmiyor sanırım. Hagi, Hagi işte. Başlı başına marka. Teknik direktörlüğünü geçelim ama, futbolculuğuna kimse laf edemez. İşte, bu futbol üstadının -ki o da Romen bir insan- bir futbolcuyu gözünden anlaması gerekirdi. Hakeza, Tugay da öyle. Sen ki koca Tugay Kerimoğlu, altyapının başına geçince biz Galatasaraylıların yüzünde mutluluk gülücükleri açtıran güzel insan, sen bile anlamadın Barış'taki sıkıntıyı. Aynı şekilde Galatasaray'da oynamaya devam etti o da...
Peki sonra ne oldu? Barış Özbek gibi birini Galatasaray'da oynatmaya kalkacak herhangi bir teknik direktöre ne olursa o oldu. Hagi görevinden ayrıldı yani. Sürpriz mi oldu peki? Hayır.
Peki mevcut durum ne? Hagi'den sonra Tugay ve Bülent Ünder göreve geldi ve bilin bakalım ne oldu?
Barış Özbek hala Galatasaray'da oynuyor?!!.. Şaka gibi değil mi? ama gerçek...
Bu da, Bülent hoca ve Tugay'ın Galatasaray'daki geleceklerini özetler bir gelişme. Hadi, tamam, bu ikilinin seneye zaten takımın başında kalmayacağı biliniyor ama, biraz ışık, biraz umut be arkadaş?..
Ama ben inanıyorum ki, bu basireti bağlanmış insanların devri bir gün son bulacak. Artık büyü mü, doğa üstü güçler mi, bu işe her kim el attıysa, onlar devre dışı kalacak.
Ben inanıyorum ki, Galatasaray'a gelen bir hocanın, Barış'ı görür görmez "Bu kim, kimsin sen, tesislere nasıl girdin, çık dışarı" diyeceği gün, Galatasaray'da bir şeyler düzelecek.
Ben inanıyorum ki, işte o gün Florya'nın üzerinde yine güneşler açacak, Galatasaraylılar yine gülümseyecekler. Sırtlarında sarı kırmızı parçalı forma olan küçük çocuklar göreceğiz yine. Babalarının ellerinden tutup maça giderken marşlar söyleyecekler. Yine Avrupa zaferleri sonrasında arabalarla konvoylar düzenlenecek ülkemde. Galatasaray forması giymiş ecnebiler göreceğiz yurt dışına çıktığımızda, "Ooo, Galatasaray, I know Arda Turan" diyerek el sallayacaklar bize.
Ben buna inanıyorum işte.
Biliyor ve inanıyorum ki, güneşin doğuşuna en yakın saatler, karanlığın en yoğun olduğu saatlerdir.
5.04.2011
İtibar vs. Ekonomi: Fiorentina-Juventus Hattı
yazan:
firat selcuk
Günlük olarak yine haberleri kontrol ederken gayet can sıkıcı iki şeye rastladım. Fiorentina'nın elinden uçup gitmesi muhtemel oyuncuları var ve bu konuda mide bulandırıcı dedikodular yine ortaya çıkmış durumda. Montolivo'nun önümüzdeki sezon için iyi bir takım kurulmazsa yolcu olacağı zaten bilinen bir şey, Gilardino'nun da İtalya dışından gelen bir teklife balıklama atlayacağını biliyoruz. Bu isimler için önümüzdeki transfer sezonu epeyce hareketli geçecek yani.
Can sıkan esas nokta tabii ki bu değil, bu isimlerin Juventus'a transfer olma ihtimalleri. Şunu biliyoruz ki Juventus iyi bir oyuncu için başka bir iyi oyuncusunu üstelik yeni transfer etmiş olsa bile gözden çıkarabilir. Bu yapıda bir takım olduklarını düşününce dedikoduların ilk ve bence zayıf olanının bile gerçekleşme ihtimali doğuyor: Gilardino-Matri takası.
Sezon arası geldiği Juve'de maç başı 0.5 gol ortalamasının üzerine çıkan Matri her şeye rağmen Gilardino transferi için harcanabilir. Zira anlamadığım bir şekilde Iaquinta'yı seviyorlar ve satmadılar sezon ortasındaki tekliflere rağmen. Bu açıdan bakınca da Matri'yi Fiorentina'da yeniden doğan Gilardino için feda etmeleri sürpriz olmayacak, sadece biraz şaşırtır ve birkaç güne unutulur bu hamle.
1990'da Baggio'nun Juventus'a satılmak zorunda kalmasıyla iyice alevlenen Fiorentina-Juventus nefretinden sonra Floransa'dan Torino'ya atılan her adım isyanla karşılandı. 1.5 sezon önce Felipe Melo'nun Fiorentina'dan Juventus'a transferinde bile kulüp binasına ve stadyuma pankartlar asıldı, sprey boyalarla tehdit mesajları bırakıldı. Bir Fiorentinalı, Juventus'a gitmemeliydi, tek düşünce buydu. Felipe Melo gibi Serie A'nın en nefret edilen isimlerinden biri haline gelen oyuncu için bile isyan edildi, başkana ve yönetime hakaretler edildi. Melo'yu satarsanız armayı/formayı satmış olursunuz mesajı bile verildi ancak taraftar baskısını arkasına alan Della Valle kardeşler bu transferi gerçekleştirdiler. Baggio'nun ağlayarak, istemeyerek, adeta silah zoruyla Juventus'a gidişinden beri Fiorentina açısından durum pek parlak değil konu Juventus oldu mu.
İşte bu yüzden transfer konusundaki ikinci söylenti insanın kanını donduran cinsten, en azından bir Fiorentinalı için: "Montolivo Juventus'a gidiyor!". Kaptan Riccardo Montolivo bugünlerde maaşına güzel bir zam ile süslenen bir yeni sözleşme bekliyor ki takımda Mutu gibi saçma bir isim ne alıyorsa bunun en az üç katını alması gereken bir isim Kaptan Montolivo. Bu açıdan kendisinin orta sahasını şahlandırdığı, kaptanlığını yaptığı ve taraftar tarafından tapıldığı takımda en çok değilse de en çok kazanan iki-üç isimden biri olmayı istemesi doğal. Sözleşme istediği kadar iyileştirilmiş olmazsa transfer isteyeceği bilinmekte. Sezon başı yayınladığım maaş listesine bakarsak da "kaptan" unvanına sahip ve ülkenin milli takımında ilk 11'in değişmezi olan, kendi bölgesinde değil milli takımın, ligin bile en iyi birkaç oyuncusundan biri olan adamın kaptan olduğu kulüpte en çok kazanan 6. adam olduğunu görüyoruz. Ben ülkemin ve Avrupa'nın alanımdaki sayılı yıldızlarından olayım ama kazandığım para Marchionni ve Cristiano Zanetti gibi iki tane kötü futbolcudan daha az olsun... Sanırım ben de daha fazla para isterdim o ortamda.
Montolivo şu durumdayken Juventus fırsat kollayacaktır elbette ki Inter ve Milan da hazır bekliyor. Ayrıca Fabregas'ın Barcelona yolunu tutması durumunda Nuri Şahin ile birlikte en güçlü adayın Montolivo olduğu konuşulmakta. Montolivo giderim dedikten sonra teklif yapacak alternatif çok ki bu da piyasasının yükselmesi demek, yani her yıldızı birazcık makul ücret görünce yollayan Della Valle kardeşler için bulunmaz bir nimet. Juve'nin Aquilani'ye 14 Milyon € vermesi durumunda Montolivo işi zora girebilir ki bu aralar en büyük dileğimiz bu olmalı. Umarım alırlar kendisini Liverpool'dan.
Burada Fiorentina'nın karşısına iki yol çıkıyor: Ya paragöz Della Valle kardeşler Roberto Baggio'dan bu yana görülmüş en büyük gerginliği ve isyanı göze alıp Montolivo'yu ve Gilardino'yu Juventus'a verecekler ya da "o kadar da değil!" diyecekler ve bu iki oyuncuya imzaları attırıp eksik olan savunma takviyelerini tamamlayıp önümüzdeki sezona güzel bir kadro ile girecekler.
İtibarı seçmeleri durumunda taraftarın gözünde azalan kredileri yeniden ve tahmin etmedikleri şekilde artacak... Ancak ekonomiyi seçip bu oyuncuları satarak dolaylı yoldan kendi ceplerini seçtikleri vakit saçma bir söylenti olan "Fiorentina'yı satıp İngiltere'de kulüp alacakları yolundaki dedikoduları" ciddiye alıp Floransa'dan uçarak kaçmaları gerekecek. Görüldüğü üzere epeyce zor bir yaz dönemi bekliyor Della Valle kardeşleri...
Can sıkan esas nokta tabii ki bu değil, bu isimlerin Juventus'a transfer olma ihtimalleri. Şunu biliyoruz ki Juventus iyi bir oyuncu için başka bir iyi oyuncusunu üstelik yeni transfer etmiş olsa bile gözden çıkarabilir. Bu yapıda bir takım olduklarını düşününce dedikoduların ilk ve bence zayıf olanının bile gerçekleşme ihtimali doğuyor: Gilardino-Matri takası.
Sezon arası geldiği Juve'de maç başı 0.5 gol ortalamasının üzerine çıkan Matri her şeye rağmen Gilardino transferi için harcanabilir. Zira anlamadığım bir şekilde Iaquinta'yı seviyorlar ve satmadılar sezon ortasındaki tekliflere rağmen. Bu açıdan bakınca da Matri'yi Fiorentina'da yeniden doğan Gilardino için feda etmeleri sürpriz olmayacak, sadece biraz şaşırtır ve birkaç güne unutulur bu hamle.
1990'da Baggio'nun Juventus'a satılmak zorunda kalmasıyla iyice alevlenen Fiorentina-Juventus nefretinden sonra Floransa'dan Torino'ya atılan her adım isyanla karşılandı. 1.5 sezon önce Felipe Melo'nun Fiorentina'dan Juventus'a transferinde bile kulüp binasına ve stadyuma pankartlar asıldı, sprey boyalarla tehdit mesajları bırakıldı. Bir Fiorentinalı, Juventus'a gitmemeliydi, tek düşünce buydu. Felipe Melo gibi Serie A'nın en nefret edilen isimlerinden biri haline gelen oyuncu için bile isyan edildi, başkana ve yönetime hakaretler edildi. Melo'yu satarsanız armayı/formayı satmış olursunuz mesajı bile verildi ancak taraftar baskısını arkasına alan Della Valle kardeşler bu transferi gerçekleştirdiler. Baggio'nun ağlayarak, istemeyerek, adeta silah zoruyla Juventus'a gidişinden beri Fiorentina açısından durum pek parlak değil konu Juventus oldu mu.
İşte bu yüzden transfer konusundaki ikinci söylenti insanın kanını donduran cinsten, en azından bir Fiorentinalı için: "Montolivo Juventus'a gidiyor!". Kaptan Riccardo Montolivo bugünlerde maaşına güzel bir zam ile süslenen bir yeni sözleşme bekliyor ki takımda Mutu gibi saçma bir isim ne alıyorsa bunun en az üç katını alması gereken bir isim Kaptan Montolivo. Bu açıdan kendisinin orta sahasını şahlandırdığı, kaptanlığını yaptığı ve taraftar tarafından tapıldığı takımda en çok değilse de en çok kazanan iki-üç isimden biri olmayı istemesi doğal. Sözleşme istediği kadar iyileştirilmiş olmazsa transfer isteyeceği bilinmekte. Sezon başı yayınladığım maaş listesine bakarsak da "kaptan" unvanına sahip ve ülkenin milli takımında ilk 11'in değişmezi olan, kendi bölgesinde değil milli takımın, ligin bile en iyi birkaç oyuncusundan biri olan adamın kaptan olduğu kulüpte en çok kazanan 6. adam olduğunu görüyoruz. Ben ülkemin ve Avrupa'nın alanımdaki sayılı yıldızlarından olayım ama kazandığım para Marchionni ve Cristiano Zanetti gibi iki tane kötü futbolcudan daha az olsun... Sanırım ben de daha fazla para isterdim o ortamda.
Montolivo şu durumdayken Juventus fırsat kollayacaktır elbette ki Inter ve Milan da hazır bekliyor. Ayrıca Fabregas'ın Barcelona yolunu tutması durumunda Nuri Şahin ile birlikte en güçlü adayın Montolivo olduğu konuşulmakta. Montolivo giderim dedikten sonra teklif yapacak alternatif çok ki bu da piyasasının yükselmesi demek, yani her yıldızı birazcık makul ücret görünce yollayan Della Valle kardeşler için bulunmaz bir nimet. Juve'nin Aquilani'ye 14 Milyon € vermesi durumunda Montolivo işi zora girebilir ki bu aralar en büyük dileğimiz bu olmalı. Umarım alırlar kendisini Liverpool'dan.
Burada Fiorentina'nın karşısına iki yol çıkıyor: Ya paragöz Della Valle kardeşler Roberto Baggio'dan bu yana görülmüş en büyük gerginliği ve isyanı göze alıp Montolivo'yu ve Gilardino'yu Juventus'a verecekler ya da "o kadar da değil!" diyecekler ve bu iki oyuncuya imzaları attırıp eksik olan savunma takviyelerini tamamlayıp önümüzdeki sezona güzel bir kadro ile girecekler.
İtibarı seçmeleri durumunda taraftarın gözünde azalan kredileri yeniden ve tahmin etmedikleri şekilde artacak... Ancak ekonomiyi seçip bu oyuncuları satarak dolaylı yoldan kendi ceplerini seçtikleri vakit saçma bir söylenti olan "Fiorentina'yı satıp İngiltere'de kulüp alacakları yolundaki dedikoduları" ciddiye alıp Floransa'dan uçarak kaçmaları gerekecek. Görüldüğü üzere epeyce zor bir yaz dönemi bekliyor Della Valle kardeşleri...
Oradaydım, Keşke Olmasaydım: 3-0
yazan:
a.c. sedef
İtiraf ediyorum, bir heyecanla çıktım yola. Hayatımda ilk kez, evet, ilk kez tuttuğum takımı çıplak gözle seyredecektim. Heyecanlanmasaydım kendi taraftarlığımdan şüphe ederdim puan tablosu ne olursa olsun. Sonuçta sarı-kırmızı forma yaşadığım şehirdeydi, ben de onu yerinde görmeye gidiyordum. Gerisi elbet bir şekilde gelebilirdi.
Mardan Stadı'nda top oynatılması rezaletinden bahsedeyim başta. Oraya tatile gelen deplasman takımları için yapılmış bir stadı o şehrin takımına teslim etmek, Avrupa'da bizim dışımızda kendine futbol ülkesi diyebilecek hiçbir ülkede yaşanmayacak bir rezalet. Stada giden son 750 metreyi yarım saatte geçmeyi başardığımızı söylersem bu tepkinin nedeni anlaşılır sanırım. Hem marka değeri diye borazan çalacaksın, insanları maçlara çağıracaksın hem de ülkede şehrinin takımına adamakıllı sahip çıkan az sayıdaki şehirlerden birinde adam gibi bir stat olması için çözüm bulamayacaksın. Şu memlekette bir şey de absürt yollardan yaşanmasa adımı değiştireceğim.
Gelelim sahaya... Bilet ve yol için harcadığım parayı geri istiyorum ben. Okuyan şimdi zannedecek ki mübalağa yapıyorum ama gerçekten yapmıyorum. Maçın bitimine on dakika kala ayrıldım stattan ve düşündüğüm tek şey şuydu: Keşke şu an evde uzanıyor olsaydım. Hayatımda geçirdiğim en boş üç saatti, en çok boşa giden parayı harcadım bu maç için. Çektiğim yol eziyeti, tuttuğum takımı canlı seyretme heyecanının hayal kırıklığı da tüy dikti.
Mesela şu an, sahada olan bir şeyden bahsetmek istiyorum. Bulamıyorum. Galatasaray adına hiçbir şey olmadı bugün sahada. "Yapamadı," diyebileceğim bir şey bile görmedim. Yekta top sürdü, Arda top sürdü, Ufuk kaleden çıktı, geriye kalan sekiz tane ağaç da birbirine baktı. Daha önce yirmiden fazla maç seyrettim statta ve bugün sarı-kırmızılılar içindeki bu ağaçlar kadar boş, akılsız ve "ölmüş" futbolcuyu bir arada görmedim. Statta maç izlemenin avantajı tüm sahada ne olur bilmeniz, değil mi? İnanın bugün ben sahada hiçbir şey görmedim. Televizyonda sahanın sağını ve solunu bir arada göremediğin için çoğu zaman zannediyorsun ki oralarda birileri oyunu takip ediyor, bir şey planlıyor. Oysa bunlarla hiçbir alakası yok Galatasaray'ın. Arda'nın "oynamadığını" iddia ediyoruz hep birlikte ve ben de ediyordum. Artık etmiyorum. Çünkü sahadaki tablo Arda'yı aklıyor. Kafasını kaldırınca kendisiyle verkaç yapacak bir takım arkadaşı bile göremeyen bir adamdan ne bekleyebiliriz ki? Savunma bekleri çizgiye inmeyi düşünemeyecek kadar aciz, orta sahasında top kazanıp ileriye doğru aktarabilecek tek bir oyuncusu olmayan, kalecisi önündeki üç savunma oyuncusuna rağmen ceza sahasının ucuna topa müdahale etmeye çıkacak kadar güvensiz bir takımın ileri ikilisine Messi-Ronaldo ikilisini koysak ne işe yarayabilir? Alan daraltma denen şeyi tamamen yanlış anlayıp kendi alanını kendine daraltacak kadar bilinçsiz oynayan bir takımın yıldızından ne bekleyebiliriz?
Sahada o kadar ilginç manzaralar yaşandı ki anlata anlata sığdıramam şu boşluğa. Arda'nın takım hücum halindeyken ve kontra atak tehlikesi varken yarı saha çizgisinde boş boş öylece etrafa bakan Serkan'a verdiği tepkiyi mi anlatayım? Orta saha diye aldığımız Cana'nın saha içindeki pozisyonu ve kullanışı itibariyle herhangi bir stoperden farksızlaşmasını mı anlatayım? Hakan Balta'nın yine, yeniden sol kanatta doksan dakika uyumasını mı anlatayım? Sağ çizgiden top getiren Arda'nın yanındaki aklı evvellerin defalarca boşluk olmasına rağmen orta yapmak için koşu yapmak yerine ebleh ebleh Arda'nın yanında dikilmesini mi anlatayım? Yekta'nın ara pas atmak için savunma üstüne yaptığı driplinglerini hiçbir takımdaşının bir kere olsun ciddiye almamasını mı anlatayım? Takımın hücum yapmayı rakip yarı sahada hareketsizce dikilmek ve birden bir şeyler olmasını beklemek zannetmesini mi anlatayım? Kaybedilen her topta stoperlerimiz dahil hiçbir futbolcunun tetikte olamamasını mı, Antalyaspor gibi Tita'dan başka silahı olmayan bir takımın neredeyse her denemesinde rahat rahat kaleye gelmesini mi anlatayım?
Yazının son paragrafına geçtiğim şu anda bugünün Galatasaray'ın bundan seneler önce Avrupa'nın en büyük kupasının finalinin kapısından dönüşünün yıl dönümü olduğunu duyuyorum. Düşündükçe sinirlerim bozuluyor... Bir zamanlar Avrupa'yı sallayacak kadar büyük bir geleneğin sahibi bir kulüp, bugün Bank Asya 1. Lig'in kapısına doğru seğiriyor. Beş senede altyapı geleneğinin, istikrar aklının, planlı çalışmanın bu ülkedeki sembolü olmuş bu kulübü teknik direktör ve oyuncu öğütücüsü haline getirenlerse hala Galatasaray geleneğinden bahsedecek yüzü buluyorlar. Söyleyecek söz bulamıyorum.
Bırakın ucundaki ışığı tünel bile yok bu takım için. Sadece karanlık var.
Kaderi Belli Olan Maç: Antalyaspor 3-0 Galatasaray
yazan:
firat selcuk
Hagi'nin gelişiyle bir günde nasıl bir şey değişmediyse, Bülent Ünder ile de değişmeyecekti Galatasaray adına. Sürpriz olmadı ve aynı kötü ve karakteri olmayan oyunla yenildi Galatasaray. Tarihin en uzun galibiyet alamama ve yenilgi serilerine ulaştık mı bilmiyorum ama şu var ki tarihin en çaresiz dönemine girdik. Maça başlayanlar organize olamadı diyelim, sonradan girenlerde de itici güç olacak hiç kimse olmayınca maç nasıl başlarsa öyle bitiyor Galatasaray adına.
Bülent Ünder'in gelişi ile Hagi'inin asla vazgeçemediği isimlerden bir veya birkaçının değişeceğini biliyorduk ki bunlar arasında en güçlü adaylar Zapata ve Hakan Balta'ydı. İlginçtir ki Zapata'dan kurtulmayı başaran Galatasaray, Hakan Balta'dan kurtulamadı ve maçın en kötüleri sıralamasında ilk sırayı alan yine o oldu. Milli takımda top toplayıcı çocuğun sayesinde yaptığı asistle Antalya'da formayı kapmadığı kesin ancak Insua'nın neden yine tercih edilmeyip kenarda çürütüldüğü açıklığa kavuşmuş değil. Keza sakatlığı yeni atlatan ve zaten sezon ortlaması birkaç maç hariç vasatı aşamamış Serkan'a güvenmek de akıl karı değildi, cezasını da kesti zaten Tita.
Savunmadaki bir dizi hata ve yanlış tercihle başlayan maç, son düdükle birlikte kabustan öteye gidemedi Galatasaray adına. Yeni hocası ile en azından ilk maçında ekstra bir şey görmek isteyenler olmuştur. Şunu unutmamak lazım ki teknik adam değişikliği ile yeni bir hava yakalamak denen şey bir kere olur ve onu da Hagi geldiği zaman Kadıköy deplasmanında yaşadı bu takım. Bu hava yakalama bu kadar basit olsaydı her takım sezon başına çift haneli sayıda teknik adamla çalışırdı. Bülent Ünder'in gelişi ile ilk haftadan kıpırdanma beklemek yanılgıdan ve çaresizlikten başka bir şey olmamalı.
Bu maçta diziliş ve kadro anlamında savunmadan sonra söylenecek çok ekstra şeyler yoktu zira Culio ve Baros yokken orta saha ve forvet düzeni bundan farklı olamayacaktı. İşin en önemli kısmı savunma düzeniydi ve bu tutmayınca üstüne eklenen bireysel hatalarla 3-0'lık skor Galatasaray için "sürpriz" değil "doğal" sonuç oldu.
Hakan Balta'nın açık ara en kötü olduğu bu maçta kendisine diğer bek Serkan eşlik ederken bu sıralamaya düşünmeden koyacağım 3. isim ise Arda Turan olacak. Bir kaptan altı gün evvel milli takımda şov yaparken sonrasında oynadığı ilk lig maçında bu kadar ruhsuz, isteksiz ve durgun oynuyorsa takımın kötü durumu ile açıklanamayacak şeyler vardır. Takım ne ki Arda ne oynasın gibisinden bir düşünce ile Arda'nın Antalya performansını değerlendirmek büyük bir hatadır. Bir takımın kaptanı böyle anlarda ortaya çıkıp takımını ateşlemeli ki sezonun sonunda uçup giden sportif başarıdan sonra elde kalan azıcık itibarı kurtarmak için herkes bir şeyler yapmalı.
Bülent Ünder ile bir şeyler değişmezdi ama bu takımın ayağa kalkması gerekirse kaptanına ihtiyacı vardı, kaptan bu kadar ruhsuzken kalan formalite maçlarında takımdan da bir performans beklemek doğru olmamalı.
goal.com
Bülent Ünder'in gelişi ile Hagi'inin asla vazgeçemediği isimlerden bir veya birkaçının değişeceğini biliyorduk ki bunlar arasında en güçlü adaylar Zapata ve Hakan Balta'ydı. İlginçtir ki Zapata'dan kurtulmayı başaran Galatasaray, Hakan Balta'dan kurtulamadı ve maçın en kötüleri sıralamasında ilk sırayı alan yine o oldu. Milli takımda top toplayıcı çocuğun sayesinde yaptığı asistle Antalya'da formayı kapmadığı kesin ancak Insua'nın neden yine tercih edilmeyip kenarda çürütüldüğü açıklığa kavuşmuş değil. Keza sakatlığı yeni atlatan ve zaten sezon ortlaması birkaç maç hariç vasatı aşamamış Serkan'a güvenmek de akıl karı değildi, cezasını da kesti zaten Tita.
Savunmadaki bir dizi hata ve yanlış tercihle başlayan maç, son düdükle birlikte kabustan öteye gidemedi Galatasaray adına. Yeni hocası ile en azından ilk maçında ekstra bir şey görmek isteyenler olmuştur. Şunu unutmamak lazım ki teknik adam değişikliği ile yeni bir hava yakalamak denen şey bir kere olur ve onu da Hagi geldiği zaman Kadıköy deplasmanında yaşadı bu takım. Bu hava yakalama bu kadar basit olsaydı her takım sezon başına çift haneli sayıda teknik adamla çalışırdı. Bülent Ünder'in gelişi ile ilk haftadan kıpırdanma beklemek yanılgıdan ve çaresizlikten başka bir şey olmamalı.
Bu maçta diziliş ve kadro anlamında savunmadan sonra söylenecek çok ekstra şeyler yoktu zira Culio ve Baros yokken orta saha ve forvet düzeni bundan farklı olamayacaktı. İşin en önemli kısmı savunma düzeniydi ve bu tutmayınca üstüne eklenen bireysel hatalarla 3-0'lık skor Galatasaray için "sürpriz" değil "doğal" sonuç oldu.
Hakan Balta'nın açık ara en kötü olduğu bu maçta kendisine diğer bek Serkan eşlik ederken bu sıralamaya düşünmeden koyacağım 3. isim ise Arda Turan olacak. Bir kaptan altı gün evvel milli takımda şov yaparken sonrasında oynadığı ilk lig maçında bu kadar ruhsuz, isteksiz ve durgun oynuyorsa takımın kötü durumu ile açıklanamayacak şeyler vardır. Takım ne ki Arda ne oynasın gibisinden bir düşünce ile Arda'nın Antalya performansını değerlendirmek büyük bir hatadır. Bir takımın kaptanı böyle anlarda ortaya çıkıp takımını ateşlemeli ki sezonun sonunda uçup giden sportif başarıdan sonra elde kalan azıcık itibarı kurtarmak için herkes bir şeyler yapmalı.
Bülent Ünder ile bir şeyler değişmezdi ama bu takımın ayağa kalkması gerekirse kaptanına ihtiyacı vardı, kaptan bu kadar ruhsuzken kalan formalite maçlarında takımdan da bir performans beklemek doğru olmamalı.
goal.com
4.04.2011
Özet: Cesena 2-2 Fiorentina
yazan:
firat selcuk
Merak etmeyin, biz buralarda yokken pek değişen bir şey olmadı Fiorentina ile ilgili. Deplasmanda öne geçiyoruz ama dakikalar 85'i gösterdikten sonra hemen bir şekilde gol yemeyi başarıp puanları bırakıyoruz oracıkta.
Mutu yine her zamanki gibi gereksiz işler peşinde. Bir tane katkısı varsa, on tane zararı var. Jimenez'in attığı ilk golü Boruc yer, Frey yemezdi. Öyle de oldu. Ama golün hakkını vermek lazım, bu aralar pek sık serbest vuruş golü göremiyordum, biz yemiş olsak da böyle bir gol görmek iyi oldu.
İzlerken göze çarpan önemli noktalar ise Natali'nin hava toplarında Cesena savunmasını perişan etmesi. Gilardino'nun golünü sıradan bir kafa golü olmaktan çıkaran şey golün kaleye giriş şekli. Ben böyle bir bacak arası golünü ilk kez görüyor olabilirim. Top resmen zorla gitti oradan geçti. Montolivo'nun golüne ise diyecek bir şey yok. Kaptan bu sezon sonu takımdan giderse çok yıkıcı ve geri dönülemez bir hata olur. Umarım elimizde tutabiliriz.
Ve evet yanlış duymuyorsunuz, Cesena'nın kalesindeki isim 6 ay sonra 42. yaşını da devirecek olan Antonioli, Roma'dan hatırladığınız...
Mutu yine her zamanki gibi gereksiz işler peşinde. Bir tane katkısı varsa, on tane zararı var. Jimenez'in attığı ilk golü Boruc yer, Frey yemezdi. Öyle de oldu. Ama golün hakkını vermek lazım, bu aralar pek sık serbest vuruş golü göremiyordum, biz yemiş olsak da böyle bir gol görmek iyi oldu.
İzlerken göze çarpan önemli noktalar ise Natali'nin hava toplarında Cesena savunmasını perişan etmesi. Gilardino'nun golünü sıradan bir kafa golü olmaktan çıkaran şey golün kaleye giriş şekli. Ben böyle bir bacak arası golünü ilk kez görüyor olabilirim. Top resmen zorla gitti oradan geçti. Montolivo'nun golüne ise diyecek bir şey yok. Kaptan bu sezon sonu takımdan giderse çok yıkıcı ve geri dönülemez bir hata olur. Umarım elimizde tutabiliriz.
Ve evet yanlış duymuyorsunuz, Cesena'nın kalesindeki isim 6 ay sonra 42. yaşını da devirecek olan Antonioli, Roma'dan hatırladığınız...
Hagi'nin Vedası
yazan:
firat selcuk
Birkaç gündür şu videodaki birkaç tavır tartışılıyor. Evvela Servet var, telefonla konuşmuş da Hagi'ye bu yapılır mıymış, telefonu bırakmalıymış. Yahu bu adam Rijkaard'ın kuyusunu kazdı, alenen gol yedirdi, kasıtlı olarak oynamadığını "Rijkaard bana güvenseydi oynardım" anlamına gelen açıklamalarla ispatladı. Bunu yapan adam Hagi giderken elinde telefon varken tokalaşmış çok mu? Önce Rijkaard'a yaptıklarının hesabını sorsunlar, sonra sıra Hagi olayına gelir.
Servet denen canlıyı bırakıp videodaki en haklı adama, Insua'ya geçmek lazım. Evet, Insua bu olayın en son eleştirilecek adamı, en haklı adamı. Düşünün; Arjantin'in ilk 11 rotasyonunun önemli parçalarından birisiniz, Liverpool'da ve haliyle de Premier League'de %90'ı ilk 11 olmak üzere +30 maçınız var, yine Liverpool'da son sezonda toplamda 45'ten fazla maçınız var, yeni geldiğiniz takımda da ilk 11 oynuyorsunuz ama sonuçlar kötü olunca sizi oynatan ve onun sayesinde takıma geldiğiniz hoca gönderiliyor.
Buradan sonra ne geliyor başına? Yeni hoca gelir gelmez diyor ki "Ben takımımda kiralık oyuncu istemiyorum!". O kadar gözden düşüyor ki ilk 11'e değil, ilk 18'e girince bile sürpriz sayılıyor. Takımın ilk 11'inin en değerli isimlerinden biri olacakken en değersizlerden biri haline getiriliyor zorla. Antrenmanda ne yaparsa yapsın bir kere bile forma bulamıyor ve kendisinin yerine son iki sezonda kulüp tarihinin gördüğü en büyük düşüşlerden birini yaşayan Hakan Balta oynatılıyor. Aylarca oynamayan ve kondisyonu yerlerde sürülen Çağlar hiç düşünülmeden Insua'ya tercih ediliyor.
Insua bir çöp parçası kadar değer görmedi Hagi'nin gözünde. Futbolu aklı selim düşünen her insan Insua'nın Hakan Balta'dan fersah fersah ileride olduğunu bilir. İdman eksiğiymiş, düşük formmuş bunlar hikaye. Adam çıkıp bir şekilde taraftara sesleniyor, sağlıklı olduğunu ilk 11 çıkmayı beklediğini söylüyor ama 18'e alınmadığı oluyor. Adama bir kere bile şans tanımıyor Hagi ki zaten kendisini geldiği hafta sildiğini biliyoruz, o yüzden şaşırmıyoruz ama Insua'ya acıyoruz bir yandan da.
Sonra ne oluyor? Hagi giderken soyunma odasına girip vedalaşıyor takımla ve Insua oturduğu için, ayağa kalkmadan tokalaşıp Hagi'ye gülümsemediği için eleştiriliyor. Ne yapacaktı ki? Kalkıp boynuna atlayıp ağlasa mıydı? Ya da ne bileyim Arda gibi veya X bir Türk oyuncu gibi gözü yaşlı mı baksaydı Hagi'ye...
Insua için Hagi ne ifade ediyor? Eski bir futbolcu, bulunduğu takımın efsanesi ve tarihine damga vurmuş bir oyuncu. Daha ötesi? Yok... Hagi bir Galatasaraylı için derin anlamlar ifade eden bir ikon olabilir ancak Insua için "sıradan" bir futbol efsanesi, bunu kabul edelim evvela. Hagi'nin tek kalemde sildiği kişi Insua değil Arda olsa ve Arda böyle bir tavır takınıp ayağa kalkmayı bile çok görse o zaman konuşursunuz, Galatasaray'ı Türkiye'den Avrupa'ya, Avrupa'dan da diğer kıtalara taşıyan adam Hagi'ye bu yapılır mı dersiniz ama Insua bu tavırı takındı diye adamı suçlamanın alemi yok. Gereksiz bir çöp gibi bir köşeye bırakılan adam, belki de kariyerinin önemli bir kısmı "balta"lanan adam olabilecek en doğal davranışı sergiledi ve oturduğu yerden sadece kendisine uzatılan eli formalite icabı veya nezaketen sıktı ve işine baktı.
Hagi'nin vedası üzerinden Insua gibi masum bir adama sallamak, Insua'ya vurmak omurgasızlıktır, çok farklı bir kafanın örneğidir...
Ve son bir not; Anıl'ın golünde üstteki tepkiyi verebilen adamı nasıl suçlayacabilir insanlar?
Servet denen canlıyı bırakıp videodaki en haklı adama, Insua'ya geçmek lazım. Evet, Insua bu olayın en son eleştirilecek adamı, en haklı adamı. Düşünün; Arjantin'in ilk 11 rotasyonunun önemli parçalarından birisiniz, Liverpool'da ve haliyle de Premier League'de %90'ı ilk 11 olmak üzere +30 maçınız var, yine Liverpool'da son sezonda toplamda 45'ten fazla maçınız var, yeni geldiğiniz takımda da ilk 11 oynuyorsunuz ama sonuçlar kötü olunca sizi oynatan ve onun sayesinde takıma geldiğiniz hoca gönderiliyor.
Buradan sonra ne geliyor başına? Yeni hoca gelir gelmez diyor ki "Ben takımımda kiralık oyuncu istemiyorum!". O kadar gözden düşüyor ki ilk 11'e değil, ilk 18'e girince bile sürpriz sayılıyor. Takımın ilk 11'inin en değerli isimlerinden biri olacakken en değersizlerden biri haline getiriliyor zorla. Antrenmanda ne yaparsa yapsın bir kere bile forma bulamıyor ve kendisinin yerine son iki sezonda kulüp tarihinin gördüğü en büyük düşüşlerden birini yaşayan Hakan Balta oynatılıyor. Aylarca oynamayan ve kondisyonu yerlerde sürülen Çağlar hiç düşünülmeden Insua'ya tercih ediliyor.
Insua bir çöp parçası kadar değer görmedi Hagi'nin gözünde. Futbolu aklı selim düşünen her insan Insua'nın Hakan Balta'dan fersah fersah ileride olduğunu bilir. İdman eksiğiymiş, düşük formmuş bunlar hikaye. Adam çıkıp bir şekilde taraftara sesleniyor, sağlıklı olduğunu ilk 11 çıkmayı beklediğini söylüyor ama 18'e alınmadığı oluyor. Adama bir kere bile şans tanımıyor Hagi ki zaten kendisini geldiği hafta sildiğini biliyoruz, o yüzden şaşırmıyoruz ama Insua'ya acıyoruz bir yandan da.
Sonra ne oluyor? Hagi giderken soyunma odasına girip vedalaşıyor takımla ve Insua oturduğu için, ayağa kalkmadan tokalaşıp Hagi'ye gülümsemediği için eleştiriliyor. Ne yapacaktı ki? Kalkıp boynuna atlayıp ağlasa mıydı? Ya da ne bileyim Arda gibi veya X bir Türk oyuncu gibi gözü yaşlı mı baksaydı Hagi'ye...
Insua için Hagi ne ifade ediyor? Eski bir futbolcu, bulunduğu takımın efsanesi ve tarihine damga vurmuş bir oyuncu. Daha ötesi? Yok... Hagi bir Galatasaraylı için derin anlamlar ifade eden bir ikon olabilir ancak Insua için "sıradan" bir futbol efsanesi, bunu kabul edelim evvela. Hagi'nin tek kalemde sildiği kişi Insua değil Arda olsa ve Arda böyle bir tavır takınıp ayağa kalkmayı bile çok görse o zaman konuşursunuz, Galatasaray'ı Türkiye'den Avrupa'ya, Avrupa'dan da diğer kıtalara taşıyan adam Hagi'ye bu yapılır mı dersiniz ama Insua bu tavırı takındı diye adamı suçlamanın alemi yok. Gereksiz bir çöp gibi bir köşeye bırakılan adam, belki de kariyerinin önemli bir kısmı "balta"lanan adam olabilecek en doğal davranışı sergiledi ve oturduğu yerden sadece kendisine uzatılan eli formalite icabı veya nezaketen sıktı ve işine baktı.
Hagi'nin vedası üzerinden Insua gibi masum bir adama sallamak, Insua'ya vurmak omurgasızlıktır, çok farklı bir kafanın örneğidir...
Ve son bir not; Anıl'ın golünde üstteki tepkiyi verebilen adamı nasıl suçlayacabilir insanlar?
3.04.2011
Hainler Kaybeder: Milan 3-0 Inter
yazan:
demiycem
Milan'in son on hafta fiksturune bakildiginda ozellikle deplasmanda cok saglam takimlara gidiyordu. Zincirin ilk halkasi Juventus galibiyeti cok buyuk kredi kazandirmis ama pesinden gelen San Siro'daki Bari beraberligi, Ibrahimovic'in kaybi ve Palermo maglubiyetiyle, Avrupa'da yoluna devam eden ve lige pamuk ipligiyle bagli Inter bir anda yarisa ortak olmustu. Haftalar once cok rahat gececek denilen Milano derbisi liderlik macina donustu bir anda.
Spormax'te Fatih Terim esliginde izledim maci. Gayet guzel bir secim olmus boyle bir derbi icin. Genel memnuniyetsizlige karsin maci gayet zevkli kilan unsurlardan biri diyebilirim. Tamam antipatiniz olabilir ama adami futbol cahili de yapmanin anlami yok. Mac oncesiyle devam edelim; Curva Sud'un koreografisi mukemmeldi. Leonardo hayati boyunca unutamaz saniyorum.
Maca gelirsek; Milan baskili basladi degil, Milan resmen golle basladi. Gattuso'nun efsanevi tek pasinda ceza sahasini karistiran Robinho ve bosta kalan topu iceri birakan Pato... Bir kere her seyden once Milan maca cok iyi hazirlanmis. Golun de verdigi motivasyonla saha paylasimini neredeyse kusursuz uyguladilar mac boyunca. Buna ragmen Inter'in iki net pozisyonu var. Ozellikle Eto'o'nun ilk yarida kacirdigi golun aciklamasi yok. Golun ardindan Milan lehine calinmayan net bir penalti oldugunuda not duselim.
Inter icin soylenecek fazla sey yok. Iki puan geride olan bir takim icin fazla pasif bir oyun sectiler. Bunda Milan'in asiri motivasyonu ve maca hazirlanmasi da buyuk etken tabii ki. Ikinci yarida yine ayni senaryo. 1-0 onde olan Inter'mis gibi tek yari sahada oyanan bir oyun. Ikinci yari Abbiati'ye gelen top sayisi ucten fazla degil. Seedorf ve Gattuso'nun kusursuza yakin oyunlari Milan'in omurgasi oldu bu gece. Takimi yakar denilen Gattuso bir asist ve mukemmel oyunla yerini Flamini'ye birakti sakatlanip.
Ikinci gol bagira bagira geldi yukarida yazdigim gibi. Inter tek pasla degisen hucum organizasyonlarina daha fazla direnemedi ve Abate-Pato isbirligiyle ikinci gol geldi bu da maci bitiren goldu bir nevi. Ikinci golden sonra Robinho sova dondu mac. Kacirdigi uc net pozisyon var tek basina. Bir de Flamini'ye vermedigi pas var bos kale. Allegri de daha fazla musaade etmedi ve Cassano'yu oyuna aldi. Yine bir ara pas sonrasi Chivu'nun kirmizi kart gormesinin ardindan mac solen havasina dondu Milan tarafi icin. Comertce harcanan pozisyonlar ve rahat cevrilen toplar son zamanlarda Milan tarafinin hasret kaldigi seylerden biriydi. Son dakikada Cassano'nun penaltisi Milan'in kusursuza yakin oyununu skora yansitti: 3-0. Cassano'nun oyuna girdikten sonra bes dakika icinde gol atip iki sari kartla oyundan atilmasi adamin hizli yasadiginin kanitiydi.
Sonuc olarak aradaki puan farki bes. Milan'in hala zor deplasmanlari var ama Ibrahimovic'in de donusuyle ve bu derbi motivasyonuyla sampiyonlugu vermeleri cok zor. Inter de tum gucunu Sampiyonlar Ligi'ne yansiticaktir artik. Leonardo icin guzel bir oyku cikabilirdi buradan liderlikle ciksaydi. Ama gercek hayat o kadar guzel bir sey degil bazen.
Spormax'te Fatih Terim esliginde izledim maci. Gayet guzel bir secim olmus boyle bir derbi icin. Genel memnuniyetsizlige karsin maci gayet zevkli kilan unsurlardan biri diyebilirim. Tamam antipatiniz olabilir ama adami futbol cahili de yapmanin anlami yok. Mac oncesiyle devam edelim; Curva Sud'un koreografisi mukemmeldi. Leonardo hayati boyunca unutamaz saniyorum.
Maca gelirsek; Milan baskili basladi degil, Milan resmen golle basladi. Gattuso'nun efsanevi tek pasinda ceza sahasini karistiran Robinho ve bosta kalan topu iceri birakan Pato... Bir kere her seyden once Milan maca cok iyi hazirlanmis. Golun de verdigi motivasyonla saha paylasimini neredeyse kusursuz uyguladilar mac boyunca. Buna ragmen Inter'in iki net pozisyonu var. Ozellikle Eto'o'nun ilk yarida kacirdigi golun aciklamasi yok. Golun ardindan Milan lehine calinmayan net bir penalti oldugunuda not duselim.
Inter icin soylenecek fazla sey yok. Iki puan geride olan bir takim icin fazla pasif bir oyun sectiler. Bunda Milan'in asiri motivasyonu ve maca hazirlanmasi da buyuk etken tabii ki. Ikinci yarida yine ayni senaryo. 1-0 onde olan Inter'mis gibi tek yari sahada oyanan bir oyun. Ikinci yari Abbiati'ye gelen top sayisi ucten fazla degil. Seedorf ve Gattuso'nun kusursuza yakin oyunlari Milan'in omurgasi oldu bu gece. Takimi yakar denilen Gattuso bir asist ve mukemmel oyunla yerini Flamini'ye birakti sakatlanip.
Ikinci gol bagira bagira geldi yukarida yazdigim gibi. Inter tek pasla degisen hucum organizasyonlarina daha fazla direnemedi ve Abate-Pato isbirligiyle ikinci gol geldi bu da maci bitiren goldu bir nevi. Ikinci golden sonra Robinho sova dondu mac. Kacirdigi uc net pozisyon var tek basina. Bir de Flamini'ye vermedigi pas var bos kale. Allegri de daha fazla musaade etmedi ve Cassano'yu oyuna aldi. Yine bir ara pas sonrasi Chivu'nun kirmizi kart gormesinin ardindan mac solen havasina dondu Milan tarafi icin. Comertce harcanan pozisyonlar ve rahat cevrilen toplar son zamanlarda Milan tarafinin hasret kaldigi seylerden biriydi. Son dakikada Cassano'nun penaltisi Milan'in kusursuza yakin oyununu skora yansitti: 3-0. Cassano'nun oyuna girdikten sonra bes dakika icinde gol atip iki sari kartla oyundan atilmasi adamin hizli yasadiginin kanitiydi.
Sonuc olarak aradaki puan farki bes. Milan'in hala zor deplasmanlari var ama Ibrahimovic'in de donusuyle ve bu derbi motivasyonuyla sampiyonlugu vermeleri cok zor. Inter de tum gucunu Sampiyonlar Ligi'ne yansiticaktir artik. Leonardo icin guzel bir oyku cikabilirdi buradan liderlikle ciksaydi. Ama gercek hayat o kadar guzel bir sey degil bazen.
Sadece Bilek Yetmiyor
yazan:
a.c. sedef
Dikkatinizi çekti mi bilmem, aşağı yukarı on senedir özellikle amatör sporlarda efsanevi rekabet klasmanına girebilecek kadar çığır açıcı ve heyecanlandırıcı çekişmelerin yokluğunu çekiyoruz. Atletizmde neredeyse tüm dallar bir sporcu tarafından domine edilmekte. Phelps yüzme tarihini yeniden yazıyor, Bolt kendisini geçtim insani sınırlarla rekabet içinde, kadın tenisi nitelikli oyuncu izletme konusunda Henin'in gidişinden beri yerlerde sürünüyor... Örnekler çoğaltılabilir. Bu tablo hele de benim gibi 90'ları son çeyreğinden yakalayabilmiş "yeni yetmeler için" iç burkan bir tablo. Özellikle sporcu karakterinin ve etiğinin ne olduğunun sergilenmesini ve öğrenilmesini, sporcuların sadece teknik yeterliliklerinin ötesine geçerek tarihe karakterlerini yansıtarak gerçek efsanelere dönüşmesini sağlaması açısından bu tür rekabetlerin daha çok olmasını istememek mümkün değil. Düşünsenize bir de Nadal-Federer çekişmesinin olmadığını, dün geceki diğerlerine göre pek bir özelliği olmayan seyirlik bile rekabetin sadece başka bir ayağını oluşturması bakımından da olsa bir sporseveri yeterince heyecanlandırdı ve izleyiciye sporun en üst seviyesinde en iyi tekniğe sahip olmanın sporcuyu en iyi yapmaya yetmeyebileceğini bir daha hatırlattı.
Nadal-Fedex rekabetinin teknik yüzü defalarca tahlil edilmiş, teknolojinin üstün imkanları sağ olsun içi dışına çıkarılmış halde. Ama işin bu tarafında genel anlamda neler döndüğünü anlamak için üç maçlarını seyretmeniz bile yeterli olacaktır aslında. Her ne kadar insanüstü performanslar gösterseler de ikilinin kortta yaptıkları neredeyse hiç değişmiyor. İki taraf da yaratmak, geliştirmek ve kusursuzlaştırmak için neredeyse çocukluklarından beri uğraştıkları oyun karakterlerinde küçük numaraları saymazsak hiç değişiklik yapmıyor. Federer tenis tarihinin en kusursuz file önü ve çizgi arkası vuruş becerisini ve dahiyane yaratıcılığını, Nadal "Kortların Aslanı" olarak anılmasına sebep olan inanılmaz atletik yeterliliklerini ve rakibine eziyet çektirmesini sağlayan oyun stilini tamamlayan kendine özgü ve müthiş etkili vuruş stilini sergilemek için korta çıkıyor. Her zamanki gibi Fedex'in backhand'ini bombardıman altına alıyor. Dün de backhand pozisyonlarını forehand'ine almaya çalışırken hatalar yapan Federer'in oyun konsantrasyonunun bozulması sonucu benzerlerini izlediğimiz bir Nadal galibiyetine şahitlik ettik. Bu cümleden tekdüze ve sonucu baştan belli bir maç veya maçlar izlediğimizi düşündüğüm anlaşılmasın. Anlatmaya çalıştığım şey daha farklı.
Federer birçok tenis efsanesi ve otoritesince tasdik edilmiştir ki tarihin teknik açıdan kusursuz olarak onurlandırılabilecek tek oyuncusudur. Nadal karşısındaki sorununun backhand zayıflığı olduğunu iddia edenin ağzı yamulur. Sevseniz de sevmeseniz de bu oyunun en usta ismidir, Federer -ki, ben sevmem kendisini- ve herhangi bir oyuncu karşısında vuruş yetenekleri açısından aciz kalması için topa vuruş şeklinizden, raketi hangi elinizde tuttuğunuzdan veya ne kadar etkili olduğunuzdan çok daha farklı bir şeye sahip olmanız gerekiyor. Tenis ne kadar raketlerle oynanırsa oynansın en çok raketi elinde tutanların ruh haliyle ilgili bir oyun elbette ve bu kalemde Federer'in Nadal karşısında çok büyük zorluk çektiği ayan beyan ortaya çıkalı uzun bir zaman geçti. Nadal karşısına çıkmazdan önce kortta soğukkanlılığı ve özgüveniyle "Iceman" Bjorn Borg'a benzetilen Federer son üç sezondur kortta duygularına hakim olamayan bir karakter eğilimi göstermeye başladı. Altın çağını yaşadığı dönemde yok edici bir makine gibi sahaya çıkıp arka arkaya winner'larıyla rakibi kim olursa olsun darmadağın eden adamın yerini zaman zaman ilk 50 hatta ilk 100 sıralaması içindeki tenisçiler karşısında basit hataları yüzünden maçlarını riske atan üst düzey bir tenisçi halini aldığı bile oldu. Dün geceki maç da bu ruhsal yetersizliklerle Fedex'in kendi önünü tıkadığı bir maçlardan biriydi.
Nadal da defalarca yaptığı gibi rakibinin bu eksikliğini çok çok iyi kullandı. Kendisini tenis efsaneleri arasına sokan sakinlik, azim, inat ve gücü harmanlayan oyun stilini korta yansıttı. Artık kazandığı Federer maçlarının klasiği haline gelen inanılmaz vuruşlara karşı yaptığı muhteşem savunması, topa çekiçle şiddet uygularmış gibi vurduğu backhandleri ve elbette öküzöldüren sol el forehandleriyle eksiksiz bir Nadal performansı izletti. Özellikle çok zor durumlardan çıkardığı passing shot winner'larının altını daha bir kalın çizmek gerekiyor. Rakibinin file oyunuyla maça dönmeye çalıştığı her ataktan daha da güçlü çıkmayı başardı. Federer'in kendisine karşı neredeyse kronik hale gelmiş sabırsızlık sonucu ortaya çıkan konsantrasyon bozukluğunun da etkisiyle benim izlediğim en rahat Fedex galibiyetini aldı. Fedex'in bu mental sorununu çözememesi durumunda daha çok maçını seyredeceğimiz bu ikilinin çekişmesi bu sorunun ekseni etrafında dönmeye devam edecek. Federer'in bu meseleyle mücadele etmesiyle doğru orantılı olarak klasikleşmiş Fedex-Nadal mücadeleleri seyredeceğiz, ya da dünkü gibi Nadal'ın hakimiyetinde geçen maçlara yenileri eklenecek.
Nadal'ın taraftarı olsam bile ikinci ihtimalin gerçekleşmesini elbette ki istemem. 21. yüzyılın spor tarihine altın harflerle geçecek bir rekabetin böyle bir kısır döngüyle sıkıcılaşmasını hiçbir sporsever istemez. Sadece dilekler yeterli değil elbette, tıpkı sadece bileklerin yeterli olmadığı gibi...
Federer birçok tenis efsanesi ve otoritesince tasdik edilmiştir ki tarihin teknik açıdan kusursuz olarak onurlandırılabilecek tek oyuncusudur. Nadal karşısındaki sorununun backhand zayıflığı olduğunu iddia edenin ağzı yamulur. Sevseniz de sevmeseniz de bu oyunun en usta ismidir, Federer -ki, ben sevmem kendisini- ve herhangi bir oyuncu karşısında vuruş yetenekleri açısından aciz kalması için topa vuruş şeklinizden, raketi hangi elinizde tuttuğunuzdan veya ne kadar etkili olduğunuzdan çok daha farklı bir şeye sahip olmanız gerekiyor. Tenis ne kadar raketlerle oynanırsa oynansın en çok raketi elinde tutanların ruh haliyle ilgili bir oyun elbette ve bu kalemde Federer'in Nadal karşısında çok büyük zorluk çektiği ayan beyan ortaya çıkalı uzun bir zaman geçti. Nadal karşısına çıkmazdan önce kortta soğukkanlılığı ve özgüveniyle "Iceman" Bjorn Borg'a benzetilen Federer son üç sezondur kortta duygularına hakim olamayan bir karakter eğilimi göstermeye başladı. Altın çağını yaşadığı dönemde yok edici bir makine gibi sahaya çıkıp arka arkaya winner'larıyla rakibi kim olursa olsun darmadağın eden adamın yerini zaman zaman ilk 50 hatta ilk 100 sıralaması içindeki tenisçiler karşısında basit hataları yüzünden maçlarını riske atan üst düzey bir tenisçi halini aldığı bile oldu. Dün geceki maç da bu ruhsal yetersizliklerle Fedex'in kendi önünü tıkadığı bir maçlardan biriydi.
Nadal da defalarca yaptığı gibi rakibinin bu eksikliğini çok çok iyi kullandı. Kendisini tenis efsaneleri arasına sokan sakinlik, azim, inat ve gücü harmanlayan oyun stilini korta yansıttı. Artık kazandığı Federer maçlarının klasiği haline gelen inanılmaz vuruşlara karşı yaptığı muhteşem savunması, topa çekiçle şiddet uygularmış gibi vurduğu backhandleri ve elbette öküzöldüren sol el forehandleriyle eksiksiz bir Nadal performansı izletti. Özellikle çok zor durumlardan çıkardığı passing shot winner'larının altını daha bir kalın çizmek gerekiyor. Rakibinin file oyunuyla maça dönmeye çalıştığı her ataktan daha da güçlü çıkmayı başardı. Federer'in kendisine karşı neredeyse kronik hale gelmiş sabırsızlık sonucu ortaya çıkan konsantrasyon bozukluğunun da etkisiyle benim izlediğim en rahat Fedex galibiyetini aldı. Fedex'in bu mental sorununu çözememesi durumunda daha çok maçını seyredeceğimiz bu ikilinin çekişmesi bu sorunun ekseni etrafında dönmeye devam edecek. Federer'in bu meseleyle mücadele etmesiyle doğru orantılı olarak klasikleşmiş Fedex-Nadal mücadeleleri seyredeceğiz, ya da dünkü gibi Nadal'ın hakimiyetinde geçen maçlara yenileri eklenecek.
Nadal'ın taraftarı olsam bile ikinci ihtimalin gerçekleşmesini elbette ki istemem. 21. yüzyılın spor tarihine altın harflerle geçecek bir rekabetin böyle bir kısır döngüyle sıkıcılaşmasını hiçbir sporsever istemez. Sadece dilekler yeterli değil elbette, tıpkı sadece bileklerin yeterli olmadığı gibi...
1.04.2011
Not Defteri #45
yazan:
firat selcuk
- Yasak diye yazmayıp, bitmeye başlayınca geri döneceğimizi söylemiştim. Yasak TTNet kullanıcıları için kısmen kalktı, Vınn, Kablonet, Superonline kullanıcıları için de tamamen kalkmış durumda. O halde yeniden bloga dönme vaktidir diyelim biz de..
- Blogu yeniden toparlayıp ayaklandırıyoruz dedik, o zaman şu yasakların olduğu dönemde gelen ve hak edildiği kadar okunmayan bir yazıyı okumanızı tavsiye edeyim ilk önce. Blogun en genç yazarı olan Anıl'dan gelmişti Radiohead ile ilgiliydi, kesinlikle okunmalı diyorum: http://artemiofranchi.blogspot.com/2011/02/gozleri-ayaklarnda-bir-radyokafa.html
- Evet bu yazıyı geçelim ve şuna gelelim, www.artemiofranchi.com olarak ulaşılıyordu bloga, ama artık artemiofranchi.net olarak ulaşılacak, geçişi de önümüzdeki hafta içi yapacağım. .com ile ilgili sorun var, ileride düzelecek kendisi umarım.
- Evde arkadaşımın getirdiği PS3 var, iki arkadaş oynuyorlar, ben bu yazıyı yazarken şu oldu: Trabzon-Bursa maçı oynanıyor, denk olsun diye bu ikisini almışlar ikisi de Galatasaraylı oldukları için sorun çıkıyor yoksa. Trabzon'u alan 61. dakikada kolu bırakıp olduğu yerde zıplayıp dönmeye başladı... Böyle bir ev ortamında geçiyor işte öğrenciliğim.
- Ben bu ara Batman Arkham Asylum ve Impossible Creatures oynayacağım FM 2011'in yanında. Batman'i hiç oynamamıştım ama diğer oyunu oynadım.
- Diğer dediğim yani Impossible Creatures gelmiş geçmiş en orjinal konulu/hikayeli oyunlardan. Hala denemeyen varsa yazık oluyor.
- Ha ayrıca, Neighbours From Hell'in ilk iki oyununu oynamıştım, 3. oyunu da çıkmış serinin iki sene kadar önce.
- Neyse, burada keseyim bu Not Defteri'ni, hazır PS3 gelmişken iki kişi NBA 2k11 yapıyoruz. Orlando süper lan, Hido-J Rich-Howard yetiyor.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)