30.06.2011

Almanya 2011 #2

Kadınlar Dünya Kupası'nda C ve D gruplarında ilk maçların oynanmasıyla birlikte tüm gruplarda ilk maç günleri tamamlanmış oldu.

C Grubu iki galibiyete sahne oldu ilk maçlar sonunda. Kupa tarihinde iki şampiyonluğu bulunan ABD başarı sözüyle katıldığı turnuvaya şimdilik sözünü tutarak başladı ve 2-0'lık galibiyet onları ilk gün sonunda averaj ile lider yaptı. Eski finalistlerden İsveç ise turnuvaya ilk kez merhaba diyen Kolombiya'yı tek golle devirip daha ilk maçtan gruptan çıkma yolunda avantajı eline geçirdi:

C Grubu'nda ilk maçlar tamamlandı EurosportTurkiye

D Grubu da ilk maçlarda iki takımın kolayca sıyrıldığı bir diğer grup oldu. Brezilya favori olduğu şampiyonaya galibiyetle başlarken, Norveç ise erkeklerde adı sanı duyulmayan ancak kadınlarda Dünya Kupası'na katılma mutluluğu yaşayan Afrika temsilcisi Ekvator Ginesi'ni aynı skorla devirdi:

Norveç tek golle EurosportTurkiye

Kaynak: Eurosport.com Türkiye - http://tr.eurosport.com

29.06.2011

O İnternet Hiç Gelişmeyecekti...

Önceden bazen diyordum, şimdi ise sıklıkla: "Keşke internet bu kadar çok gelişmeseydi, her şey böyle büyüyüp ilerlemeseydi."

Eğer bu kullandığımız internet bu kadar çabuk ulaşılabilir olmasa, eskisi gibi ulaşması zor, kullanması zahmetli, çok kullanması ise ekonomik olarak zor olsaydı çoğu şey farklı olacaktı. Keşke bu dediğim şartlar eskisi gibi devam etseydi, o zaman Türk insanı her spora bu kadar kolay ulaşamayacaktı. Her sporda taraf olup kendini söz sahibi zanneden insanlar türemeyecekti böyle. Herkes ilgilendiği birkaç sporu bilecekti, onlara yoğunlaşacaklardı.

12 sene önce bir saniye bile kaçırmadan İstanpool 99'u izlerken futbol ve yüzmeden başka bir sporu pek bilmezdim mesela. Hala da futbol, yüzme, bisiklet dışında çok şey bilmem, bilmek istemem. Ki yüzme veya futbol konusunda bildiklerimin yarısını bile bilmem bisiklette. Futbol kendimi bildim bileli, yüzmeye denizde yüzmek değil de spor olarak ilgim de 1999 ile başladı. Öncesinde denizde yüzmeyi seven bir insanken İstanbul'daki Avrupa Şampiyonası ile birlikte spor olarak da yüzmeyi takip eden bir insan oldum. Bisiklet çok daha yeni, belki beş sene falan olmuştur. Öncesinde bisikletle sık gezip tozan ama spor olarak TV'de çok ilgilenmeyen birisiydim.

Düşününce hala en fazla bu üç sporla ilgileniyor olmamı şans olarak görüyorum. Her spora saçma sapan ahkam kesip hepsini sanki iyice kavramışım gibi konuşacağıma, bu üçü hakkında net konuşup, sevdiğim diğer birkaç spor için de iyi ve izlerken her şeyin farkında olacak kadar bilen bir izleyici olmayı yeğlerim. Mesela basketbolda sevgi-ilgi ölçeğim Galatasaray'dır. Onlar iyiyken NBA'i de daha çok izlerim, Euroleague ve Eurocup da ilgimi çeker. Ancak Galatasaray kötüyse basketbolda sadece Galatasaray'ı izler diğerlerine denk düşmedikçe gözümü çevirmem. Gece uyanık duran bir insan olduğumdan NBA'i o saatteki tek alternatif olduğundan sık takip ederim. Buna rağmen de tutup basketbol konusunda oyununu sevmediğim üç beş adamı eleştirmekten ileri gidip teknik veya taktik konulara girmem, giremem.

Atletizm, tenis ve Formula 1 az önce bahsettiğim "iyi izleyici" tanımına uyar benim için. Daha fazlası değilim, olmak da istemem, onlara daha çok yoğunlaşıp çok büyük detaylara inersem yüzme-futbol-bisiklet üçlüsüne daha az zaman ayırırım çünkü. Gerçi futbola zaman ayırmasak da o herhangi bir anda zamanımızdan kendi payına düşen kısmı çıkarıyor.

Ancak...

Şimdilerde bakıyorum, futbolla ilgilenen ve yanına birkaç spor koyan adam ay içerisinde snooker, tenis, futbol, at yarışı(aslında sadece Gazi Koşusu), Amerikan futbolu(ki bu da sadece superbowl) diyor... Hatta bunlar da kesmiyor ve basketbol, atletizm, beyzbol falan ne bulursa yorumluyor "şu şudur, bu budur" diyor, bilmeden konuşmak oluyor bu da. Futbol, basketbol, x, y diye dört veya beş sporla ilgilen ama bu kadar da şovmen olup internetten gelen bilgiyle hepsinde uzman olma be.

Yıl boyu Amerikan futbolu takip etmeyip de senede bir kere Super Bowl izleyip anlık yorum yapma. At yarışına koca sezonda hiç bakmayıp Gazi Koşusu geldiği zaman taraf olma, şova kalkma. Yemezler. Motor sporlarını şeyine takmayıp da senede bir kere F1'in son yarışını izleyip, bir kere de Le Mans 24 Hours izleyip motor sporcusu olma bana.

Phelps rekor için yüzüyorum dediği zaman yüzme izlemeye kalkıp Olimpiyatlar bittiği zaman dönüp gitme, o havuza dört senede bir bakacağına hiç bakma, ya da bakıyorsan da uzmanıymış gibi yorum yapma. Bırak senin dört yılda bir izleyerek edindiğin bilgi dağarcığı değil, sezon boyu yüzme izleyen takip eden adamın dağarcığı bilgilendirsin insanları.

Weylandt'ın ölümüyle sonrasındaki nötralize etabı izleyip "Herkes saygılı. Ay ne de duygusal." diyerek bisiklet fedaisi olma, hemen ardından koskoca üç haftalık turu iki kaza haberi ile "şu kazanır bu kaybeder" diye yorumlamaya kalkma. Bırak o turu günlerce izleyen yorumlasın. Bir sporcunun ölümüne olan üzüntünü anlatman için ilgilenmediğin sporda uzman taklidi yapmana gerek yok. Hatta daha da saçma insanlar var, Kırkpınar'ı yorumluyor adam finalden sonraki iki dakikalık haber bültenini izleyerek.

Her spor için tek tek üretilir bunlar... Oturduğum yerde sadece şampiyona izleyip haberlerle pek ilgilenmeden atletizm yazarken izlediğim şeyi yazarım. Sporu tüm taktik detaylarıyla yazmaya kalkarsam bu işi hakkıyla yapana karşı mahçup olurum.

Ancak işte insanımızda bu yok. Adam Twitter üzerinden saatlerce Gazi Koşusu, Super Bowl gibi şeyleri yorumluyor. Buz hokeyi ile ilgisi kavga görüntülerinden ibaret olan adam NHL finalleri geldiği zaman gözünü ayırmadan izliyor "Aman ha geri kalmayayım, önemli bir hadise olurken benim yorumum olmazsa eksik kalırım" düşüncesi ile.

İyi bir halt ettik diye düşünürlerken komik duruma düşüyorlar ve işin acı tarafı, farkında olamıyorlar.

Wimbledon Günlükleri #2

Yeşil çimin yegane büyük turnuvası tüm hızıyla devam ediyor ve artık hem kadınlar hem de erkeklerde "sadede gelindi." Birinci tur sonrası iki, üç ve dördüncü turlar geçildi ve gerçek er meydanı olan son 8'e gelindi. İşte çeyrek finaller öncesi atlanmaması gereken detaylar...

-Önceliği ev sahibine, Federer'e vermekte engel görmüyorum: Ki, aynı zamanda, Federer şu an Merkez Kort'ta kupayı kaldırmaya en yakın isim gibi gözüküyor. Youzhny maçında kaybettiği bir set dışında kusursuz bir gidiş sergiliyor, yani neredeyse. Geçen seneki Wimbledon'da ilk turdaki Falla sürprizi ve yolda Berdych'e takılması sırasında Federer bu kadar sağlam bir görüntü çizmiyordu da. Bu sene oyunu ve ruh hali açısından çok sağlıklı, çok sağlam bir Wimbledon yolculuğu yapıyor. İzleyebildiğim iki maçında da çim kort oyunu literatürünün sınırlarını delen vuruşları, servisleri; neredeyse oyunundaki her şeyiyle "Geliyorum," dedi. Yine de, bu harika tablo Fedex'in önüne engeller çıkartılamayacak kadar kusursuz bir oyunu olduğu anlamına gelmiyor. Youzhny'ye kaybettiği set ve turlar ilerledikçe -yani rakiplerin kalitesi arttıkça- büyüyen basit hata sorunu çeyrek final için çok önemli bir mesele olmasa da yarı finaldeki olası Djokovic ve finaldeki Nadal eşleşmelerini kaderini değiştirebilecek bir ayrıntı haline gelebilir. Sonuçta her iki potansiyel rakip de oyun içi dayanıklılıkları ve rakiplerini yıldıran oyun stilleriyle tanınıyor. Fedex, çöplüğünde şampiyonluğu istiyorsa bu iki "canavarın" dehşetine karşı da hazır olması gerektiğini unutmamalı.

-Çöplüğün sahibinden geçelim Dünya Sıralaması'nın tepesindeki adama... Açık konuşmalı, Nadal'ı tanımayan bir seyirci maçlarını takip etse final favorileri arasında göstereceğini sanmıyorum. İlk iki turda eşleştiği iki çok kolay rakipten sonraki iki turda da oyununu bozmak için tablodaki en uygun sayılabilecek oyuncuların karşısına çıktı. Hele Müller maçında oyunun durmasına yol açan yağmur olmasa Nadal için çok daha zor bir maç olacağı belliydi. Belki turu bile geçemeyecekti. O yağmur ve oyun arası Nadal için bir lütuf oldu ve dördüncü turda Del Potro karşısına çıktı. Bu kez, Nadal kendi şansını kendi yarattı. Maç içinde ayağında yaşadığı sıkıntıya ve ilk setin tie-break'inde 3-0 geriye düşmesine rağmen, Del Potro gibi kalburüstü bir tenisçi karşısında maçı dört sette kazanmayı başardı. Nadal'ın bu noktadan sonra finale rahat rahat çıkacağını düşündüren ise geçmişi. Nadal "toprak ağası" olarak bilinse de katıldığı son dört Wimbledon'ın hepsinde finaldeydi. Ve elbette, bir diğer sebep ise geri dönüşü ve mücadeleyi seven yapısı; yaşadığı sıkıntılardan çıkıp çeyrek finale kadar gelmeyi başarmasının onun savaşçı kişiliğini tatmin ettiğini sanmıyorum. Nadal için turnuva bugün tekrar başlayacaktır.

-Daha önceki yazıda da bahsetmiştim. Djokovic için tüm kariyerinin tersine giden bir sezon oluyor. İlk çıkışını yaptığı günlerden beri Djokovic hiç yetenekleri açısından eleştirilmemişti. Üst düzey bir tenisçiden beklenebilecek neredeyse bütün yeteneklere sahip olduğu belliydi. Ancak bir tek sorunu vardı: oyun içi istikrarı sağlayamıyordu ve bunun sonucu olarak kariyeri de sürekli olarak bir aşağı bir yukarı seyrediyordu. Bu sezonun başından beri Djokovic için değişen de bu oldu. Federer, Roland Garros'ta hakkından gelmese Wimbledon'a büyük olasılıkla dünya sıralamasının lideri olarak ve kariyer Grand Slam'ini tamamlamak için gelecekti. Buna rağmen Djokovic turnuvanın ilk turundan beri bu istikrardan ödün vermemeye ve turlar ilerledikçe oyununu daha da yukarı çıkarmaya devam ediyor. Bu açıdan "mahşerin dört atlısının" en etkili değil ama en sağlam gözüken oyuncusuydu bu tura kadar. Çeyrek final eşleşmelerindeki en tecrübesiz ama yeni olması dolayısıyla en tehlikeli oyuncuyla karşılaşmasıysa onu biraz garip bir duruma sokuyor. Bir de bir hafta önce bu isme antrenman partneri olduğunu düşünürsek benim açımdan çeyrek finallerin en ilginç eşleşmesi oluyor Djokovic-Tomic eşleşmesi. Tabi, bunca ilginç detaya rağmen Djokovic yine bir terminatör edasıyla tenis oynarsa bu seneki herhangi bir Djokovic maçından bir farkı olmaz bu çeyrek finalin ve büyük olasılık bize Djokovic-Federer yarı finalinin keyfini çıkartmak kalır.
                                     
-Bahsedeceğim son isim, elbette ki, mahşerin dört atlısının sonuncusu ve zincirin en zayıf halkası Andy Murray.   Dörtlü içinde en gösterişsiz maçları çıkaran isimdi Murray. Bildiğimiz gibi oynamaya, bildiğimiz sorunları yaşamaya devam etti. Teknik açıdan Murray hakkında eleştirilebilecek ya da övülebilecek şeyler, hâlâ, kısıtlı. Çünkü, hâlâ, yeteneklerinin önünü tıkayan mental problemlerini bitirecek o büyük çözüm adımlarını atabilmiş değil. Maçları kazanıyor ama Britanya'nın altın çocuğu imajının altını doldurabilecek dominasyonu göstermekten uzakta. Seyircinin ona verdiği desteği kendisi için bir baskı unsuru haline getirmeye, yine hâlâ, devam ediyor. Bütün bunların karşısında, Gasquet gibi oyuna dair yetenekleri çok yukarılarda bir tenisçiyi üç sette mağlup etmesi kendisi için çok iyi bir işaret. Ancak ilk tur dışında ilk servislerini oyuna sokma yüzdesini %70 seviyesine çıkaramaması, oyunun hem psikolojik hem de tekniğe dair yönü açısından büyük soru işareti. Çeyrek finali geçtiğinde karşısına çıkacak ismin Rafael Nadal olduğu düşünüldüğünde söz konusu yarı final maçında bir return uzmanı olan Nadal'ın psikolojik baskı altında ezilerek ikinci servisine mahkum olan Murray karşısında bunu kullanarak oyun üstünlüğünü alabileceğini görmek zor değil. Murray İngilizler'in beklentilerini karşılamak istiyorsa artık bir şekilde bir gömlek daha yukarı çıkmalı.

28.06.2011

Almanya 2011

2011 Kadınlar Dünya Kupası'nda takvim işlemeye başladı, ilk iki grupta ilk maçlar oynandı.

Açılış maçını yapan Fransa, Nijerya karşısında turnuvanın ilk golüne ve puanlarına sahip olarak tur için avantajla başlamış oldu. Ev sahibi Almanya 2-0 öne geçip son dakikalarında 2-1'in baskısı ile oynamasına rağmen Kanada'yı yenerek taraftarına galibiyetle merhaba demiş oldu. Kanada'nın golü görülmeye değer bir gol oldu ki bu enfes gol konu güzel futbol olunca kadın-erkek ayrımı olmadığını kanıtlar nitelikteydi:

Ev sahibi iyi başladı EurosportTurkiye

İkinci maç gününde ise B Grubu maçları oynanırken turnuvanın ilk beraberliğini görmüş olduk. Meksika ve İngiltere birbirlerini yenemezken günün diğer maçında Yeni Zelanda'yı 2-1 deviren Japonya tüm rakipleri puan kaybedince liderliğe oturmuş oldu. Meksika'nın tek puanı kaptığı gol şimdiden turnuvanın en güzel golleri arasında yerini alırken Kanada'nın attığı güzel frikik golünün bir benzeri ise Japonya'nın galibiyet golü olarak kayıtlara geçti:

B Grubu'nun lideri Japonya EurosportTurkiye

Kaynak: Eurosport.com Türkiye - http://tr.eurosport.com

2011 FIFA U-17 Dünya Kupası, Meksika

#1: Grup Analizleri
FIFA'nın erkek futbolunda yapacağı ilk turnuva olan U-17 Dünya Kupası 18 Haziran itibariyle başladı. 24 genç milli takım 10 Temmuz'da, dünyanın en görkemli futbol mabetlerinden Estadio Azteca'da kupayı kazanmak için mücadele ediyor.
Turnuvada bugün itibarıyla grup maçları sona erdi ve ikinci tura kalan 16 takım belli oldu. Turnuva ile ilgili ilk yazım da bu sebeple grupların değerlendirmesi şeklinde olacak ve turlar geçildikçe de yeni yazılarla turnuvayı güncel olarak takip etmeye çalışacağım.

A Grubu: Ev sahibi Meksika ile Kuzey Kore, Hollanda ve Kongo'nun olduğu bu grup, tamamen Meksika dominasyonunda geçti. Takım bütünlüğü olarak en ileride oldukları ilk maçtan beri belliydi ve bunun üzerine aldıkları tribün desteği ile maçların kırılma anlarını iyi oynayarak 9 puana ulaştılar. Grubun sürpriz ekibi Kongo idi. İlk maçta Hollanda'ya karşı alınan galibiyet ve Kuzey Kore'den aldıkları beraberlik ile ikinci olarak grubu tamamladılar. Kuzey Kore ise galibiyet elde edemediği için elenen üçüncülerden biri oldu. Grubun hayal kırıklığı unvanını ise Hollanda hak ederek aldı. Gençler turnuvalarının çoğunda takdiri toplayan bu ekip, birbirlerinden kopuk ve istikrarsız oyunları sayesinde sonunculuğu kimseye kaptırmadı.
Dikkat çekenler: Casillas, Fierro(Meksika), Ebecilio(Hollanda)

B Grubu:Bu grupta Fransa, Japonya, Jamaika ve Arjantin vardı. İlk maçlarda Fransa'nın oyunu oldukça göze çarparken, maçlar ilerledikçe Japonya'nın daha bir takım olduğu belli oldu. Özellikle orta sahasının tüm oyuna katkısı gerçekten çok başarılıydı Uzakdoğu temsilcisinin. Fransa ise takım oyunu olarak Japonya'dan biraz daha geride de olsa genç yıldızlarının katkısıyla ikinci tura adını yazdırdı. Arjantin ise tıpkı Hollanda'daki gibi bir senkronsuzluk vardı ve bunun ötesinde de yetenekli oyuncularının kendilerini gösterme çabası onlar adına çok da iyi olmadı ve gruptan üçüncü olarak çıktılar. Jamaika ise mütevazı kadrosuyla grupta çok da bir varlık gösteremedi. Grubun son maçında çıkmayı garantileyen ve nispeten yedek ağırlıklı çıkan Fransa'dan aldıkları puan ile turnuvayı tamamlamış oldular.
Dikkat çekenler: Yaisine, Benzia(Fransa), Akino(Japonya)

C Grubu: Uruguay, İngiltere, Ruanda ve Kanada'nın olduğu bu grup önceden de favori görüldüğü üzere İngiltere'nin önderliğinde bitti. Özellikle hücum hattından, İngiltere öyle bir verim aldı ki dört farklı forveti gol attı. Uruguay ise turnuvadaki Güney Amerika temsilcilerinden en haddini bilerek oynayanıydı benim kanaatimce. Oyun planlarına sadık bir görüntü vererek grubu ikinci sırada tamamladılar. Kanada ise gruba renk katan takımdı. Özellikle de kalecisi Roberts'ın İngiltere maçının sonlarında 60 metreden attığı gol ile turnuvanın akılda kalacak ekibi oldular. Roberts da bu golüyle bir FIFA turnuvasında gol atan ilk kaleci olarak almanaklara girmiş oldu. Ancak Kanada aldığı 2 puan sebebiyle en kötü üçüncülerden diğeri oldu ve elenmekten kurtulamadı. Ruanda ise grubun varlık gösteremeyen ekibiydi zaten ve aldığı 1 puanla evine dönmüş oldu.
Dikkat çekenler: Hope, Smith(İngiltere), L. Pais(Uruguay)


D Grubu: ABD, Özbekistan, Çek Cumhuriyeti ve Yeni Zelanda'yı içeren bu grup en sürprizli grup olarak tanımlansa yeridir. Öyle ki her ekip birbirini yenerek en az bir galibiyet almış oldu. İlk maçında Yeni Zelanda'dan fark yiyen ve çok da dikkat edilmeyen Özbekistan diğer iki maçını aldı ve grubun kendine has durumuyla bir anda liderlik koltuğuna kuruldu. ABD ve Yeni Zelanda grubun diğer dinamik takımlarıydı. Her iki takım özellikle hücum hattındaki varyasyonlarıyla maçlarda seyir zevkini oldukça yüksek tuttular. Grupta o kadar benzer davranışları vardı ki tüm puantajlarda aynı oldular ve çekilen kura ile ABD ikinciliği aldı. Çek Cumhuriyeti aldığı Yeni Zelanda galibiyeti ile grubun tüm dengesini dağıttı fakat bu onların gruptan çıkmasına yetmedi.
Dikkat çekenler: Carmaichael(Y.Zelanda), Makstaliev(Özbekistan), Guido(ABD)

E Grubu: Almanya, Burkina Faso, Panama ve Ekvador'dan oluşan bu grupta Almanya hegemonyası var. Kadrosunun omurgası olduğu gibi Türk asıllı oyunculardan oluşan ekip oynadığı maçların her dakikasına hükmetti desek yanlış olmaz. Savunmadaki kademe anlayışlarının üzerine, özellikle Levent Ayçiçek önderliğindeki hücum hattı izleyenlere takdire şayan pozisyonlar ve goller izletti. Bu etmenlerle de Almanya turnuvanın en çok gol atan ve en az gol yiyen takımı(11-1) oldu. Ekvador ilk maçta Almanya mağduru olsa da kendinden zayıf gözüken rakiplerine karşı net bir oyun oynayarak grup ikinciliğini elde etti. Ancak hücumda fazla bireyselliğe yönelmeleri onlar adına ilerideki turlarda sıkıntı yaratabilecek bir etmen. Panama ise bir türlü organize olamayan bir ekip olarak göze battı. Efsane futbolcuları Dely Valdes'in teknik patronluğunda aldıkları Burkina Faso galibiyeti onları bir üst tura çıkartmaya yetti. Burkina Faso ise turnuvanın maalesef en zayıf ekibiydi golü ve puanı dahi olmadan şampiyonaya veda etti. Hazır bu grupta iken de kupa için favorimin Almanya olduğunu belirtmeden sözümü bitirirsem ayıp olur.
Dikkat çekenler: Samed Yeşil, Okan Aydın, Levent Ayçiçek(Almanya), Cevallos(Ekvador), Aguilar (Panama)

F Grubu: Turnuvanın son grubunu da Avustralya, Fildişi Sahili, Brezilya ve Danimarka oluşturdu. Grupta Brezilya her kategoride favori olmasının hakkını verdi, yetenekli oyuncularına iyi futbolu da eklediler ve liderliği kaptırmadılar. Ancak grupta Brezilya'dan da çok akılda kalan Fildişi Sahili'nin gol makinesi Souleymane Coulibaly'ydi. Öyle ki genç forvet ülkesinin 8 golünün tamamında imzası olan isimdi. Coulibaly sülalesinin en yeni halkasının özellikle soğukkanlı vuruşlarıyla şimdiden taliplilerini artırması kaçınılmaz. Yıldız oyuncusunun bu olağanüstü katkısı Batı Afrika ekibinin grupta ikinciliği averaj sayesinde Avustralya'dan almasını sağladı. Kangurular ise grupta tatlı-sert futbolu ile öne çıktılar. Kadroyu oluşturan ekibin ağırlıklı olarak Avustralya Spor Enstitüsü oyuncuları olması, ekipte takımdaşlık duygusunun üst düzeyde olmasını ve benzer anlayış ile sahaya çıkmalarını sağlamış. Bu sayede de bir üst tura haklarıyla çıkmış oldular. Danimarka ise turnuvanın bir diğer hayal kırıklığı. Altyapı olarak parmakla gösterilen bir ülkeden beklenmeyecek derecede hırs yoksunu ve mental olarak turnuvaya hazır olmamış bir görüntü verdiler ve sonunculuğu adeta hak ettiler.
Dikkat çekenler: Ademilson, Piazon(Brezilya), Tombides, Makarounas(Avustralya), S.Coulibaly(F.Sahili)

Grup analizlerimiz biraz uzun da olsa bu şekilde. Turnuva ilerledikçe güncellemeler ve yeni yazılar gelecek ardı ardına. Turnuvayı takip etmek isteyenler adına şunları da belirtmeden geçmeyelim. Maçlar TSİ 23.00 ve 02.00'de oynanmakta. Eurosport ya da Eurosport 2 kanalı günde bir maçı canlı olarak veriyor. Tüm maçların geniş özetlerine gün içinde rastlamak mümkün. onun haricinde FIFA.com'dan da canlı olarak izlenebilir.

26.06.2011

Michael Phelps Foundation & Türkiye'de Yüzme

Michael Phelps Foundation kar amacı gütmeyen bir organizasyon olarak yüzme sporunu ABD'de daha da geliştirmek ve özellikle çocuklara sağlıklı ve aktif bir hayat sağlamak amacıyla kuruldu. Michael Phelps, 2008 Pekin Olimpiyat Oyunları'na damgasını vurarak vatandaşı Mark Spitz'e ait 7 altın madalyalı rekoru 8 altına taşırsa sponsoru olan Speedo 1 milyon Dolar bonus vereceği konusunda kendisine söz vermişti. Phelps sekiz altını aldı, Speedo da milyonluk çeki hediye etti Phelps'e. Efsanevi yüzücü de bu gelen parayı kendi vakfını kurmak için harcadı.

Vakıf bu yaz 14 eyalette 16 kulüp için faaliyet gösterecek. Ayrıca bu kuruluş ABD Anti Doping Ajansı'nın "project believe" olarak adlandırdığı projeler/programlar kapsamında. Kulüplerde ortalama 120 katılımcı toplam 180 saatlik eğitime tabi tutuluyor. Katılanların %75'i hayatlarında ilk kez yüzme eğitimi alıyor.

Vakfın sloganı ise şu: Dream, plan, reach. "Hayal kur, planla(hedefle), ulaş" diyebiliriz. Bu başlıklar altında Phelps'in kariyeriyle birlikte bu vakfın hedefleri anlatılmış.

Hayal Kur:
Michael, ailesi suyun güvenine inanıp onu havuzla tanıştırdığında henüz altı yaşındaydı. Yine de bu Michael için ilk görüşte aşk demek değildi zira yüzünün kuru kalmasını istediği için sürekli sırtüstü yüzüyordu. Büyüdükçe havuzda daha fazla zaman harcamaya başlayan Michael ablalarının antrenmanlarını takip ediyordu ve bu sayede suda daha rahat edip o da antrenmanlar yapıp yarışma kararı alıyordu. Yüzme kulübündeki genç koç Bob Bowman ise Michael'da özel bir şeyler olduğunu düşünüyordu. Michael on bir yaşına geldiğinde Bowman bir görüşme talep etti. Bowman bu görüşmede Michael'ın Olimpik yüzücü olabileceğine inandığını söyledi. Böylece Michael'ın ilk HAYALİ şekillenmiş oluyordu -Olimpik yüzücü olup ABD için bir altın kazanmak.

Planla:
Michael için Olimpik yüzücü olma fikri epeyce heyecanlıydı. Ama koç Bowman, Michael'ı bu hedefin heyecanlı olduğu kadar çok fazla çalışma ve fedakarlık gerektirdiği konusunda ikna etmişti. Hepsi kabul görmeliydi çünkü Michael'ın bir rüyası vardı, Michael da gereken kararı verdi. Koçu, ailesi ve arkadaşlarıyla ana hatlarıyla bir PLAN belirleyip Olimpik takıma ulaşma hayalini sürdürdü genç yüzücü. Michael özel hedefler koydu ve yılın her günü(tatillerde ve doğum günlerinde bile) çalışmayı içerek günlük program uygulamaya başladı. 1998 yılın içinde başlayıp 2004'e dek Michael'ın havuza girdiği gün sayısı 1780'i geçiyordu.

Ulaş:
Tabii ki Michael'ın hedefine ulaşacağına herkes inanmamıştı. Ama o ulaştı ve çevresini kendisine inanan insanlardan kurdu. Yerinde ve belirli bir planla, Michael hedefine ULAŞMAK için gereken cesareti buldu. Yavaş yavaş o ağır çalışmasının meyvelerini toplamaya başlamıştı; en iyi kişisel zamanları sürekli gelişiyordu, alt yaş gruplarında rekorları birer birer elde ediyordu ve en önemlisi de 2000 Sydney Olimpiyatları'na gidecek takımda henüz 15 yaşındayken kendisine yer buluyordu. Sydney'de ABD yüzme takımının en genç sporcusu olarak, hem de katıldığı ilk büyük yarışta 200 metre kelebekte beşinci sırayı elde ediyordu. Ancak O daha fazlasını istedi ve altın madalya hedefi koydu kendisine. Yeni hedefler koydu, planını revize etti ve Olimpiyat altını hedefini sürdürdü. Sekiz yıldan fazla bir süre, binlerce fedakarlık ve neredeyse her gün havuza girip çalışmak Michael'ın tüm hayallerini gerçeğe dönüştürdü. İlk altın madalyasını 2004 Atina Olimpiyatları'nda elde etti ve bu başarı beraberinde 6 altın, 2 bronz madalya getirdi. Ama bu noktada durmadı. 2008'de daha önce asla yapılamamış bir şeyi yapmayı hedefledi ve Pekin'de tam 8 altın madalya aldı; yüzme sporunu yeni bir boyuta taşımıştı.

~

Michael Phelps Vakfı ve koyulan hedefler, verilen cesaret bu şekilde. Olimpiyat tarihinin en büyük imzalarından biri 2008 yılı öncesine dek Mark Spitz'e aitti, 7 altın madalya ile ABD'nin değil tüm Olimpiyat tarihinin en büyük efsanelerinden biri oldu. Yüzme sporu ABD için kabul görmüş ve dünyaya damga vurabilmiş bir spordu. Bunun üzerine bir de 2008 yılında Phelps'in rekoru geldi, Spitz'in efsanesini bir adım daha üste taşıdı. Madalya sayısını sadece 1 tane arttırmış olsa da yeryüzünde bir daha yapılması çok güç, belki de kendisinin ile ulaşamayacağı bir başarıya imza attı. 8 altın madalya ile Olimpiyat tarihinin en büyük efsanesi olurken bunun 7 tanesini dünya rekoru ile süsledi.

Yüzme ABD için bizdeki gibi utanç değil gurur kaynağı, her ülke arada sırada herhangi bir sporda suskun dönem yaşasa da bir şekilde efsane bir yüzücü çıkarıp başarısını sürdürülebilir hale getiriyor ABD'liler. Ve o yüzmenin tarihlerindeki en büyük sporcusu Phelps, ülkesi adına hala daha geliştirilecek bir şeyler olduğuna inanıyor. Asla yeterli görmüyor, asla durmak istemiyor ve sporu ülkesinde her gün biraz daha fazla geliştirmek istiyor.

Türkiye'de ise yaklaşık çeyrek yüzyıldır havuzda bir tane isim var: Çocukluğundan beri yüzen Derya Büyükuncu. Derya'dan sonra bir tane sporcumuz yok, hep alt yaş gruplarında birkaç madalya ve başarı haberi geliyor ancak iş onları profesyonel düzeyde büyük sporcu haline getirmeye geldiği zaman duruyoruz, susuyoruz. Elimizde 5 Olimpiyat gören bir sporcu var, madalya sayısı sıfır. O sporcu 6. Olimpiyat'ına katılsa tarihte bunu yapan ilk kişi olacak, ancak Türkiye Yüzme Federasyonu ona sahip çıkmak yerine Survivor'a katıldı diye eleştiriyor. Bir ülkenin en büyük yüzücüsü Olimpiyatlar'a bir yıl kala TV şovlarında boy gösteriyor. Federasyon oraya katıldı diye küsüyor. Hatta küsmesi TV programları sayesinde yeni olan bir şey değil; destek olmadıkları, sponsor desteği sağlamadıkları yüzücünün başarısızlığına 2008 Olimpiyatları sonrası laf etmeye başladılar. Final bile yüzemedi diye eleştirdikleri adam çocukluğunda ve gençliğinde Balkanlar ve Avrupa'da rekor kırıp altın madalyalar alan bir adamdı. Eldeki genç sporcunun gelişmesine bir adım bile katkıda bulunmuyoruz konu yüzme olunca. Futbol ve basketbolda bile yeteri kadar yeteneğin değerini bilemezken bunu yüzmede beklemek ne derece doğru derseniz de beklerim derim. Beklemek zorundayım, spor demek futbol veya basketbol demek değil. Sahilini 1 metre genişletip de yarım metrelik bisiklet yolunu esirgeyen Marmaris Belediyesi'ni eleştiririm mesela. Yüzme konusunda gençlerde hep madalya alırken konu yetişkinler olunca finali göremeyen sporculara sahipken o ülkeyi eleştiririm.

"Türkiye üç tarafı denizlerle..." diye bitmek tükenmek bilmeyen bir laf var, ben de sık kullanırım yeri gelince. Acaba diyorum ki böyle bir ülkede havuz değil de açık deniz yüzme dalında başarılı birilerini mi çıkarmışız? O da yok. Problemimiz havuzla olsa anlarım ama genel. Her yanımız denizlerle çevrili olsa da denizden anladığımız deve güreşi ve dipten kum çıkarmaktan fazlası değil. Senkronize yüzmeye "saçmalık" gözüyle bakan, tramplen ve kule atlamaya iskeleden bombalama atlama mesafesinde olan, yüzücü konusunda tek bilgisi Buzda Dans ve Survivor yarışmacısı Derya Büyükuncu olan ülkede bir gün bir şeyler değişecek, değişmeli. Derya'yı suçlamıyorum zira konu O olduğu zaman sonuna kadar da arkasındayım. Blogda daha önceki yazılardan o konudaki düşüncelerime ulaşılabilir.

Ekonomisi ile dalga geçtiğimiz, para birimine her hafta yeni sıfırlar eklenen Zimbabve bile Olimpiyat oyunlarında altın madalya peşinde koşabiliyorken Türkiye için yarı final çok büyük başarı olarak görülüyor. ABD'de bıkmadan usanmadan, tarihin en büyük Olimpiyat performansına rağmen hala daha yüzme sporu yetersiz görülüyor. Bizde ise yetkililer "Derya adam olsaydı da madalya kazansaydı" diyorlar. O adamı beklediğiniz gibi adam yapamayan sizler değil misiniz?

Derya özelinde gitmek istemiyorum, benim isyanım genele çünkü. Marmaris'te yıllardır duyarım, çocukluğumdan beri birileri Türkiye rekorları kırıyor, Türkiye çapında madalyalar alıp Avrupa çapında final yüzüyor... Ancak büyüdükleri zaman isimlerini herhangi bir şekilde duyduğumu hiç hatırlamıyorum bugüne dek. Bu spor bu ülkede geliştirilmeye en açık sporlardan biriyken yüzüne bile bakılmıyor.

Yüzmeye spor olarak olan ilgim İstanbul'da yapılan 1999 Avrupa Şampiyonası ile başladı. O şampiyona ülkede kaç kişiye bu sporu ciddi anlamda takip ettirecek bir katkı yaptı bilmiyorum ancak yaz geldiği zaman denizden çıkmayan biri olarak beni ateşlemeye yetti. Öncesinde sadece denizi ve kendince yüzmeyi seven biriydim. Sonrasında yavaş yavaş ilgi artıp bu seviyeye, futboldan daha fazla önemsediğim bir hale geldi. Futbol ne de olsa bir şekilde gelişir, ben sevmesem başka biri sever. Ancak yüzmeyi seven bir avuç insanız, sesimizi duyurmak ve her fırsatta dile getirmekten başka çaremiz yok.

Bir gün o havuzdan kafayı ilk önce çıkaran sporcunun bonesinde Türk bayrağı olacak. Birkaç sene sonra veya onlarca sene sonra, bilemem ama olabilmesi için elimden gelebilecek her şeye razıyım. Yüzme sporu gelişmeli, gelişmek zorunda, bir zorluğu yok, yüzmeyi bildikten sonra herkes profesyonel olmasa da amatör anlamda ilgilenebilir bununla. Zaten profesyonel düzeyde yeteneği olan kendini belli eder. Yeter ki o yetenekleri işleyebilelim. "Şu çocuk yetenekli" demekte bir problemimiz olmadığı alt yaş gruplarında gelen madalyalarla belli de, "şu çocuk yetenekli" sözünü "şu kadın/erkek yetenekli" seviyesine yükseltebilmeliyiz. Çocukken gördüklerimizi çocuk sporcu olarak bırakıyoruz, otuz yaşında bile çocuk gibi yüzdürüyoruz, çocuk gibi eğitim veriyoruz. Kendimiz büyük sporcu yetiştiremiyoruz bu dalda, öyleyse işi profesyonellerine bıraksak, biraz da onların tavsiyeleriyle tesisleşmeye önem versek... Hayal mi kuruyorum? Evet.

Ama Phelps de her şeye hayal kurarak başlamıştı.

İyi Ki İstikrarsızdın Harry Kewell

Yeni bir furya aldı yürüdü gitti sağda solda. Harry Kewell gittikten sonra "ne de olsa artık yok" mantığıyla önüne gelen saldırmaya, hakaret etmeye başladı. Oynarken "Daddy Cool" diye şakşakçılık yapanlar bir daha dönmeyecek diye rahat rahat sallamaktan çekinmiyorlar. En çok tutundukları dal da Kewell'ın istikrarsız olup çok maç kaçırmasıydı.

Sözü çok uzatmıyorum, bahsettiğim zihniyetlere cevaben Galatasaray Sözlük'te entry yazdım, buraya noktasına virgülüne dokunmadan, sansür falan koymadan ekliyorum. Zaten sansür getirecek derecede de bir şey yok, insanın bir organından veya vücudunun bir kısmından da sansürle bahsedeceksek işimiz iş.

"istikrarsız olduğu için arda turan'ın yan gelip yattığı dönemde takım için çabalamış oyuncudur.
istikrarsız olduğu için hakan balta'nın göğüs kılıyla top uzaklaştırmaya çalışmasaydı o rakibe karşı ilk maçtaki performansı ile tarih adını yazacaktı.
istikrarsız olduğu için hamburg'a karşı mırın kırın etmedi stoper oynadı.
istikrarsız olduğu için doktorların kariyerini bitirebilecek hatasına rağmen küsüp gitmeyip burada mücadele etti.*
istikrarsız olduğu için ligde amacımız yok diye tüm yerliler yan gelip yatarken son haftalarda her şeye rağmen mücadele etti.
istikrarsız olduğu için bordeaux maçında türkiye'yi çatır çatır salladı.
istikrarsız olduğu için futbolu burada bırakma isteği reddedildi.
istikrarsız olduğu için eşini çoluğunu çocuğunu ingiltere'de bir süre daha bırakıp "ben futbolu galatasaray'da bırakmak istiyorum" diye her gördüğü mikrofona haykırdı.
istikrarsız olduğu için italya'yı, ingiltere'yi reddedip daha az paraya galatasaray'da oynadı.

ve en önemlisi, istikrarsız olduğu için "kewell from galatasaray" dediğinde götünü yalayanlar iki sakatlığın ardından itin götüne soktular.

iyi ki istikrarsızdın harry kewell. keşke daha istikrarsız bir adam olsaydın, kim bilir neler yapacaktın o zaman...

*bu hatayı ameliyat sonrası hasta yatağında kendisi dile getirdi"


Ha; madem ki Kewell'ın istikrarsızlığından yakınıyorsunuz, Baros da aynı oranda maç kaçırıyor. Madem ki ikiyüzlülük yok işin içinde, "Kewell gitmese de istikrarsız derdim" diyen varsa şimdi çıkıp hala takımın birinci forvetiyken Baros'a da hakaret etsinler. Ama yok, başka takıma gitsin de o zaman ne de olsa gitti diye vurmaya başlarsınız değil mi?

25.06.2011

2011 FIFA Kadınlar Dünya Kupası

Erkeklerde alt yaş gruplarında turnuvalar yaz aylarının Avrupa adına kulüp bazındaki futbolsuz günlerini doldurmaktayken kadınlar futbolunda da uluslararası düzeyde en büyük turnuva geldi çattı: Dünya Kupası.

26 Haziran-17 Temmuz tarihleri arasında Almanya'da dokuz stadın ev sahipliği yapacağı turnuvada maçların oynanacağı statlar şunlar:
Impuls Arena, Augsburg
Olimpiyat Stadı, Berlin
Ruhrstadion, Bochum
Glücksgas Stadı, Dresden
Commerzbank-Arena, Frankfurt
BayArena, Leverkusen
Borussia-Park, Mönchengladbach
Rhein-Neckar-Arena, Sinsheim
Volkswagen-Arena, Wolfsburg

16 takımın katıldığı turnuvadaki dört grup ise şu şekilde:
A Grubu: Almanya, Kanada, Nijerya, Fransa
B Grubu: Japonya, Yeni Zelanda, Meksika, İngiltere
C Grubu: ABD, Kore DHC(Kuzey Kore), Kolombiya, İsveç
D Grubu: Brezilya, Avustralya, Norveç, Ekvator Ginesi

Bu ön bilgilendirmeden sonra Eurosport Türkiye'nin bloglara bu kupa ve bilgilendirme konusunda destek olacağını, kupa boyunca bizlere her türlü haberi, videoyu ve bilgiyi kaynak alarak kullanma şansı verdiğini hatırlatalım ve teşekkür edelim.

Birkaç video-haber ile de yazıya şimdilik nokta koyalım:

Erkeklerde Fransa'daki kaosa benzer bir şekilde milli takım ile sorunlar yaşayan ABD kalecisi Hope Solo geri döndü ki kendisinin adının bu blogda daha evvel geçmişliği de var. Hope Solo ve geri dönüşü ile ilgili haber için: Eurosport - FUTBOL - Solo, acının içinden geliyor!

Peki son erkekler Dünya Kupası'nda tüm dikkatleri üzerine çeken Ahtapot Paul gerçeği varken ve Almanya bir Dünya Kupası'na ev sahipliği yapmaya hazırlanırken yeni ahtapotlar unutulur mu? Tabii ki unutulmadılar. Sekiz ahtapot Berlin'de bir merkezde Paul için uygulanan sistemin aynısı ile tahmin yapmaları konusunda eğitiliyorlardı. En az birinin Paul kadar isabetli tahminler yapması bekleniyordu ki PETA olaya el koydu. PETA adına konuşan yetkililer "Ahtapotlar son derece gelişmiş sinir sistemleri olan ve kalabalıklara şov yapmaları istendiğinde bundan olumsuz etkilenen hayvanlardır" diyerek olaya engel olmak istediler ancak bunun ne denli dikkate alınacağı bilinmiyor. Zira 2010 Dünya Kupası sırasında da Paul'ün serbest bırakılmasını istemişlerdi.

Spor türü ve organizasyon ayırmaksızın her büyük turnuva yeni ve sürpriz yıldızlar vadeder bizlere, işte bu kupada bu konunun en güçlü adaylarından biri olan Alexandra Popp:


Kaynak: Eurosport.com Türkiye - http://tr.eurosport.com

24.06.2011

Şangay 2011 Geliyor! #3

Roma'daki Sette Colli Şampiyonası'nda yıldız isimler seslerini duyurmaya devam ediyorlar. Geçen yıl Budapeşte'de 200 metre sırtüstünde Avrupa şampiyonu olan Elizabeth Simmonds, Roma'da son dünya şampiyonu Kirsty Coventry'yi geçerek altına uzandı. Zimbabveli Coventry ise 1.5 saniyeden fazla fark yediği bu daldaki yenilgiye rağmen itibarını 200 metre bireysel karışık sayesinde korudu.

Federica Pellegrini de Çin'deki Dünya Şampiyonası öncesinde kendi ülkesinde başkent Roma'da 200 metre serbestteki zaferiyle hayatta olduğunu belli etti. Yüzme ile ilgili bu serinin ilk yazısında en büyük kaygılarımdan biriydi Pellegrini'nin 200 metre serbestteki formsuzluğu. Neyse ki atlatmış gözüküyor. Yaptığı 0.83 saniyelik fark bu dal için ideal bir fark denebilir.

Kadınlarda bu önemli ve performans açısından güzel gelişmeler yaşanırken bir tane de sürpriz bir şok haber geldi. Son iki Avrupa Şampiyonası'nda 50 metre serbestte gümüş madalyaların sahibi olan Hollandalı yüzücü Hinkelien Schreuder, Şangay'da yarışmayacağını resmi sitesinden açıkladı. 27 yaşındaki yüzücü, kariyerine devam edip etmeyeceğini ise birkaç hafta düşündükten sonra karara bağlayacağını açıkladı. Antrenörünün 4x100 metre serbestte Hollanda adına yarışamayacağını, bunun için yetersiz oluğunu açıklamasının ardından Şangay'daki Dünya Şampiyonası'na katılmama kararı aldığını belirtiyor. Bu sebepten ötürü bireysel performansını da izlemekten uzak kalacağız.

Büyük Britanya yüzme takımı 40 kişiden oluşan Şangay ekibini 20 kadın-20 erkek olarak oluşturdu ve 2008 Pekin Olimpiyat Oyunların öncesinde de kamp yaptıkları Osaka'da hazırlıklarına başladı. Büyük Britanya'nın Şangay 2011 kadrosuna oluşturulmuş en iddialı Britanya takımlarından biri deniyor. Bu da demek oluyor ki son zamanlarda hiç olmadıkları kadar büyük bir iddia ile geliyorlar.

ABD'nin erkeklerdeki iki dev ismi Michael Phelps ve Ryan Lochte önem verdikleri branşlarında gümüş madalyayı aldılar. İki sporcunun da kendilerini sıkmayıp Şangay'a sakladıkları düşünülmekte, ABD'liler formsuzluk demiyorlar buna. Canlı izleme şansım olmadığı için kişisel yorumumu yazamıyorum. Bilgilerle devam etmek en iyisi. Kaliforniya'daki Santa Clara uluslararası yarışlarında Lochte son dünya şampiyonu unvanını elinde bulundurduğu 200 metre bireysel karışıkta ikinci olurken, madalya için yeni bir alan olarak belirlediği ve 2007'deki Dünya Şampiyonası dışında büyük organizasyonlarda madalyasının bulunmadığı 100 metre sırtüstünde de ikinci oldu. Phelps'in ikinci olduğu dal ise Dünya Şampiyonaları tarihinde ilk madalyasını kazandığı ve yine son iki Olimpiyat şampiyonluğunun sahibi olduğu 200 metre kelebek.

Tüm bunlar olurken FINA da 2011 Dünya Kupası takvimini açıkladı:

Fri 7 -Sat 8 October Dubai (UAE)
Sat 15 - Sun 16 October Stockholm (SWE)
Tue 18 - Wed 19 October Moscow (RUS)
Sat 22 - Sun 23 October Berlin (GER)
Fri 4 - Sat 5 November Singapore (SIN)
Tue 8 - Wed 9 November Beijing (CHN)
Sat 12 - Sun 13 November Tokyo (JPN)

23.06.2011

Kurtuluş Günü: Adrian Mutu Cesena'da!

Fiorentina, 23 Haziran 2011 günü benim gözümde kulüp tarihinde başına gelen en kötü şeylerden birinden kurtulmuş oldu. Adrian Mutu artık Cesena forması giyecek. Oynadığı her maç kendini kahraman yapmanın derdine düşen, adının formadan daha önde anılmasını isteyen, takıma bir tane fayda sağlarken karşılığında üç tane zarar veren adamdan artık kurtuldu. Fiorentina'nın saha içerisinde önü bir kademe daha açılmıştır bu transferle birlikte, bu kadar da iddialıyım. Daha fazla değerlendirmek istemiyor ve sadece kurtulduk diye haykırmak istiyorum!

Kulüp de şu şekilde duyurdu Mutu'nun gidişini:

"ACF Fiorentina olarak oyuncumuz Mutu'nun tüm haklarının Cesena kulübüne verildiğini duyuruyoruz.

Adrian'a kulübümüzle geçirdiği yıllar için teşekkür eder, yeni kulübünde ve kariyerinde başarılar dileriz."

22.06.2011

Güle Güle Hocaların Hocası...

22 Haziran 2011, Coşkun Özarı aramızdan ayrıldı.

Fotoğrafa ise Ekşi Sözlük'te rastladım, sıralama şu şekilde: Hocaların Hocası-Baba Gündüz-Berlin Panteri. Baba Gündüz gideli çok oldu, 31 yıl sonra Coşkun Özarı da yanına göç etti.

Bu noktadan sonra sözü resmi siteye bırakalım, Coşkun Özarı'nın kariyerine...: http://www.galatasaray.org/kulup/haber/10384.php

Wimbledon 2011 Günlükleri #1

Malumunuz, tenis tarihinin en eski ve prestijli turnuvası Wimbledon'ın 2011 ayağı başladı. NTV Spor'un yayınlamasıyla takip etme şansı elde eden bendeniz de bu turnuva hakkında iki kelam etme fırsatını kaçırmak istemedim. Umarım turnuva boyunca her turdan izlenimlerimi aktarmayı başaracağım. İşte bu turun notları:

-Şikayet ederek başlamak istemezdim ama NTV Spor'un yayın politikasını eleştirmemek imkansız. Turnuvayla ilgili ilk yayını yapmak için neden saat 14:30'a kadar bekleniyor; Spor Servisi'nden sonraki iki buçuk saat neden günde onlarca kez yayınlanan bültenlere ya da sezonun en prestijli tenis olayı için yapılacak özel programlara tercih edilmeyecek "dolgu malzemesi" programlara ayrılarak heba ediliyor, anlamak mümkün değil. NTV Spor'un şu günlerdeki günlük akışı tamamen Wimbledon'a ayırılabilecek kadar müsaitken neden böyle bir fırsattan yararlanılmadığının mantıklı bir şekilde açıklanabileceğini düşünmüyorum. Hele de her fırsatta yetkilileri veya yorumcuları tarafından spora dair yayınların azlığından şikayet edildiği düşünüldüğünde.

-Neyse, eleştirme faslını geçip korta dönmek en iyisi. Merkez kortu açan Nadal - Russell maçıyla başladı Wimbledon macerası ve beklenildiği gibi bir başlangıç oldu. Maç başında uzun toprak sezonu sonrası Nadal'da çim sezonunun başından beri görülen bir çeşit dalgınlık, bir çeşit uyku hali vardı. Buna rağmen Russell'ın Nadal standardından fersahlarca uzak olması maçın Nadal adına riske girmesini engelledi. Amerikalı arada ilginç çıkışlar yapsa da bunların merkez kortta olmanın "gazından" daha fazlası olmadığı barizdi. Nadal ilk sette gereken hamleyi yaptı, sonrasında da oyunu bir iki gömlek yukarı çıkarması yetti. Yine de Russell'ın arada yaptığı çıkışlar sağolsun, uyku getirmeyen bir maç oldu.

-Aynı gün sahaya çıkan Murray'de de Federer hariç sıralamanın ilk 4 oyuncusunun hepsinde az ya da çok seçilebilen toprak sezonunun bitkinliği görüldü. Hatta Murray daha ilk turda set de kaybetti. Ama sonrasında hem şansının yaver gitmesi hem rakibinin ritm kaybetmesi hem kendisinin vites yükseltmesiyle onun ilk turu da çok ilgi çekici bir hal almadı. Murray oyunun her parametresinde tatmin edici bir performans ortaya koydu. Yine de kendisinin sorunu bunlardan biri değil hali hazırda; ileriki turlarda ortaya çıkacak stresle başa çıkıp çıkamayacağı. Diğer yandan oynanan maçın en önemli yönü, rüzgar unsurunun tamamen ortadan kalktığında şartların nasıl değişebildiğine dair görülen ipuçlarıydı: Rüzgar yokluğunun özellikle rallileri çabucak bitirmeye yönelik oynayan oyuncuların çok da işine gelmeyebileceği düşüncesi oluştu bende. Özellikle dünkü maçta Federer'in yağmur riskini fark edince biraz daha aceleci bir tavır takınması buna dair bir delildi. Turlar ilerleyip maçlar uzadıkça bu mesele hakkında daha net bir fikrimiz olacaktır.
-Murray ve Nadal'ın oynadığı gün sahaya çıkan bir başka isim de geçen senenin finalisti Berdych'ti. O da toprak korta yatkın Volandri karşısında çok rahat bir galibiyet aldı. Geçen seneki finalden sonra bir final ve hatta bir şampiyonluk hayal etmesinde sakınca olduğunu düşünmüyorum. Ancak performansı ne kadar yüksek olsa da işi geçen senekinden çok daha zor olacak, bu kesin. En azından bu sene iki yerine dört potansiyel rakip hesap etmesi gerekiyor. Murray ve Djokovic'in bu sene yakaladığı çizginin geçen sezonlardan çok daha farklı olduğu ortada ve bu iki ismin oyun stili Berdych çok daha fazla zorlayabilir.

-Turnuvanın ikinci gününde turnuvanın ev sahibi Federer sahadaydı ve ev sahipliğinin hakkını verdi. Karşısındaki Kukushkin'in cesur oyun stilinin de katkısıyla Fedex turnuvaya çok etkileyici bir giriş yaptı. Özellikle slice'ları, drive'ları ve zaman zaman yaptığı literatür dışı vuruşlarla dudak uçuklattı. Geçen sezonki Falla sürprizinden sonra bu yılki turnuva başlangıcı çok daha göze hoş göründü. Yine de bazen yaşadığı oyun içi savrukluklar ve zamansız basit hataları kendisi için hoş sinyaller değildi. Sanıyorum turnuva içinde ritm buldukça bunlar da en aza inecektir. Eğer inmezse ilerleyen turlarda sıkıntı; son sekiz ve son dört de  ise sürprize neden olabilir Federer için. Özellikle Kukushkin'in yeteneğine rağmen Federer'in karşısındaki en tecrübesiz tenisçi olduğu düşünüldüğünde.

-Son maddedeyse Djokovic var. Kendisi için söylenecek pek bir şey bulmakta zorlansam da... Bunun nedeniyse çok bariz: Sezon başından beri performans çizgisi neredeyse hiç değişmedi. Aynı şeyi yeşil çim üzerinde de sürdürüyor. Servis oyunlarındaki performansı yine ve yine harikaydı. İlk sette biraz teklese de Nadal gibi sonraki iki sette alışılan seviyesine yükseldi.  Kariyerinin şu sezona kadarki döneminde sürekli dalgalanan bir grafiğe sahip bir raketin böyle olağanüstü bir istikrarı devam ettirmesi kendisi açısından çok büyük bir hamle ve Wimbledon'ın dört büyük ismi arasındaki en net ve en etkileyici performansı gösterdiği de ortada.

İkinci turun başlayacağı bugün öncesinde genel olarak tablo böyle. Aslen sezon genelinde değişen çok bir şey yok ama sonuçta bu bir Grand Slam, şampiyonu belirleyen klişeleşmiş kalıplar değil her sene değişebilecek küçük ayrıntılar olacaktır.

19.06.2011

Umut; İstanbul'da Bir Semt Adı Değilmiş...

Askerlik ile ilgili yazacak çok şeyim var ama burası son yeri. Çoğu okuyucu Twitter'dan takip ettikleri için bir şekilde yaşadıklarımdan haberdar.

Askerde maç izleme fırsatımız pek olmadı, hani maçı izlerken bile aklımız gece 02-04 nöbetindeydi, ya da maç saatinde nöbetimiz vardı. Zaten öyle bir ortamda askerlik yapıyordum ki, "Adnan Polat bu Lincoln'ü neden oynatmıyor" diye söylenen Galatasaraylı asker arkadaşım vardı.

Fenerbahçeli bir asker arkadaşım vardı, ben karakola gittiğimde oradaydı, teskereciydi 45-50 gün kadar beraber kaldık... İlk geldiğinde okuma yazma bilmezmiş, Fotomaç okuya okuya okumayı sökmüş, yine de sıkıntı yaşardı gazeteyi okurken, takıldığı yeri sorardı. Fotomaç deyip küçümsemeyin, bulunduğum ilçeye sadece Sabah-Takvim ve Fotomaç gazetesi gelirdi, gerçi sonradan o büfe de gazete getirmeyi bıraktı. En son benim bitirmeme 10-15 gün kala bir berber gazete bayiliği almıştı.

Galatasaray'lıydık, takım darmadağındı ama, göz görmeyince gönül katlanıyordu. Temel ihtiyaçlarımız o kadar kısıtlı ki ekstralar, keyfi şeyler aklımıza bile gelmiyor. Bu cümleyi okuyup "sen ne biçim galatasaraylısın?" diyen de olur, cevap olarak "hiç deplasman yapmadım" der ve çekilirim.

Sezon ben askere gitmeden bizim için bitmişti, şampiyon ben askerdeyken belli olmuştu.

Sezonun bitmesine 6-7 maç kala karakola Lig TV alındı ve maçlar izlenmeye başlandı. Reciever Rütbeli Gazinosuna bağlandığı için sadece derbi maçlarını, nöbetçi astsubay izin verirse izleyebildik. Maç saatinde devriyen, nöbetin ya da görevin yoksa o da.

Fenerbahçe-Gaziantepspor maçında karakol komutanımız nöbetçiydi ve koyu Fenerbahçeliydi. Komutanla maç izlediğimiz için pek tabi tepkilerimi söndürmeye çalışsam da pozisyonlarda Fenerbahçeli olmadığımı belli ediyordum. Maçın sonlarına doğru dayanamadı ve beni kovdu. Gazinodan çıkmamla birlikte arkamdan gelen gol sesi karakolu inletti.

Ve daha bir sürü şey... Bu sene futbol ile en yoğun dakikalarım karakolda plastik topla oynadığımız 9 aylıktı...

Askerden geldik, gelir gelmez kendimizi yarı finalde harikalar yaratan bir basketbol takımıyla bulduk. Hemen bir arkadaş sezonun gidişatını özet geçti ve benim sivil moda geçiş yapmamla takımın finale adını yazdırması aynı ana denk geldi.

Çok farklı duygular yaşattı bana bu takım... Tam Galatasaraylılığımı 6 ay askıya almak zorunda kaldıktan sonra, dönüşüme geldi. Öyle bir duygu patlaması yaşadım ki ne eski yönetime, ne eski topçulara bir küskünlüğüm, bir nefretim kalmadı... Belki biraz B8'e g4ıogvknerdsagf ama o ayrı.

Zamanında Galatasaray için yazmıştım;


"hüzünlendirmeye alıştıran takımım.

sevgilimizden ayrılırdık, galatasaray'la keyfimiz yerine gelirdi..
derslerden kalırdık, cimbomum elinde kupalarla dönerdi...
hayat çok boktan lan derdik, hagi enfes bir gol atardı...

"ulan iyi ki galatasaray var, moralimiz bozulduğunda hemen yerine getiriyor" derdik.

elbet yeneceğiz, yenileceğiz de biz sana sığındık, ümitle bekledik. başımıza kötü bir şey geldiğinde "olsun lan akşam galatasaray maçı var" dedik.
yenildiğimizde böyle üzülmezdik, şaşırırdık sadece.. şimdi üzülüyoruz, o adamı bu adamı tartıp konumlandırıyoruz, sabri sarıoğlu'nu mumla arıyoruz...

hayatta değişen bir şey yok, senin böyle değişmen yıprattı. şimdi yenildiğimizde şaşırmıyoruz, üzülüyoruz."


Yine beni o eski halime döndürdüğü için bu takım bambaşkadır artık gözümde. Bu sene üzerimizdeki ölü toprağını bir çırpıda atmamızı sağlamışlardır.

Şampiyon final serisinin başında belliydi, kupayı seriyi kazanana verdiler.

Galibiyet, kupa umrumuzda değildi... Mücadele, hırs yetti...

Bu takım öyle bir takım oldu ki, yıllar sonra anlatılacak...

Kim bilir, belki

"yıllar önce, 2010-2011 sezonunda her türlü sıkıntıya rağmen finalde aslanlar gibi mücadele etmiş, vazgeçmemişti basketbol takımımız. Ben de annen için çok mücadele ettim, evladım. Bana bu gücü, bu umudu, bu hırsı o takım vermişti" diye anlatacağız çocuğumuza.

Galatasaray, hayattır.

Şangay 2011 Geliyor! #2

Şangay'daki 2011 Dünya Su Oyunları Şampiyonası başlayana dek haftada bir, iki veya üç yazı ile bilgilendirme yapmaya devam edeceğim. Şu an ikinci yazıdayız, şampiyona öncesi ipucu olabilecek haberler var; uluslararası, ulusal ve yerel şampiyonalar tüm hızlarıyla devam etmekteler.

Roma'da 48. düzenlenen üç günlük uluslararası bir şampiyona olan Trofeo Sette Colli'de. Bu sene biraz formsuz gittiğinden bahsettiğimiz Federica Pellegrini kendi ülkesinde geri dönüşünü yaptı ve 400 metre serbestte 4.04.67 ile ilk sırada yer alırken arkasından 800 metre serbest dünya şampiyonu Danimarkalı Lotte Friis geldi. Friis, Pellegrini'den yaklaşık 3 saniye daha yavaş yüzdü ki bunda yoğun ya da ağır programının etkisi var. Zira kendisi 1500 metre serbestte ilk sırayı elde etti 16.09.48'lik dereceyle.

Pekin'de sekiz altın madalya ile rekor kıran Phelps'in Cseh ile birlikteki en büyük tehdidi olan Sırp sporcu Milorad Cavic de Roma'da madalya alan isimlerden: En yakın rakibinin 0.46 saniye önünde 100 metre kelebekte zirveye çıktı. Aynı dalda kadınlarda ise Budapeşte'de 2010 Avrupa Şampiyonası'nın yıldızlarından 1990 doğumlu Francesca Halsall ilk sırayı elde etti, 57.48'lik derecesine en fazla yaklaşan ve ikinci sırayı alan isim de 58.29 ile Danimarkale Jeanette Ottesen oldu.

ABD Gran Prix yarışlarında ise Phelps ismi gündemdeydi, 100 metre kelebekte çok rahat bir şekilde ilk sırayı aldı. Ancak yaptığı derece Cavic'in önceki gün Roma'daki 52.40'lık derecesinden 0.01 saniye daha kötü: 52.41. Amerika'nın altın çocuğu, 16 yaşındaki Melissa Franklin de 100 metre serbestte parmak ısırtacak bir dereceye imza attı. Genç yıldız 54.33 ile ilk sırayı alırken Amanda Weir ve Jessica Hardy ise 54.61 ve 54.73 ile takip etti kendisini. Şampiyona öncesi tüm dikkatlari üzerine çekebileceği bir başarı oldu bu.

Missy diye de bilinen Melissa Franklin'den de bahsetmek gerek bu noktada: 2010 Dubai'de kısa kulvarda bireysel olarak 200 metre sırtüstünde gümüş madalya alırken ABD takımı ile de 4x100 metre karışıkta bir gümüş daha aldı. Her dalda iddialı olan Missy özetle Michael Phelps'in kadınlardaki benzeri olacak önümüzdeki yıllarda. Amerika Birleşik Devletleri hem kadınlarda hem erkeklerde iki tane "en büyük" isme sahip olabilir bir süre ve bu diğer ülkeler için itici güç mü olacak yoksa pes etmek anlamına mı gelecek bilinmiyor henüz.

Serie A 2010/11: 30 Güzel Gol

Serie A'da geçtiğimiz sezon atılan gollerden 30 tanesini sıralamışlar. Resmi değil, YouTube üzerinden bir video, o yüzden bazı goller değerinin altında veya üstünde yer bulmuş, yine de izlemesi keyifli. Fiorentina yediği gollerle görünüyor genelde ancak üst sıralarda Vargas'ın sezonun sonuna doğru attığı enfes gol de var. Şöyle buyrun:



30) Capuano vs Milan
29) Ziegler vs Fiorentina
28) Ghezzal vs Fiorentina
27) Sanchez vs Juventus
26) Ibrahimovic vs Fiorentina
25) Marchisio vs Udinese
24) Donati vs Juventus
23) Sanchez vs Cagliari
22) Iaquinta vs Roma
21) Ibrahimovic vs Brescia
20) Di Natale vs Napoli
19) Del Piero vs Bari
18) Menez vs Udinese
17) Pato vs Napoli
16) Llama vs Sampdoria
15) Diamanti vs Fiorentina
14) Pastore vs Bologna
13) Conti vs Udinese
12) Giovinco vs Cagliari
11) Sneijder vs Roma
10) Amauri vs Roma
9) Lavezzi vs Milan
8) Vucinic vs Sampdoria
7) Armero vs Fiorentina
6) Eto'o vs Chievo
5) Pirlo vs Parma
4) Vargas vs Udinese
3) Marcolini vs Bologna
2) Ibrahimovic vs Lecce
1) Cavani vs Lecce

14.06.2011

Fiorentina'dan Ordu'ya Tebrik

Fiorentina ile kardeş kulüp olarak anlaşma imzalayan Orduspor'un Süper Lig'e çıkışına İtalya'dan da tebrik geldi. Sportif direktörümüz Pantaleo Corvino tarafından yollanmış bu mektup/faks. Corvino'yu blogdaki transfer yazılarından hatırlarsınız, beyaz saçlı şişman adam; kendisinden sık sık "Fiorentina'nın Haldun Üstünel'i" diye bahsediyordum. Ayrıca yeri gelmişken Marmaris'te de şehir merkezinde Orduspor'a başarılar dilenen bir pankart var, "kardeş şehrimiz Ordu" diye bahsediliyor orada da. Yaşadığım yer ayrı, tuttuğum takım ayrı desteklemiş ve tebrik etmiş Orduspor'u.

Yazının görselinde Corvino'nun imzası ve Fiorentina'nın kaşesi bulunuyor gördüğünüz üzere, eğer kutlama mesajının tamamını görmek istiyorsanız buraya tıklayıp Orduspor'un resmi sitesinden indirebilirsiniz/görüntüleyebilirsiniz.

Tam metin şu şekilde:

"Dear Mr. Türkmen,

As ACF Fiorentina(Italy), we would like to celebrate the promotion of Orduspor Football Club from Bank Asya League to Turkish Super League.

We share the happiness of Orduspor Football Club, our partner in Turkey, and wish you a successfull 2011-2012 season.

Best Regards

Pantaleo Corvino"


Türkçesi de şöyle oluyor: "Fiorentina olarak Bank Asya Ligi'nden Süper Lig'e yükselen Orduspor'u tebrik ediyoruz. Türkiye'deki ortağımız Orduspor kulübünün mutluluğunu paylaşıyor ve başarılarla dolu bir 2011-2012 sezonu diliyoruz."

Fiorentina Tatilde

Sezonun kapanması ile birlikte her takımın oyuncuları dört bir yana dağılıyorlar. Fiorentina'da da tatil boyunca kimin ne yapacağı liste halinde bizlere sunulmuş. Yaz gelince hemen tatil yapan futbolcuları çekip eğlenceli program yapmakla uğraşan TV kanallarından geri mi kalalım?

Marchionni dünya üzerindeki nüfusun büyük kısmının hayali olan Mısır'da şu an. Tatilinin büyük bir kısmını bu bölgeye adamış. Muhtemelen son anlarda İtalya'nın güneyine veya İspanya'ya doğru bir yolculuk yapar.

Takımdaki oyuncuların neredeyse tamamı valizleri toplayıp Floransa'dan ayrıldılar ve belki de bazıları bir daha geri dönmemek üzere yaptı bunu. Bazısı da senede bir kere uğrayıp başka takım forması giyerek gelir Floransa'ya, kim bilir...

İşte bu oyunculardan ilki Santana olacak, belki İtalya belki başka bir ülke, kesin olan şu ki Arjantinli artık 7 numaralı mor formayı giyemeyecek Artemio Franchi'de. Peretola Havalimanı'ndan tatilini geçireceği Arjantin'e hareket etmek üzere yola çıkmışken gözleri dolu doluydu.

Pasqual kendisine eğlencenin değil rahatlığın olduğu bir tatil seçmiş. Kuzeyde Venedik'te Piave ve Jesolo arasında kalan 12.000 nüfuslu Musile'de sakin bir tatilin tadını çıkaracak.

Danimarkalı stoper Per Kroldrup ülkesine gitmekten yana kullanmış tatil hakkını. Aynı şekilde Behrami de İngiltere-İsviçre maçı sonrasında Londra'daki evinde dinlenmeyi tercih ediyor bu aralar.

Kaptan Montolivo ise Floransa'ya bir daha Fiorentina futbolcusu olarak dönecek mi bilmiyoruz ancak kendisinin şu sıralar birkaç günlüğüne Amerika Birleşik Devletleri'nde takılıp sonrasında da Karayipler'e gideceğini biliyoruz.

D'Agostino ise Toskana'nın kuzeyinde sahil kasabası olan 7000 nüfuslu Forte dei Marmi'de tatilini geçirecek ancak Floransa'da birkaç ortakla beraber açtığı restorana göz kulak olmak için sık sık Floransa'ya gidip gelecek. Mutu ise Dominik Cumhuriyeti ve Miami'de geçirecek tatilini.

Avramov, Ljajic ve Gulan da tercihlerini kendi ülkelerinden yana kullanan isimler. Bu isimlere Jovetic de dahil, o da ülkesini seçmiş, Karadağ'da Cortina'daki sezon öncesi kampına sakatlığın tüm etkilerini atıp eski gücünde ve kondisyonunda katılmak için çalışıyor olacak.

Genç isimlerden Babacar ise henüz 18 yaşında olduğundan ilk fırsatta ailesini görmek istemiş ve Senegal'e gitmiş. Papa Waigo ise biraz yoğun olacak. Grosseto ile sezonu tamamladıktan sonra Floransa'ya geçmiş ve kızının doğumu için gün saymaya başlamış, bu bekleyiş bittikten sonra O da Babacar gibi Senegal'e gidecek ve oradaki futbol okulu ile bir süre ilgilenecek.

De Silvestri ve Cerci ise önce Antigua'ya gidecekler, dönüşte ise tatilin bir kısmını Avrupa'da geçirmek istediklerinden Ibiza'nın güneyindeki 19 km uzunluğundaki küçük ada Formentera'da olacaklar.

Tatili konusunda haberdar olunan son isim ise Gilardino o da bu aralar D'Agostino'nun da tatilinin bir kısmını geçireceği Forte dei Marmi'de ailesiyle beraber dinleniyor ve rahat bir şekilde Cortina'daki kampa katılmayı bekliyor.

13.06.2011

Şangay 2011 Geliyor!

Şangay'da düzenlenecek Dünya Su Oyunları Şampiyonası öncesinde yavaş yavaş ısınıp bilgilendirmeye başlamak gerek. Gündüz saatlerinde Twitter üzerinden biraz özet geçmiştim, blogdan da toparlanmış halde bulunmalılar. Zaten bloga yazılması gerekenleri Twitter'da yaza yaza bloglar epeyce hasar gördü, bu şekilde durumu düzeltmek gerek.

Neyse, olan olmuş, biz yüzme dünyasına doğru yavaşça göz atalım.

İlk bilgi Zimbabveli kadın yüzücü Kirsty Coventry'den geliyor. Kendisinden 200 veya 400 metre bireysel karışıkta altın bekleyen veya en azından bunu beklemeye kendini şartlandıran biriyim. O yüzden bu sezon karışıktaki performanslarına dikkat eder oldum. 200 metrede son yarışta Hannah Miley'e geçildi kendisi. Kaldı ki sezon içerisinde hem 200 hem de 400 metre bireysel karışıkta Miley'den daha iyi dereceler elde etti. Yine de Zimbabveli sporcu benim bir altın beklediğim bireysel karışıkta kadınlardaki iki dalda da pek umut vermiyor. Ayrıca bu dalda önemli bir rakibi de 2008'de 18 yaşında kısa kulvarda dünya rekoru kırma başarısı gösteren İspanyol Belmonte olacak.

Erkeklerde Olimpiyat dendi mi Phelps akla gelir ancak Phelps'in arkasında nefis performanslara imza atan Laszlo Cseh pek akla gelmez. Eh bu normal karşılanacak bir şey düşününce. Cseh 2008 Olimpiyat Oyunları sonrası kendini iyi geliştirdi ve 2012 Londra Olimpiyat Oyunları öncesinde Phelps'e gözdağı vermeye başladı diyebiliriz. Şangay 2011 ikisinin mücadelesine tanıklık etmek için harika bir fırsat bu açıdan. 400 metre bireysel karışıkta Cseh muhtemelen Şangay'da altın madalya sahibi olacak. Olimpiyatlarda hedefine ulaşan Phelps 400 karışıkta bir daha yüzmeyeceğini açıklamıştı. Cseh bu dalda rahatlıkla şampiyon olabilmeli.

Cseh'in esas sürprizi gerçekleştirebilmesi için 200 metre bireysel karışıkta direnmesi lazım Amerikalı balık adama ama iki ismin sezon boyu yaptığı en iyi derecelere bakınca Phelps uçup gidiyor. Phelps 200 metre bireysel karışıkta 2011'in en iyi dereceleri karşılaştırıldığı zaman Cseh'e 2 saniyenin üzerinde bir fark atmakta. Bunun dışında 200 metrede Phelps'e karşı koyması muhtemel bir diğer isim ise Ryan Lochte. Bu sezona çok formda girmese de hatırlanacağı üzere 2008 Pekin Olimpiyat Oyunları'nda 200 ve 400 bireysel karışıkta altını alan Phelps ve gümüşü alan Cseh'in ardındaki isim olmuştu Lochte.

Mayolarla ilgili yeni düzenlemeler, yani teknolojik mayoların yasaklanması bize şunu anlatıyor: Yüzücüler arasındaki teknoloji farkı kalktı. Bundan sonra iki yıldır olduğu gibi bireysel yetenekler, taktikler, performanslar, güçler ayıracak sporcuları.

Favoriler veya özel olarak takip ettiğim sporculara değineceğim ancak şunu belirtmeden geçmemeliyim(Sona bırakırsam unuturum diye çekiniyorum): Ev sahibi ülke Çin'in sporcuları beklenenden çok daha ciddi ve iddialı geliyorlar. Örnek vermek gerekirse erkekler 200, 400, 800 ve 1500 metre serbestte 2011 yılının en iyi derecelerinin altında tek bir ismin imzası bulunmakta: Çinli yüzücü Yang Sun.

Bu bahsi geçen serbestlerin arasında Phelps kaç tanesine katılır bilemiyorum ama 200 metre kesin. 800 yüzmesi zor; 400'den aşırı umutlu değilim, canı birkaç tane fazladan madalya almak istiyorsa zorlayacaktır burada da. 200 metre serbestte Phelps'in Çinli rakibi dışında baş etmesi gereken diğer isim ise Paul Biedermann. Alman sporcunun Olimpiyat konusunda sıkıntısı olsa da -hatta ne sıkıntısı? madalyası bile yok- 2009'da Roma'da düzenlenen Dünya Şampiyonası'nda hem 200 hem de 400 serbestte altın madalyayı boynuna geçirmişti ki 200 metrede geçtiği isim Phelps'ti.

Kadınlarda en beğendiğim isimle noktayı koyayım: Federica Pellegrini. Pekin 2008'in 200 metre serbestte altın madalya sahibi, ayrıca Roma 2009'da yani son Dünya Şampiyonası'nda da 200 ve 400 metre dünya şampiyonu kendisi. Bu sezon 400 metrede iyi yüzmüş olsa da katıldığı diğer dallar olan 200 ve 800 metre serbestte hiç de iyi sonuçlar alamıyor. 800 metrede bugüne dek tek madalyası var ancak 200 metredeki bu formsuzluğu İtalyanların ve benim gibi hayranlarının madalya beklentilerini havuzun dibine yollamaya aday. En azından altın için pek umutlanmıyorum ben artık.

9.06.2011

12 Haziran 2011 - Formamla Sandığa Gidiyorum!

Twitter üzerinden başlatılan bu harekete Galatasaraylılar ile birlikte 15 Ocak 2011 günü Aslantepe'de yaşanan siyasi skandala tepki gösteren Fenerbahçe, Trabzon ve Beşiktaş taraftarları da destek olmaya başladı.

Sebep belli: AKP'yi üyesi olduğu Galatasaray'a tercih eden Erdoğan Bayraktar'ın skandaldan öte konuşması, stat açılışında spora siyaseti karıştırmaya kalkması, Başbakan olabilen ama eleştiriyi kaldıramayan diğer Erdoğan'ın -başka bir deyişle Recep Bey'in- bu olay sonrası stadı vermemek için yaptığı tehditler...

O gün spora siyaseti bulaştıran ve yıllardır beklenen stat açılışında kendi şovlarını yapmak isterken o açılışı oyuncağa döndüren AKP, Recep Tayyip Erdoğan ve Erdoğan Bayraktar gibilerine inat 12 Haziran 2011 günü bu sefer biz siyasete sporu karıştırıyoruz. Formalarımızla gidiyoruz oy vermeye.

Twitter üzerinden #formamlasandigagidiyorum ve #15ocakunutmaunutturma tagleri ile takip edebilirsiniz.

"Fikri hür, vicdanı hür Galatasaray taraftarı..."

8.06.2011

Fiorentina: Serie A'nın En Fazla Kar Eden Kulübü & 5

Uzun yazının yeni parçasıyla beraberiz. En son Şampiyonlar Ligi'ne katılmanın bir takımı ligin en çok kar eden kulübü yapma yolunda nasıl katkısı olduğunu görmüştük.

5. Bölüm: TV-Yayın ve Stat Gelirleri


Fiorentina'nın devamlı işletme planında, birçok İtalyan kulübünde olduğu gibi, aslan payını yayın geliri oluştururken maç günü gelirleri bu tabloda sadece %13'lük bir payla yer alıyor. Hatta 20 milyon Euro'luk reklam gelirleri diğer önemli İtalyan kulüplerininkilerle karşılaştırıldığında (Milan 63 milyon €, Juventus 56 milyon €, Inter 48 milyon € ve Roma 38 milyon €) yayın gelirlerine olan bağımlılık iyice belirgin hale geliyor.

Gerçekten de Deloitte'in raporlarına bakıldığında Fiorentina yayın gelirleri sıralamasında 69 milyon Euro'yla 13. sırada bulunuyor. Bu sizleri şaşırtabilir. Ancak 22.4 milyon Euro'luk Şampiyonlar Ligi yayın hakkı bedeli düşünüldüğünde normal. Diğer tarafta liglerinden kazandıkları yayın hakkı bedeliyse 2004'te Serie B'de kazanılan 12 milyon Euro'dan 45 milyon Euro'ya çıkarak dörde katlandı. Bu etkileyici bir ayrıntı elbette ama Juventus, Inter ve Milan'ın 90-100 milyon Euro arası gelirleri düşünüldüğünde Viola'nın daha gidecek çok yolu var.

Bu yüksek eşitsizlik diğer kulüplerin lig için gerçek bir rekabet ortamı oluşturmasını çok zorlaştırıyor. Ki Fiorentina Başkanı Diego Della Valle'in durumdan memnun olmayan diğer kulüp başkanlarıyla birlikte gelir dağıtım sisteminin değişmesi ve kulüplerin tek tek değerlendirildiği bir sisteme geçilmesi için kampanya başlatmasının sebebi de buydu: "Eğer Juve, Milan ve Inter Serie A'yı bir maskaralığa çevirmek istiyorsa bunu da kabul edebiliriz. Genç takımları sahaya sürer, saçma sapan bir İtalyan futbolu oluşmasını sağlarız."
Bu kampanya sayesinde bu sezonun başından itibaren eşitlikçi olmayan yapının değişmesine ve bu sezon(2010/11) başından itibaren daha merkezi ve adil bir yapının kurulmasına yol açtı. Bu yıl Serie A'nın yayın haklarına sahip Infront Sports geçen sezona göre %20'lik bir artışla 1 milyar Euro'nun üstünde bir miktarı kulüplere garanti etti, ancak kurulan yeni yapı içinde bu artışın nasıl bir etki yapacağı belirsiz.

Gelirlerinde küçük bir azalmaya sebep olsa da, hala büyük kulüplerin daha çok hoşuna gidecek karmaşık bir dağıtım formülü bulunuyor: Yeni düzenlemeyle, gelirin %40'ı bütün kulüplere eşit dağıtılıp, %30'u taraftar sayısı(%25) ve kulüp şehrinin nüfusuna göre(%5) ve kalan %30 da geçmişte alınan sonuçlara göre paylaştırılacak. (%5'i geçen sezona, %15'i son 5 sezona, %10'u 1946'dan son 5 sezona kadar kalan zaman dilimine göre)

Fiorentina ne kadar gelir elde edecekleri hakkındaki bu belirsizliğin, televizyon gelirlerinin çok büyük etkisi düşünüldüğünde senelik planı oluşturmada kendileri için önemli bir güçlük olduğunu açıkça ifade etti ve iki Milan ekibi; İnter, Milan ve iki Roma bölgesi takımı; Juve ve Napoli'den sonra en çok izlenen takım olduklarına dikkat çekti.
Daha önce de bahsettiğimiz gibi Şampiyonlar Ligi gelirleri kulübün gelir artışında, yukarıdaki grafikte de açıkça görüldüğü gibi, hayati bir öneme sahip. Geçtiğimiz yıl 22 milyon Euro'luk yayın, 3 milyon Euro'luk bilet ve 2 milyon Euro'luk sponsor gelirleriyle kulübün gelirlerinin çeyreğinden fazlasını(%28) oluşturmaktaydı. Kulübün kendi hesaplarının açıkça gösterdiği gibi Şampiyonlar Ligi ekonomik olarak çok çok önemli. Hatta bunu bir kere daha tekrarlamakta sakınca yok. 2009/10 gelirlerinin 2009 hesaplarında gösterilmesi yüzünden gelecek yılın hesapları Avrupa'nın en önemli turnuvasının gelirlerinin yokluğundan çok etkilenecek.

Bu noktada unutulmaması gereken kısım ise UEFA Avrupa Ligi gelirleri. Şampiyonlar Ligi'ndeki yokluğun oluşturduğu boşluğun küçücük bir bölümünü kapatabilecek olsa da onun getirdiği kazancın yakınından bile geçemeyeceği aşikar. Örneklemek gerekirse geçen sezon(09/10) UEFA Avrupa Ligi'nde İtalya'yı temsil eden üç takım(Roma, Lazio ve Genoa) ortalama olarak takım başına 2 milyon Euro civarı kazandı, Şampiyonlar Ligi'ndeki dört takım(Inter, Juve, Milan ve Fiorentina) ise yine ortalama alındığında takım başına 29 milyon Euro civarı para kazandı.

Bütün İtalyan kulüpleri gibi Fiorentina da sadece 12.8 milyon Euro(net olarak 1.7 milyonu deplasman takımlarına verildi) kazanç sağlayabilen maç günü gelirlerini yükseltmenin yollarını arıyor. Ama yine de 2009'dan itibaren 2.3 milyon Euro'luk düşüşün önüne geçilemedi(16.8 milyondan 14.5 milyona). Tabii bu, mantıklı sebepler yüzünden meydana geldi: (1)Avrupa'daki evde oynanan maç sayısının 8 maçtan 5 maça düşüşü, (2)üst sıra takımlarına karşı oynanan maçların birçoğunun 2009/10 sezonunda ikinci yarıya denk gelmesi ve (3)stadyumlara giriş kurallarının iyiden iyiye daha sıkı hale gelmesi.

Hala İtalya genelinde Milan, Roma, Napoli ve Lazio'nun arkasında altıncı sırada yer alsa da seyirci sayısı 31.507'den 27.248'e düştü. Floransa'nın büyük şehirlerle arasındaki fark düşünüldüğünde pek de kötü sayılmaz. Hatta Fiorentina'nın stat gelirleri Juve'nin 17 milyon Euro'luk ve Roma'nın 19 milyon Euro'luk gelirlerinin arkasında sayılmasa da Inter ve Milan, 39 milyon euro ve 31 milyon euro'luk gelirleriyle çok daha yukarıdalar.
Bununla televizyon gelirlerine bağımlılığı azaltmak ve Avrupalı rakipleriyle mücadeleyi sürdürmek için İtalya'da maç günü gelirlerinde kesinlikle bir artış gerektiği ortada. Real Madrid'in yıllık maç günü gelirleri 129 milyon Euro'yla Viola'nın bu kalemdeki gelirini ona katlıyor. İngiliz kulüpleri de bu kalemde çok daha yukarıda: Manchester United 122 milyon Euro, Arsenal 115 milyon Euro para kazanıyor taraftarlarının/seyircilerinin maç günündeki harcamalarından.

Fiorentina bu sayılara yaklaşmak için taraftarı çekebilecek birkaç yeniliğe imza attı. Loca sayılarını arttırdı, aileler için çeşitli promosyonlar yaptı ve TicketOne şirketiyle yeni bir bilet sistemi için anlaşma yaptı. Fakat yeni stadyumun, gelirleri arttırmak ve kulübün işletme planında büyük bir değişiklik için en önemli ihtiyaç olduğu ortada.

Fiorentina, 47.282 kişilik Artemio Franchi Stadı'nda 1931'den beri maçlarını oynamakta ve bunun doğal sonucu olarak kulübün statla tarihi bağları çok kuvvetli. Buna rağmen betonarmeden yapılmış olan stat her ne kadar birkaç kez yenilenmiş olsa da modern futbol için eskide kalmış bir yapıya sahip.

Daha üretken bir stadyum ihtiyacı da Floransa'nın Castello bölgesinde "Citadella Viola" projesinin düşünülmesini sağladı. Bu proje yeni bir stadyumu, bir antrenman sahasını, yönetim binasını ve mağazaları içeriyordu. Viola yönetimi bu projeyi "kulübün gelişimi için kaçınılmaz bir stratejik öncelik" olarak ifade etti. Ancak Andrea Della Valle'in geçen senenin Ekim'inde yaptığı açıklamayla yerel otoritelerin desteğinin eksikliği bu rüyanın sonunu getirdi: "Citadella için fikir ilk ortaya çıktığından beri mücadele veriyoruz ancak daha fazla yapamayacağız. Kardeşim ve ben yorulduk ve görünüşe bakılırsa yerel yönetim isteklerimizi kabul etmeyecek." Asla, asla dememek gerek ama kulüp gelirlerini yükseltmek için alternatif yollara mecbur kalabilir.
Bu konuda gelişim sağlamak adına 2009'da 17.7 milyon Euro'ya düşen kulübün reklam gelirlerinin arttırılması amacı güdülüyor. Mazda'yla 2012/13 sezonunun sonuna kadar sürecek yıllık 4 milyon Euro getiren yeni bir forma reklamı anlaşması imzalandı. Bu yeni anlaşma başka bir Japon araba firması Toyota'yla olan eski anlaşmanın yerini doldurdu ve Fiorentina tıpkı Barça'yla Unicef arasındaki anlaşma gibi Save The Children derneğiyle bir anlaşma daha imzaladı.

Gelirlerdeki artışa rağmen Fiorentina bu kalemde de lider İtalyan kulüplerinin bir kademe altında: Milan-Emirates 12 milyon Euro, Inter-Pirelli 9 milyon Euro, Juve-Betclic 8 milyon Euro ve Roma-Wind 7 milyon Euro. Bu kulüpler malzeme sağlayıcılarından da Fiorentina'nın Lotto'yla olan anlaşmasından aldığından daha fazla gelir sağlıyor. Fiorentina'nın reklam gelirleri Avrupa'ya katılmaları sayesinde yıllık 1.7 milyon Euro'ya çıksa da bu miktar hala okyanusta bir damla.

- 5. bölüm burada bitti ki bu dev yazının en okunası ve keyifli parçalarından biri olduğunu düşünüyorum, sonraki bölümde yıllık ücretlerden devam edeceğiz-

3.06.2011

Juan Vargas'ın Dövmeleri


Sponsoru olan Umbro'nun tanıtımı için kamera karşısına geçen Vargas dövmelerinin oyununu ve kişiliğini nasıl etkilediğinden bahsetmiş. İzlemeye değer bir video ki iki dakika bile sürmüyor zaten, kısa ve hoş bir tanıtım/reklam olmuş.

1.06.2011

Cem Sultan ve Ülkedeki "Gençlik" Problemi

Cem Sultan gazete haberlerinde genç takımda 33 maç 77 gol attığı haberi ile beklentileri arttırmış, önce PAF sonra A2 takımı ile oynadığı maçlarda o beklentiyi en üst seviyeye taşımıştı. PAF/A2 maçlarını GSTV'nin verdiği ölçüde kaçırmadan izlemeye çalıştım. Bu yüzden de rahat rahat söyleyebilirim Cem Sultan'ın forma bulacak düzeyde olduğunu, hem de A takımdaki birçok ismi göze alınca ilk 11'i zorlamasa da her maç yarım saat kadar süre alması mümkündü bana kalırsa.

Türkiye'deki durumdan bahsede bahsede bunalıma girip kendimi ateşe vermeme az kaldı. Avrupa'da Lukaku 16 yaşında gon kralı olurken, Türkiye'de Semih Şentürk 26 yaşına kadar "genç golcü" diye anılıyorsa zihniyette bir kirlilik olduğu zaten açık. Hadi diyelim Semih espri ile uzatılmış bir uç örnek. Peki 1991 doğumlu Emre Çolak veya başka bir X oyuncuyu düşünelim; Avrupa liglerinde oynuyor olsa 1991 doğumlu çocuk ne olurdu diye düşündünüz mü hiç? Şu an Emre gibi bir isim 20 milyon Euro'larla beraber anılan bir isim olurdu. Örnekler çok uzak değil: Marko Marin ve Mario Götze. Bunların da fiziği zayıf, bunlar da çelimsiz görünerek işe başladılar ama Bundesliga gibi temponun çoğu Avrupa ligine fark attığı, Premier Lig'den daha fazla fiziğin gerektiği, 90'ların İtalya'sındaki sertliğin benzerlerinin sıkça görüldüğü ve her futbol kültürünün zevk veren yanlarının bir birleşimi haline gelen ligde oynuyorlar. Bugün Marin'in 35 milyon Euro'ya transfer olacağı manşetlere çıkıyor ancak şunu kabul edelim Emre Çolak'a 35'i zaten geçtim de 3.5 milyon Euro bile veren olmaz günümüzde. İstanbul değil de herhangi bir Avrupa şehrinde futbola adım atsaydı o da benzer bonservislerle alıcısını bekliyor olurdu. Emre demişken Emre'nin özelinde şunu belirtelim: Fizik güç eksikliği asla çok büyük bir problem değil. Götze ve Marin fizik güçle değerlendirilirlerse Bundesliga 2'de bile zor şans bulurlar, bunu kabul edelim. Fiziği yetersiz görülen genç oyuncu devamlı oynayacak ki o fiziğin yarattığı açığı kapatacak, ne yazık ki bizde pek mümkün değil oynaması.
GKonu başka yere dağılmadan ana konuya dönelim. 19-21 yaşlarında bir oyuncunun yetersiz olduğunu anlamak için Türkiye'de antrenman performansı yeterli görülüyor acı bir şekilde. Bir gence oynama imkanı vermeden onun yetersiz olduğunu anlayabilenlerin ülkesinde yeni hedef belli oldu: Cem Sultan.

"İyi olsa oynatılırdı" diyenini mi ararsınız, "Fiziği yetersiz" diyenini mi ararsınız, "Tecrübe yok, nasıl oynasın Süper Lig'de" diyenini mi ararsınız... Seç-beğen-al durumu var yani. Öncelikle şu tezleri de tek tek çürütelim ki bir de onları tartışmayalım boşu boşuna. İyi olsa oynatılırdı diyebilmek bu üçlünün içinde en saçması, zira antrenman ve hazırlık maçları dışında bir resmi maç oynatmadan bir oyuncunun iyi-kötü olduğuna karar verebiliyorsak kulübü-federasyonu-sporu komple kapatıp dolaba kaldıralım rahat edelim. Fiziği yetersiz argümanını da üstteki satırlarda Götze-Marin ikilisi ile çürütmüştük. Geriye kalan son şey de tecrübe eksikliğinin 20 yaşındaki adama bile forma vermeye engel oluşu. Sorun çok basit ve "iyi olsa oynatılırdı" kısmındaki çözüm ile benzer: Oynatılmayan adam, eksik olduğu iddia edilen tecrübeyi nerede ve nasıl elde edecek? Kiralansın deniyor da kiralanan yer Süper Lig olunca az oynuyor veya hiç oynamıyor, adres 1. Lig olunca da oyuncu çok şans bulsa bile "Süper Lig tecrübesi yok" diye yeni bir tecrübe kapısı açılıyor. Böyle bir mantıkla çürüttüklerimiz çok fazla. Son örneği Cem Sultan olmak üzereydi ki genç adam doğrusunu yapıp kaçıp gitmeyi uygun buldu.
Avrupa'da bir oyuncunun, hem de ülkede üst düzeye çıkması beklenen bir oyuncunun sadece 8 dakikalık profesyonel kariyeri varsa o oyuncunun yaşı muhtemelen 16'dır, en fazla da 17 yaşındadır. 20 yaşını doldurduysa en azından birkaç 90 dakikası ve 20 maçtan fazla sonradan girdiği maç bulunması lazım. Cem Sultan gol rekorlarına oynayabilecek bir forvet olarak görüldü kariyerinin başında ancak 20 yaşındaki adamın altyapısından yetişip yıldız olmayı beklediği kulübünde profesyonel dakikası 8 ise o oyuncunun o kulüpten üçe beşe bakmadan kaçıp gitmesi bu kaçışta eleştirilecek son şeydir.

Eleştirip vuracak bir şeyler lazımsa adres belli: Galatasaray Spor Kulübü Futbol Şubesi. İlk önce kendimize, altyapıdan çıkan yıldızlarımız ile övünen takımımıza vurup sonrasında da hala daha 18'lik oyuncuyu ilk 11'e koyamayan basiretsiz futbol kültürümüze vuralım.

31 Mayıs 2011 günü Cem Sultan'ın önünde iki seçenek vardı: Hayalini kurduğu Avrupa ve A Milli Takım ihtimali için elindeki son şansı kullanıp daha fazla forma şansı bulacağı bir takıma gidecekti ya da Galatasaray'da kalıp 34 maçlık lig boyunca 1 maç oynayıp kendini şanslı azınlıktan görüp birkaç sene sonra da Anadolu kulüplerinde çürüyüp gidecekti.

Ve mantıklı olanı yapıp ilk seçeneği seçti Cem; Kayserispor'a gitti, Galatasaray'dan daha çok forma şansı bulabileceği bir yere yani. Bundan sonra sağda solda heyecanlı ve boş taraftarların yaptığı gibi ardından tonla küfür sayıp sıralayıp adama söylenmenin alemi yok.

Cem Sultan gibi birçok ismin neden gittiğini sorgulamaya yorduğumuz beyinlerimizi kendilerine korkmadan, cesurca formayı teslim etmeye ve onların arkalarında durmaya yorsaydık bugün Cem Sultan varken Elmander'i getirmenin lüks olduğunu bile konuşuyor olabilirdik.

Olur da bir gün Anıl Dilaver, Berkin Arslan, Berk Neziroğluları gibi isimleri de kaçırırsak bu yazıyı hatırlayın. Cem Sultan yazan yerlere elimizden kaçıp giden başka bir yıldız adayının ismini koyun, ne ana fikir değişmiş olur ne zihniyet.

  ©Artemio Franchi. Template by Dicas Blogger.

TOPO