15.12.2012

Tek Suçlu Emre Çolak

Emre Çolak hakkında yazı yazacaktım, unuttum gitti hep. Az önce bir anda coştum ve entry girdim Galatasaray Sözlük'te, kısa olsun derken uzadı, bloga da ekleyeyim ki yazıymış gibi olsun diye aynen aktarıyorum buraya da:

"kötü oynamasını geçtim tek hatalı pasıyla bile hakkında onlarca entry girilirken iyi oyunu sonrası adı sanı anılmayan oyuncu.

 braga maçının ikinci yarısında oyunda kaldığı 45-68 arası galatasaray adına sezonun en iyi orta saha performansıydı. amrabat'ın burak'a asistini konuştu herkes ama bir kişi çıkıp da amrabat'a emre'nin attığı harika pası konuşmadı.

mesela o pası hamit atsaydı şu an hamit'in heykeli arena'nın girişindeydi yüzsüz taraftar ordusunun gazlamalarıyla.

bir de işte bahsedilen dizi konusu var. sen dizi izleyip "kuzey de şunu yaptı yhaaa :(" yazınca sorun yok, emre kuzey'in yaptığını beğenip adamsın kuzey dediği zaman "apaçi! ergen! malllll xd" oluyor.

emre çolak'ın bu sezon bu kadar fazla eleştirilebilmesi için takımda geçen sezona oranla en fazla formu düşen adam olması lazım ama bakıyorum öyle bir şey de yok. selçuk, melo, elmander, eboue... hepsinin formu ne yazık ki geçen sezona göre daha düşük. gerçi selçuk'u ayrı tutarım, adama iki kişinin markaj yaptığı maçlar var.

neyse, emre tüm bu adamlara oranla daha formsuz değil, sadece taraftarın götü daha çok yetiyor emre'yi eleştirmeye. tüm olay bu. hamit'i eleştiremez çünkü o büyük kumandan, dünya yıldızı, real madrid'den geldi... elmander'e formsuz dedin mi sözlükte küfür yağar, çünkü o "reyiz!!!"... kimse formsuz demiyor ama, kabul edemiyoruz bir türlü sakatlık belası yüzünden sezonun ilk yarısında dibe vuruşunu. eboue yobo'yu kaydırdı, kesinlikle eleştirilemez, vuralım hemen emre'ye.

 emre büyük paralar almıyor, bonservisinin türk lirası karşılığı çift haneli milyonlar değil hatta bir bonservisi bile yok altyapıdan gelme olduğu için... o zaman vur emre'ye, emre kötüdür, emre formsuzdur, emre bu sezon takım halinde düşen formumuzun tek sorumlusudur çünkü twitter'da izlediği dizi hakkında iki tane ünlem koyarak yorum yapmıştır. emre kuzey güney izleyeceğine akşamın o saatinde tek başına idman yapsa tüm galatasaray kurtulacak... tüm sorun emre'de, mesela takımın bel kemiğini üç ay miami'den döndürememek hiç sorun değil, emre kuzey güney izlemeseydi melo temmuz başı takıma katılacaktı ve formu üst düzey olacaktı, selçuk'a rakipler iki kişi markaj uygulamayacaktı, hamit bayern'deki formda dönemini aratmayacaktı, elmander gol rekoru kıracaktı..."

15.11.2012

Ibrahimovic vs Bressan - 2 Kasım 1999 & GS - Arsenal

14 Kasım 2012 tarihi futbol adına hiç şüphesiz en unutulmaz günlerden biri olacak, hatta oldu bile. Sebebi tabii ki Türkiye'nin 500. milli maçı oynaması değil, Zlatan'ın İngiltere'ye attığı gol(kendisi alttaki videoda). Ceza sahası dışından, kalecinin kalede olmadığını görerek tarihteki en güzel gollerden birini atıyor. Daha güzeli var mı yok mu diye tartışan olabilir ama o tartışmaya noktayı uzun zaman önce koyan biri var: Mauro Bressan.

2 Kasım 1999'da, yani Galatasaray'ın UEFA yürüyüşünün başladığı 3-2'lik efsanevi Milan maçından 1 gün önce atıldı bu gol. Biz tamam mı devam mı sorusunu sorduğumuz Milan maçının heyecanını yaşarken Fiorentina 1 gece önce Barcelona'yı konuk ettiği maçta Bressan'ın kariyerinin en büyük performansına rağmen 3-3'le ayrıldı sahadan. O maçta 14. dakikada Fiorentina'yı 1-0 öne geçiren bu gol Şampiyonlar Ligi tarihinde atılan en güzel gol listelerinde Zidane'ın Leverkusen'e attığı golle birlikte üst sıralardan inmeyen 2 golden biri. Neden Bressan'ın en büyük performansı dediğimi üstteki videonun sonunda Balbo'ya yaptığı asisti görünce anlayacaksınız. Bressan bu maçın yıldızı olup bir daha asla böyle oynayamadı.

Bu grubun bizim için enteresan bir önemi de var: 5. hafta maçında Londra'da Arsenal-Fiorentina maçı vardı ki itiraf edeyim o dönem Arsenal sempatim yoktu çünkü Pires orada oynamıyordu. O maçta Arsenal 1 puan bile alabilmiş olsa UEFA'ya giden taraf Fiorentina olacaktı ancak o kritik maçı Batistuta'nın golüyle 1-0 alan Fiorentina olunca UEFA'nın yolunu Arsenal tuttu. Finale kadar yürüseler de bizim hikayemize takıldılar.

Zlatan'ın attığı gol uzun zaman sonra blogdaki en güzel yazılardan birini oluşturdu sanırım. Ancak siz yine de benim gibi yapın, Bressan'ın golü varken Zlatan'ın attığına tarihin en iyisi veya en iyi röveşata golü demeyin.
Ibrahimovic'in muhtesem golu. ile ftw1905

13.11.2012

25 Ekim 1942, Mecidiyeköy'de Bir Saha...

Başlıkta yazan şey bu gazete haberinin tarihi. Taksim'deki stadın yıkılmasından sonra Galatasaray'ın statsız kaldığı ve bu ihtiyacını karşılamak üzere Mecidiyeköy'deki likör fabrikasının yanındaki sahayı 12 lira karşılığında kiraladığı yazıyor.

O likör fabrikasının yanındaki saha için 2 sene içinde 1000 kişilik tribünü olan bir stadın sözünü veriyor Galatasaray. 1945'te ilk açılış yapılıyor zaten Mecidiyeköy Stadı olarak, bunu ve 1964'teki ikinci açılıştan sonra olanları zaten çok iyi biliyoruz.

12 lira karşılığında kiralanan birkaç dönümlük o toprak arazinin 58 sene sonra nelere şahit olacağını bir bilseler... 

not: görsel gecmisgazete'den alıntıdır.

30.10.2012

Juventus'tan Cadılar Bayramı Kutlaması

Juventus'tan Cadılar Bayramı için harika bir kutlama gelmiş. Oyuncuları birer birer efsane film karakterlerine dönüştürmüşler. En hayran kaldığımı ilk sıraya koydum: Andrea "The Joker" Pirlo.

Diğerlerinin ise hangi oyuncular olup hangi karakterlere dönüştüklerini dosya isminden görebilirsiniz. Direkt yazmıyorum ki isteyenler ilk bakışta futbolcuları ve karakterleri kendileri bulmaya çalışsınlar.

23.10.2012

Prensesin Uykusu

  • Ben bir hata yaptım bu gece, bunu paylaşmak için madde madde sıralayayım. Birbiriyle bağlı uzun cümlelerden oluşan bitirme tezi yazma peşinde değilim şu an.
  • Yediğim halt şu: Prensesin Uykusu isimli filmi izlemek. Daha doğrusu o filmi açıp bitene kadar sabretmek.
  • Ben sinemadan 100 dakika içinde bu kadar soğuyacağımı tahmin etmezdim. Vallahi edemezdim.
  • Öncelikle, hislerime geçmeden önce şu uyarıda bulunayım: BU FİLMİ İZLEMEYİN. KÖTÜ DEĞİL, ÇOK KÖTÜ.
  • İzleme sebebim de şu ha: O an aimp açıktı, rastgele çalıyordu, Prensesin Uykusuyum açıldı Redd'in, bari dedim, o çalmışken dedim, canım da sıkılırken dedim, boş otururken dedim, açayım da dedim, Prensesin Uykusu'nu izleyeyim dedim. O kadar çok şey dedim ki, hepsini demez olaydım.
  • Birisi size dünyanın en amaçsız/gereksiz/boş/tırt filmini sorarsa, gönül rahatlığıyla bu filmin adını verin. Şaşıranı ve yadırgayanı da bana getirin, değişik bir şey deneyeceğim.
  • 10 dakikalık kısa film olsaymış bile "5 dakika yetermiş, bu konuya 10 dakika abartı olmuş" denecek hikayeden 100 dakikalık film yapmışlar. Vallahi pes.
  • Yani şu film, TV'de oynayan herhangi bir hisli dizinin 35. bölümü olsa kimse yadırgamaz.
  • Ben ömrümde böyle büyük çile az gördüm. Kız bayıldı kafasına vurulunca, Redd geldi günlüğünde istediği gibi şarkı söyledi ona, sonra bir süre geçti ve kız uyandı. Arada ne mi oldu? Aziz isimli başrol oyuncusu hayal kurdu, kız uyurken onun günlüğüne masal yazdı.
  • Yok kütüphanede çalışıyormuş da, masal dünyası varmış da, hep gülen bir adammış da, ağaçlara sarılıp konuşurmuş da... 100 dakika boyunca çıkıp bir kişi de "Abim sen neyin kafasındasın, bu neyin kafası?" demedi.
  • Meydanlara çıkıp film makarası yakıp protestolar düzenlesem düzenlerim, o durumdayım. İyi ki karanlık ve sabah 05.30 civarı şu an. Üşeniyorum yani, sıcacık yatağımdan kalkıp da bu dediklerimi yapacak kadar delirsem zaten kapatırlar beni kolsuz gömlek giydirip.
  • Ama açık konuşalım: Ben yarın gidip manavdan bir demet ıspanak alsam ve sokak ortasında ona sarılıp neler yaşadığını sorsam tutuklanırım. Adam filmde bunu yaptı, şikayet eden olmadı. Toplum bilinci zayıflamış resmen.
  • Kütüphanede uçan ahtapot hayali kura kura siftahsız geçen ömründe çocuğun annesinden medet uman Aziz onu da başaramadı, o da arada kaynamasın.
  • Son maddede hafif çirkinleşsem de durum bu, bu filmi izlemeyelim, izlemek isteyenleri uyaralım.
  • NE DOLMUŞUM BE ARKADAŞ.

19.10.2012

Gençlerbirliği 3-3 Galatasaray

Normalde şu maçtan "seri uzadı" diye bahsederken galibiyet serisi olması lazımdı, sezon başlangıcını düşününce. Ancak yenilmediğimize dua eder bir halde bitirdik maçı. Onlarca yanlış var sayılabilecek, bunların yanında tek tük doğrular. Yenilerin adapte olamaması sorunu yaşıyorsak sorun yok ama yenilerin adapte olacak hallerinin bile olmayıp yetersiz birer takviye olmaları gibi bir durum varsa o zaman ocak ayına kadar daha bol bol sinir harbi yaşarız.

Geçen sezon takım öyle bir uyum yakalamıştı ki bu sezon yeni gelenlerden aynılarını bekleye bekleye ekim ayında kabus yaşadık. Sezonun başladığı ağustos sonu ve eylül ayının tamamında bir sorun yoktu, puan kaybı veya kötü oyun geçici deniyordu, bir ara toparladık ve Manchester maçındaki umut veren yenilgi -evet tam olarak böyle- geldi. Ancak ekim ayı öyle berbat geçiyor ki aldığımız bir puana kötünün iyisi diye sevinir hale geldik. Bunda en büyük etken işleyen takıma yenilerin bir anda adapte edilmesi ve elde olan/olmayan sebeplerden gelen 2 zorunlu değişiklik: Engin Baytar ve Tomas Ujfalusi. Engin hakkında geri dönemiyorum, çok yazıldı çizildi ve ben düzenli forma bulmaya başladığı dönemden beri hep arkasındayım Engin'in. Ujfalusi'nin sakatlığında da geriye dönüp uzun uzun konuşmak yersiz ama böyle sakatlıkların maçta değil de antrenmanda olması insanın canını iki kat daha sıkıyor. Kendi takım arkadaşın yüzünden hem kendin yanıyorsun hem de takım savunması çöküyor. Üstüne bir de tatilden zor döndürebildiğimiz Melo'nun form durumu eklenince takım savunması Muslera'ya kalıyor. Çünkü eksiklere diğerlerinin yetişmesi mümkün değil.

Hakan Balta ameliyat olsa 2 ay yoktu, olmayınca 2 maç dinlendirildi, riske edilmedi. Keşke 2 ay olmasaydı en azından sakatlığa sığınırdık dedik. Sakatlığı atlatıp tam dönseydi keşke şimdiki gibi yarı sakat halde çırpınacağına. Gerçi bu hali bile ilk 11 oynar bu takımda, o ayrı mesele. Cris geldi, adapte oldu, olmadı derken hala kendisini neden aldığımızı bilmiyoruz zira göremedik.

Adaptasyona girmişken devam edeyim, demin araya başka şeyler soktum çünkü. Hamit koca sezonu yedek geçirmiş, boynunda La Liga şampiyonluk madalyasıyla geldi. Milli takımda her maç sonu birilerini sert şekilde eleştiriyor, takımın kendisi gibi üst düzey olamadığını söylüyor bu adam. Daha birkaç gün önceki Macaristan rezaletinde bile bunu yaşadık, Hamit konuştu da konuştu. Ancak Hamit 3 sezondur milli maçlardan sonra nelerden memnun değilse hepsini kendisi yapıyor Galatasaray'da. Anlattığı tüm olumsuz profillere uyuyor, oynamıyor, oynatmıyor, takım oyununu da bozuyor. Takımın ne yapmak istediğini bilmiyor henüz ve kariyerinde Türkiye'de ona hep kurtarıcı gözüyle bakıldığı için o role soyunmaya kalkıyor. Takıma uymuyor, takımdaki dişlilerin bir parçası olmak yerine takımdaki en büyük dişli olmak istiyor ve bu da uyum sorunu denen şeyin aşılması en zor modelini ortaya çıkarıyor.

Yine aynı şekilde Amrabat, Kayseri'de amaçsız orta sıra mücadelesi sırasında yayla gibi açık alanda istediği gibi at koşturdu. Aynısını Galatasaray forması ile de yapabileceğini sanıyor ve henüz bunun olmayacağının farkında değil. Kontra lazımsa, rakip boş vermişse her şeyi, o zaman al Amrabat'ı, yaslan arkana izle... Ama sen Ankara deplasmanında Amrabat'tan medet umuyorsan neden savunmamızı anlatan en güzel kelime "kevgir" diye sorgulamayacaksın. Hakkın yok. Eski profilinden sıyrılamayıp kendini Kayseri'deki gibi takımın merkezi olabilecek bir oyuncu sanıyor. Hamit'teki olayın küçük boyutlusu. Aşar mı aşmaz mı bilinmez ama dedim ya zaten, ilk 11 için düşünülmesi hata, yedekten gelip açılan rakibi tamamen bitirmeye oynasın.

Ujfalusi büyük bir kaptan, komutan. Fiorentina'da oynarken de böyleydi bu, İspanya kariyerine değinmek istemiyorum çünkü La Liga izleyicisi olmadığım için izlediğim maçı 3-5 tanedir. Fiorentina'da savunma o varken mükemmel, o yokken alarm verir haldeydi. Değişti mi bizde? Hayır. O yokken yine problem, yine sıkıntı. Semih'ten eminim, geleceğinden şüphem yok, yaptığı her hata mental ve teknik anlamda daha da geliştirecek onu. Dany de beğendiğim ve destek olduğum bir isim. Ancak başlarında onu yönetecek bir Tomas Ujfalusi olmayınca dağınık hale geliyorlar. Savunmayı orta sahada başlatan ve çoğu atağı kale yüzü görmeden kesen Melo ise tatilden hala dönemedi. En ufak fırsatta eski Melo'nun dönüşünü müjdeliyor bize 2 aydır ama ekim ayı bitti bitecek, biz hala Miami'den dönmesini bekliyoruz. Melo ne zaman ki orta sahada rakibin atak başlatan adamını tekrar bozmaya başlar, bozamıyorsa geride forvet rahatsız eder ve aldığı topu Selçuk'a ulaştırıp hızla ileri çıkıp gol arayacak kondisyona ulaşır, o zaman savunmamız da hücum opsiyonlarımız da gelişir. Tek dakikasını bile boş geçirmemesi gerekiyor bu adamın.

Burak Yılmaz ise Trabzon'da üstlendiği -bilen bilir- Şahan'ın Güvenspor skecindeki "At Fink'e!" rolünden sıyrılamamış. At Burak'a, o vursun veya düşsün, çarpsın bir şeyler yapsın... Bu sisteme alışan adam Galatasaray'da da aynısını yapıyor, takım daha paslaşıp rakip sahaya yerleşirken 35 metreden şut deniyor. Galatasaray bunu istemiyor, isteseydi 2 sezondur forvet tercihleri Elmander ve Umut gibileri olmazdı. Burak buraya gelirken takımın her şeyi değil, 11'de 1'i olduğunu idrak edemeden geldi, hala anlamış değil. Geçen sezon Baros-Elmander ikilisini hatırlıyoruz, deli gibi koştular, biri ileride bekledi diğeri geri koştu, diğer pozisyon koşan adam bekledi, koşmayan gitti savunmaya yardımcı oldu. Böyle değişerek takım savunmasına maksimum katkıyı vermeye çalıştı ilerideki oyuncular. Bu sene bakıyoruz, Elmander 1, 2, 3, 4 kere geliyor ama devamı yok. Nasıl olsun ki devamı? 90 dakikada dinlenmeyecek mi bu adam? İleride dinlendiği anlarda Burak çıkmayınca Elmander de bir yere kadar gidip sonrasında ileride duruyor. Burak'a defalarca dön deniyor, o inadına ileride. Sonra işte 45 dakika kanser edip yerini Umut'a bırakınca Umut yapılması gerekenleri Elmander'le ortaklaşa yapıyor ve takım kendine geliyor.

Bu saydıklarımı düşününce, olanların olmayanlara göre ne kadar fazla olduğu belirginleşti sanırım. Ben en kötü 12. hafta Engin döndüğü zaman Hamit'i kesip 11'e dönerse toparlarız diye iddiamı ortaya atıp bitireyim.

1-2 saat sonra da Emre Çolak yazısını okursunuz bu maçın üzerine...

12.10.2012

Not Defteri #51

  • Naber hacı?
  • Blogu bu aralar biraz boşl... *çaaaaaaaaaaaaat* *çeşitli dayak efektleri* (şu boşlamalı geyik de bitmedi be, hala ciddi yapan adam görüyorum ara sıra)
  • Neyse, blogum olduğunu hatırladım.
  • Bu ara hayatım beklemekle geçiyor. Öyle alengirli sözler beklemeyin, FM 2013'ü bekliyorum. 2000'den beri hayatımdaki en sadık şey, seviyeli bir birlikteliğimiz var. Ön siparişimi yaptım, ŞİMDİ ONLAR DÜŞÜNSÜN.
  • Bu aralar tam bir İsmail Abi oldum, çay içiyorum ve işsizim.
  • Blogun yazarlarından ve İzmir'deki en adam gibi adamlardan McDennis'i Kıbrıs'a uğurladık, onu belirteyim(sanki her gün yazı yağdırıyoruz da, yazarların hepsi hatırlanıyor...).
  • Belki gaza getiririm adamı da Kıbrıs futbolu yazarak buralara da geri döner.
  • Döner dedim de, tavuk döner ve diğerleri diye dünyayı ikiye ayırabilirim. Bu yaz Marmaris'te bulunduğum süre boyunca ya çizburger ya da tavuk döner yemediğim gün sayısı en fazla 5.
  • Tavuk döneri evde balkondan sepet sallayarak alıyorum Marmaris'te, düşün bendeki kafayı...
  • Bugün zaten yine 1 kiloya yakın tavuk yedim ve tam doymayıp "hani bana, hani bana?" dedim.
  • Şu an Muse dinlediğim(I Belong To You) için aklıma geldi, Madness isimli saçmalıktan sonra The 2nd Law albümünü dinlemeye gönlüm elvermiyor. Olmamışlık var Madness'ın içinde. O dubstep havaları falan... (Ünlü müzikolog Fırat Selçuk'u dinlediniz...)
  • Ama yine de her şeye rağmen dünya Britanyalı grupların daşş... Evet. Anladınız.
  • FIFA 13'e geçeyim biraz da. Selçuk ile iki serbest vuruş atayım da keyfim yerine gelsin. Adam gol değil goller atıyor, her şeyim oldu resmen...

12.09.2012

İllüzyon: Türkiye 3 - Estonya 0


Eleme gruplarının kurası çekildiğinde Estonya maçının sonucunun Hollanda maçından çok daha önemli hale geleceğini söyleseler kolay kolay kimse nasıl olacağını anlayamazdı herhalde. Hollanda maçı öncesinde, sırasında ve sonrasında gerek medyada gerek taraftar arasında konuşulanlar ve bunlara verilen tepkiler bunu mümkün kıldı. Abdullah Avcı için destek borazanları çalan medyanın ilk puan kaybında üstüne çullanması ve Avcı'nın gergin basın toplantısı sonrası, Estonya maçı bir anda Milli Takım-medya ilişkisinin kaderini belirleyecek maç oldu. Puan kaybı olsa Avcı'nın elemeler sonrasında koltuğundan kaldırılacağını söylemek için Nostradamus olmaya gerek yok... Hoca şanslıymış, bir yandan hakem şansı diğer yandan yükselen oyun performansı gerilen ortamı bir süre için daha yumuşattı. Teknik açıdansa elimizde sadece bir illüzyon var.

Maçın ilk on beş dakikası rakibin bizi kilitleyeceğini ve hatta savunmada olası bir sakarlıkla maçın bizim için kazanılması zor bir noktaya gelebileceğini gösteriyordu. Bu sürede Ömer Toprak'ın atlanan kırmızı kartı ve aynı pozisyonda verilmeyen penaltı bizim adımıza şansın döndüğü an denebilir. Sonrasında Burak'ın artan oyun etkinliği, Arda'nın sorumluluk alma uğraşıyla maçı lehimize çevirecekmiş gibi gözükse de oyunun kontrolünü bir türlü alamıyorduk ki, Burak'ın arkaya kaçtığı pozisyonlardan biri rakibi on kişi bıraktı ve dişli rakibimizin dişlerini sökmeyi başardık. Bundan sonrası tamamen bizim ellerimizdeydi.

Oyun merkezimizin bir türlü işlemediği ilk kırk dakikada alamadığımız oyun hakimiyeti Emre'nin sonunda ceza sahası çevresinde bir şeyler yapmaya cesaret etmesiyle elimize geçti. Gol dakikası öncesinde ne Emre'nin ne Mehmet Topal'ın topla sorumluluk almaması dişlilerin dönmemesine sebep oluyordu, iki buçuk maçtır bir türlü gelmeyen golün takımı tedirgin ettiğini de görmüş olduk. İlk yarının kalan süresinde ve ikinci yarıda nihayet kendi evinde olmanın cesareti ve güveniyle rakip kaleye giden bir Milli Takım gördük. İkinci yarı için söylenebilecek en önemli şey takımın bu güvenli haliydi. Açıkçası bunun dışında da teknik/taktik olarak öyle çok olumlu, çok önemli bir şey yoktu sahada. Savunmadaki en önemli ismini kırmızı kartla kaybeden rakibimiz ikinci golü yedikten sonra futbolda mümkün olsa havluyu sahaya fırlatacak hale gelmişti. Maçı sunan ve yorumlayan iki ismin düzdüğü methiyeleri yersiz ve bilhassa yanıltıcı bulduğumu söylemeliyim. Önemli yetenekleri olmayan, disipline ve fizik gücüne dayalı hatta bağımlı oynayan bir takıma karşı on kişi kalmalarından evvel üstünlük sağlayamamamız endişe vericiydi. Takımın merkezinin daha kararlı, daha baskın bir oyun oynamasına ihtiyacımız var. Bunu kısa sürede sağlayamazsak, bugün ikinci yarıda izlediğimiz takım hatırlarımızda bir göz yanılması gibi silinip gidecektir.

Takımı isim isim değerlendirecek olursak günün oyuncularının Emre, Arda ve Burak olduğunu söylemek yanlış olmaz. Arda, ilk yarı sonunda ve  ikinci yarıda takım biraz akıcılaştığında sergilediği sade oyunla, Emre, kilidi açan golü attıktan sonra eksikliğini çektiğimiz lider oyuncu kimliğine bürünmesiyle, Burak, rakip on bir kişiyken maçı çözmek için gösterdiği gayretle maçın lehimize dönmesinde ayrı ayrı pay sahibiydi. Selçuk oyuna girdikten sonra bu takımın en önemli dört oyuncusundan biri olduğunu ve ikinci plana atılamayacağını gösterdi. Mehmet Topal da takım toparlandığında daha iyi oynamaya başladı. Sahadaki görevi ve yeri belirginleştikçe daha da iyi olacaktır. Hasan Ali sol tarafta bol bol çizgiye indi, zorladı. Keşke benzer bir performans Gökhan Gönül'den de gelseydi ama düşüşü sürüyor. Ömer ile Semih hem şanslı hem başarılıydı. Kusursuz değillerdi ama hataları bedel ödetmeyince göze batmadılar. Monte edilmeye çalışılan Sercan ve Tunay yine ışık vermedi. Sercan sahada olduğu süre boyunca takımdan ayrı bir yerde top oynuyormuş gibiydi. Tunay'ın sahadaki varlığını ne Amsterdam'daki maçta ne bu akşam anlamlandırabilmiş değilim. Umarım gelişme gösterir, çünkü hiçbir şey vermiyor. Takımın toplam performansıysa en iyi ihtimalle vasat olarak tanımlanabilir ama on kişi Estonya karşısında yetti.

İlk iki maçımızdan sonra "Estonya'ya karşı iyi oynadık" " Amsterdam'da galibiyeti kaçırdık" gibi tesellilerle kendimizi avutuyoruz. Amsterdam'da da Saraçoğlu'nda da 11'e 11 oyunda tam olarak organize ve baskın değildik. Oyun genelinde Hollanda'ya karşı fazla çekingen, Estonya'ya karşı fazla telaşlı gözüktük. Avcı'nın ve oyuncuların Hollanda maçı sonrası gelen eleştirileri karşılama biçimi ve takım içi dengeler, gol sevinçlerinden ve maç sonrası verilen demeçlerden görüldüğü kadarıyla çok iç açıcı değil. Ama işleri düzeltmek için bol bol zaman ve maç hala var. Beklenmeyen bir puan kaybı olmadan çıktığımız şu iki maçtan sonra kafalardaki tek şey daha iyi olmak olmalı. Yoksa bir turnuvayı daha "biz olsak neler yapardık" diye yakınarak izleyebiliriz.

Önemli Not: Seyirci harikaydı. Keşke maçı çözen kırmızı kartı getiren Burak'ı gol atmayı çok istediği için yuhlamasalardı.

5.09.2012

Luca Toni Geri Döndü

2005/2006 sezonunda, Fiorentina'da ilk sezonunda 31 golle yıllar sonra Serie A'da 30 golü geçen ilk gol kralı olarak iz bıraktı, sonraki sezon da 29 maçta 16 gol attı. 2 sezon Floransa'da kaldıktan sonra kariyer yapma uğruna Bayern'e gidip Fiorentina'ya 11.5M € kazandırdı.

Yolu tekrar Floransa'ya düşer diye beklerken önce Roma'ya kiralandı, sonra vasatı aşamadığı Genoa ve Juventus maceraları falan derken bu yılın başında ikinci kez yurt dışı deneyimi yaşadı ancak Avrupa'da taliplisi olmadığı için adres Al Nasr oldu.

Orada da tutunamamış olacak ki transferin son günü Berbatov'dan büyük bir çalım yiyen Fiorentina'dan teklif alınca düşünmeden geri döndü. 6 yıl önceki gibi neredeyse her maç atan bir Toni olmayacak, şimdilik "hiç yoktan iyidir" mantığıyla kendini kabul ettirmiş durumda.

Fiorentina'dan yıllık 500.000 € alacak ki zaten kolay kabul edilme sebeplerinden biri de bu, maliyeti çok değil. Eğer Toni biraz form tutar da mor forma ile 15 gol atabilirse 250.000 € daha kazanacak. Zaten 15 golü bulabilirse buna itiraz eden olmayacaktır.

35 yaşında da olsa yaşattığı harika 2 sezondan sonra insan Toni'den goller bekliyor. Şahsen 15 olmasa bile, 10 golü bile bulsa -ki 8-9 kabulümdür- benim için yeterli olur. Amauri bile nefret ettirmeden gitti zira yarı sezonda attığı tek golü Milan'a deplasmanda attı ve maçı kazandırdı, daha ne olsun... Toni öyle bir şeyi başarırsa baş tacı edilir, efsanelerden biri olarak Fiorentina'da bırakır futbolu. Umarım da öyle olur...

16.06.2012

3-2: İngiltere Geri Döndü... mü?

İlk yarıyı seyredip bir şeyler almak için kendimi dışarı attığımda birisi maçın ikinci yarısının bu denli heyecanlı geçeceğini söylese hiçbir yere kıpırdamazdım. Ama büyük usta Ömer Üründül'ün de dediği gibi, futbol böyle ilginç bir oyun işte... Bir buçuk maç boyunca turnuvanın en istikrarlı ve sağlam alan savunmasını yapan İngiltere, oynayan bütün takımlar içinde gol atmakla alakası olmayan iki takımdan biri olan İsveç'ten beş dakika içinde iki gol yedi. Arkasından da turnuvanın diğer gol ve hücumla alakasız takımı İngiltere, bu maça kadar ayağına beş kere top değmemiş Wellbeck ve bir dakika süre almamış Walcott'tan on dakikada içinde iki gol bulup maçı aldı. İngiltere için müthiş bir zafer olduğu tartışılmaz ama galibiyetin geliş şekli doğru biçimde değerlendirilmezse İngilizler ve destekçileri beklemedikleri bir sonuçla karşı karşıya kalabilir.

Maçı ilk yarı ve ikinci yarı biçiminde tam olarak devre arasından ayırarak değerlendirmek doğru olacaktır. Oyunun içinde pek çok kader belirleyen an olsa da gecenin gidişatının değiştiği yer İsveç soyunma odasıydı. İlk yarı boyunca İngiltere, Fransa maçında da hepimizin içini şişiren alan savunmasını İsveç'e de uyguladı. İsveç'in hiçbir meziyet gösteremeyen orta sahası ve oyun kurmayla görevlendirilip uzaktan şut atmaktan başka bir iş görmeyen Ibra'sı ile hücumda organize olmaktan bihaber olan İngiltere sayesinde maç Fransa - İngiltere maçının ardından turnuvanın en sıkıcı ikinci maçı olmaya adaydı. Ama İsveç, buz kalıbı gibi oynadığı bir buçuk maçın ardından soyunma odasından ateş gibi çıkınca maç da alev aldı. Yarı başlangıcında gelen baskının ardından gelen bir karambol ve ardından İngiliz kulelerinin kaçırdığı bir kafa topuyla bütün hesaplar karıştı, soyunma odasından çıkan yangın İngiltere'nin eteklerini tutuşturdu. Telaşla saldıran İngilizler kötü bir sezon geçiren Walcott'un hak ettiği, şuursuz İngiltere'nin hak etmediği bir şans golüyle maça döndü. Hemen ardından ceza sahasına girilince gol atma ihtimalinin arttığının farkında olan sahadaki tek İngiliz olan Theo'nun tehlike bölgesine yaptığı penetre ve Wellbeck'in şans mı keramet mi bilinmez gol vuruşuyla skor belirlendi. Ama bu skor İngiltere'yle alakalı cümlelerdeki şüpheci üslubu kıramadı.

Turnuva başladığından beri İngiltere'yle ilgili görüşlerim değişmedi. İngiltere Milli Takımı'nın sorunu ne oyuncularıyla ilgili ne hocasıyla ne de tercih ettikleri taktikle. İngilizler'in oyunu bugünün futbol gerçeklerinin kaldıramayacağı derecede statik ve monoton. Oyunu açmayı, yönünü değiştirmeyi, hızlandırmayı, yavaşlatmayı, kısaca yönetmeyi bilmiyorlar. Bütün ataklar başladıkları hızla sürüyor, set oyununda alan paylaşımı ya da alan değiştirme söz konusu değil, hızlı ataklarda koşular, tercihler korkakça. Beşiktaş'ın efsane altyapı eğitmeni, Özkaynak sisteminin kurucusu Serpil Hoca'nın yazılarında uzun uzun anlattığı oyuna ve duruma göre konumlanma ve karar alma yetisi pek çok oyuncuda yok, olanlar da kalabalığın içinde etkisizleşiyor. İngiliz oyuncularının ve daha önemlisi hücumcularının pek çoğu oyun temposu içerisinde "akarak" düşünmekten çok belirli alışkanlıklara uyarak oynamaya alışkın. Örneğin, Glen Johnson Liverpool'da sürekli ileri çıkarak oynuyor, çizgiye doğru hızlı koşular, durum uygunsa orta değilse pas arıyor. Ashley Young içeriye doğru topla girip şut atmaya alışkın. Hepsi de bu biçimde çok etkin oyuncular. Ancak sıkıntı şu ki futbol her yerde Premier Lig'deki gibi temel öğenin tempo olduğu bir oyun değil.

Özellikle büyük şampiyonalarda takımlar garantici bir bakışla öncelikle yarı sahasını on kişiyle kapatmaya bakıyor, aynı İngiltere gibi. Bu tercih tempoyu düşürüyor, oyunu yavaşlatıp akıcı bir düzen için oyuncu kararlarının isabetli olmasının gerektiği bir durum ortaya çıkarıyor.  Bu durumun birincil anti-tezini oynayan takımsa İspanya. Kapanan yarı sahada savunmacılar arasında hem topu hem kendilerini dolaştırıp alan savunması denen şeyi paramparça etmek onlar için sıkıntı değil. İngiltere'nin çözümü ise ancak geçici olabilir. Çünkü değiştirmeleri gereken oyuncular değil. Değiştirmeleri gereken önceliği karşı kaleye doğru düz bir çizgi çekip oyuncuların oraya ve sadece oraya doğru koşmasına sebep olan fubol kültürleri. Nasıl ki Alman futbolu karakterini çeşitlendirmek için bir çaba içinde ya da İspanya, Barcelona üzerinden belirgin ve kazanan bir futbol kimliği oluşturmuş durumda, İngiltere'nin de böyle bir değişime ihtiyacı var. Bu da yeni bir zihniyetle yeni oyuncular yetiştirilmesi demek. Yani günü bırak kurtarmayı, eldeki durumu biraz olsun değiştirmesi bile mümkün değil.

Euro 2012'nin reçetesi ise iki isim: Walcott ve Rooney. Walcott'un hızlanma özelliği, cesareti ve deliciliği İngilizler'in oyunundaki o saf monotonluğu bugün on dakikada değiştiriverdi. James Milner tercihi tam manasıyla korkak ve kitaba uygun bir seçim: doğru ama oyunun gidişatına hiçbir katkısı yok. Hodgson kazanan bir takım istiyorsa taşları yerinden oynatması ve elindeki silahların sivri yanlarını kapatan korumayı azaltması gerek. Elinde öyle bir takım var ki risk almadan etkili olması belirli bir organizasyon ve alışkanlık gerektiriyor. Ve bu ikisi de olmadığından iş oyuncuların futbol zekasına kalıyor, ki onun da pek çoğunda az olduğu ortada. Walcott ruh ve karakter getirse de o da bir alışkanlık oyuncusu olduğundan tıkanan durumlara çözüm üretemiyor. İkinci isim Rooney ise sahaya değişik bir futbol kimliği koyacağı, az önce bahsettiğimiz zekayı getireceği için önemli. İngiltere'de birilerinin oyunu yönlendirmesi, oyunun akışıyla ilgili kararlar verebilmesi, eldeki kişisel alışkanlıklar ve harfi harfine uyulan teknik direktör direktifleri dışında bir şeyler koyması gerekiyor. Eğer bu gerçekleşmezse İsveç maçıyla turnuvaya dönen İngiltere'nin pek uzun kalamayacağı ortada.

12.06.2012

Euro '12 Grup B: Sizin İçiniz Kabarmış

A grubundan sonra B grubunun da falına bakayım dedim. Ama her takımın içi ayrı kabarmış, hepsinin geleceği ayrı bir karışık çıktı.


B grubuna bakıldığında herkesin yapabileceklerinden emin olduğu tek takım var, elbette Almanya. Ama ilk maçta takım halinde gösterdikleri performans beklentilerin uzağında kaldı. Veloso'nun şefliğinde yarı sahasını kapatan Portekiz'in oyununa karşı futbol aklı koyabilen tek oyuncuları Mesut Özil'di. Dünya Kupası'nda rakibi perişan eden kontraları da artık bilinir olduğundan ellerindeki tek koz sadece bu gibi gözüktü, tabi Gomez'in golcü sezgilerini de unutmamak gerek. Diğer yandan, özellikle Podolski, Müller kanatlarının da pek etkin olamamasıyla onlar için işler beklenenden fazla karıştı. Şükür ki ellerinde çakı gibi bir yedek kulübesi var. Löw kafayı biraz çalıştırdığı sürece sahada uygulayamayacakları bir şablon varmış gibi gözükmüyor. Alman futbol şansı da peşlerini bırakmıyor. Bu kadronun büyük bir turnuvada ilk kez set oyunu oynaması en büyük dezavantajları. Schürrle, Götze ve Reus'un kenarda unutulmaması, Podolski'nin geçmiş performansının Löw'ü yanıltmaması gerek. Ellerinde pek çok oyuncu var ama en önemlisi Mesut Özil. Böyle bir maestronun etrafında bu kadar yetenekli bir oyuncu nüvesiyle etkin bir set hücumu geliştiremeyen adama beceriksizten başka bir şey denemez. Haklarındaki en büyük soru işareti ise Portekiz'in yediği golden sonra yaptığı baskıya yanıt verememeleri, daha doğrusu karşı hücumlarla rakip kaleyi rahatsız edememeleri. Bütün bunlara rağmen ilk maçlardan sonra Almanya grubunun tek favorisi, kupanın da üç favorisinden biri.

Milli takımında düzen kurmayı bilmeyen birkaç ülke var Avrupa'da. Birisi tabi ki biziz. Diğeri, nedenleri bizimkine pek benzemese de, İngiltere. Pek tabi, önceki iki ülkeden tamamen farklı sebeplerle, bir de Portekiz var. Verimsiz düzen seçimi konusunda bu sene de istikrarlarını bozmadılar. Dünyanın en iyi birkaç oyuncusundan sayılabilecek Nani ve Ronaldo varken takımın taktik olarak temelini vasat forvetlerinin üzerine kurma konusunda ısrarcılar.  Almanya maçı itibariyle hücumda ne yaptıklarını anlamak pek mümkün olmadı. Ronaldo şut atıyor, Postiga top tutmaya çalışıyor, Moutinho ileri doğru topla çıkıyor, Nani topu ayağında zor buluyor... En acayibi yapılan bunca şeyin hiçbiri bir plan dahilinde yapılıyormuş gibi durmuyor. En etkili göründükleri anların, son on beş dakikada şuursuzca Alman kalesine hücum ettikleri anlar olması tesadüf değil yani. Bu tür bir durum için çözüm önerisi sunmak bile zor, çünkü takımın zihniyeti temelinden sıkıntılı gibi duruyor. Ellerindeki yeteneklerin potansiyeli düşünüldüğündeyse zihniyetin, planın pek esprisi varmış gibi gelmiyor. Bu kadar iyi alan savunması yaparken, elinizde Ronaldo ve Nani gibi iki teknik gurusu varken böylesine verimsiz futbol oynamak gerçekten zor zanaat. Yapmaları gereken bir şekilde hücum performanslarını arttırmak. Oyuncuların dizilişteki yerlerini değiştirebilirler, hücum planlarını değiştirebilirler ama oyuncular için doğru roller bir türlü bulunamadığından ikisinden birine karar vermek de, herhangi birisini uygulamak da zor iş.

B grubunda "rahatın battığı" diğer takım da grubun üçüncü büyük ismi Hollanda. Portekiz'den küçük bir farkla onların sorunları da sorunun çözümü de apaçık: Ya Arjen Robben ve Afellay'ı takım oyununa katılan ve katkı yapan oyunculara dönüştürecekler ya da ellerinde bolca bulunan hücum oyuncusu seçkisinden başka oyuncularla yola devam edecekler. Danimarka maçında Sneijder ve van Bommel dışında orta saha oyuncularının toplu oyuna gerekli katkıyı verememesi hücumlarının kısırlaşmasına ve tempo kaybetmesine sebep oldu. Afellay ve Robben maçın o an bulundukları kulvardan ibaret bir alanda oynandığını düşünüyor olsalar gerek, bir kez olsun takım oyununa katkı vermeye çalışır gibi gözükmediler. Yine de Sneijder'in performansı ve van Bommel'in liderlik konusunda geri adım atmaması onlar için umut verici. Ki, bunca tersliğe rağmen Huntelaar ve van Persie dört karşı karşıya pozisyonu heba etmese ilk maçtan üç puanla çıkmış olabilirlerdi. Ne yazık ki, bir şanssızlıkları var: Son iki maçları Almanya ve Portekiz'le olacak. Bu maçlardan dört puan çıkarmak, Danimarka maçında yaptıkları, yapamadıkları her şeyden çok, çok daha zor olacaktır.

Ve, son olarak, grubun mazlumu Danimarka... Onlar hakkında söyleyebileceklerim çok az. Çünkü ne yazık ki başarılı olmak için yapabilecekleri pek az şey var gibi görünüyor. Hollanda karşısında aldıkları üç puan tam manasıyla bir lütuf, bir kıyak oldu. Almanya ve Portekiz maçlarında yapmaları gereken Hollanda maçında yaptıklarından çok da farklı olmayacaktır. Kvist ve Zimling'in performanslarının düşmemesi, Agger ve Kjaer'in sakarlaşmaması onlar için en önemli kriterler. Andersen'in ilk maçtaki muhteşem performansı ise önemlinin bile ötesinde. Savunmadaki bu üç parametrede düşüşe geçmemeyi başarıp hücumda hızlanabilirlerse bir şansları olabilir ama Bendtner'den medet ummaları sahanın ileri ucunda şanslarını çok azaltıyor gibi gözüküyor.

Euro '12 Grup A: Devrimin Önünü Açın!


Euro 2012'de  ilk maçlar geride kaldı. Takımlar hiç maç oynamadan yazılan tahmin yazılarından hiç hoşlanmayan bendeniz de "artık zamanıdır" deyip blogun aylardır süren futbol suskunluğuna bir son vermeye karar verdim, grubun kaderine yön verecek ikinci maçlar oynanmadan A grubuna ilişkin bir şeyler karaladım. 


Turnuva başlamadan önce konuşulan bu grubun maçlarını izlemenin küçük çaplı bir işkence olacağı yönündeydi. İlk maçlar itibariyle aşağı yukarı hepimiz yanıldık. Polonya, Yunanistan ve Çek Cumhuriyeti'nin kalitelerinin birbirlerine pek yakın olması ve Rusya'nın D grubu maçlarının daha oynanmadığı şu güne kadar turnuvanın en akıcı futbolunu ortaya koymasıyla takibi pek keyifli bir hal aldı A grubu. Peki, ne olacak ev sahibi Polonya'nın hali? Takım oyunundan bihaber Çekler'i Rosicky kurtarabilecek mi? Yunanistan çeyrek final görüp tarihlerinin ikinci sürprizini yapabilecek mi? Ve, belki de en önemlisi, Rusya bu sefer yarı finali geçebilir mi?

İşin kolayına kaçıp ev sahibinin durumuna eğilerek başlayalım: Polonya elinde önemli potansiyel taşıyan bir oyuncu kümesiyle turnuvaya girdi. Fakat ilk maça bakıldığında ne futbol aklı olarak ne de düzen olarak yeterince etkileyici görünmediler. Olumlu veri olarak elde Yunanistan karşısındaki ilk yarım saat var. Diğer yandan Yunanistan'ın top kullanma konusunda neredeyse çaresizlik derecesinde yetersiz olan orta saha bölgesi karşısında ev sahibinin böyle bir baskı kurmaması abes olurdu. Maçın kalan altmış dakikası ise tam anlamıyla karanlık. On kişi kalan bir Yunanistan karşısında ikinci golü bulacak hamle teknik anlamda kenardan, mental anlamda da oyunculardan gelmedi. Seyirci avantajı da tribünlerin bu hale "seyirci kalmasıyla" pek anlamlı gözükmedi.

Polonya'ya lazım olan çok şey var gibi gözüküyor. Öncelik Kuba, Piszczek ve Lewandowski üçlüsünün performasında gibi gözükse de bana kalırsa sorun da çözüm de burada değil. Bu üç oyuncunun parladığı ve hatta Lewandowski'nin ManU seviyesine çıktığı Dortmund'da sahanın her kulvarında etkin, makine gibi bir işleyen bir düzen söz konusu. Elbette, Poloya'nın bu kadar kısıtlı bir sürede Dortmund seviyesinde bir disipline çıkması mümkün değil. Yine de bu, oyunlarının Lewandowski'nin üzerinden dönen ataklar ve Kuba-Piszczek ikilisinin işlettiği sağ kanattan ibaret olmasını gerektirmiyor. Özellikle ilk maçta Lewandowski'nin ilk yarı boyunca meşgul edip yıprattığı orta ikiliyi zorlayacak bir hareket göremedik. Maç boyunca ortadan gelen topları kenarlara taşıyarak gol bulmaya çalışan bir oyun anlayışı vardı, Yunanistan savunması da bir avuç "sarı adamdan" ibaret olmadığı için ikinci yarıda bu oyunu kitlemeyi başardılar. Smuda'nın kulübede bu manzarayı seyretmesi ve takımın en iyileri olduğuna inandığı oyuncuları ve oyun planını değiştirme cesaretini gösterememesi en büyük yanlıştı. İkinci maç için Polonya'nın oyun içinde B planı üretmesi şart. Yoksa sadece ilk yarım saatin takımı olmaya devam edebilirler.


Grubun  en kötüsüyle devam edelim: Çek Cumhuriyeti şampiyonanın ilk haftası geride kalırken en plansız ve en etkisiz takımdı belki de. Son üç yıldır on tane maç izlemiş birisinin bile görebileceği çok basit ve temel bir sıkıntıları var: Takımın önüyle arkası arasındaki mesafeyi ayarlayamıyorlar. Rusya'nın geriden ileriye doğru çok akıcı ve uyumlu bir futbol oynaması bu sorunu çok net bir biçimde ortaya koydu. Ruslar ne zaman topu kazanıp arkalarını dönse hücum yapabilecekleri üç kulvarda da geniş geniş boşluklar buldu. Bunları bolca değerlendirdi, skoru geç bulsa da son yarım saatten önce Çekler'i oyundan düşürmüşlerdi. Taktik disiplinin tavan noktalarını seyrettiğimiz bir Avrupa Şampiyonasında bu eksiği cezalandıramayacak bir takım olduğunu zannetmiyorum. Ya oyunu rakip sahaya yıkma planlarından vazgeçip karşı hücumlara ümit bağlayacaklar ya da rakip sahada biraz daha planlı oynamanın bir yolunu bulacaklar. Kaldı ki, sahanın ileri yarısında organize olma konusundaki sıkıntılarını yazmaya kalksam üç paragraf bitirebilirim sanırım. Bütün hücumlarda hareket halindeki her oyuncu diğerinin düşündüğü şeyden farklı bir işin peşindeydi. İki oyuncunun birbirleriyle uyumlu aksiyon gerçekleştirdiği tek pozisyonda golü bulmalarıysa oyunun onlara bir hediyesi oldu. Her şeye rağmen Rosicky etrafında organize olunursa, Plasil'den gereken verim alınabilirse ve Baros biraz topu hatırlarsa onlar için bir umut olabilir. Kısaca, işleri çok zor.

Ve, ilk hafta bir kişi eksik takımla mağlubiyetten geri dönmeyi penaltıyla kaçıran Yunanistan... Açılış maçının ilk yarım saatinde tabir yerindeyse kupanın kötü adamı gibi göründüler, ikinci yarıdaysa hem seyirci hem de kendileri için turnuvanın heyecan ateşini yakan, keyif veren takım oldular. İşin ilginç tarafı kalan maçlarda stratejik olarak avantajlı görünüyorlar. Rusya ve Çek Cumhuriyeti topu onlara teslim etmeyecekse, ki durum böyle görünüyor, en azından Çekler karşısında bir  galibiyet almaları sürpriz olmayacaktır. Böyle bir grupta dört puanla çeyrek finale kalma ihtimalleri hiç de az değil. Ama onların da bol bol sıkıntısı var: On kişi kalana kadar savunmalarının her bir mevkisi başka bir telden çalıyordu ve golü de bu şekilde yediler zaten. İleride Samaras'ı kanatta oynatma tercihi tam bir skandal, değişmesi şart. Orta sahaları oyunu yönlendirme konusunda turnuvanın en zayıfı. Ama bu falsoları sadece kontra yapmaları ve kalelerini savunmaları gereken maçlarda kendiliğinden çözülebilir. Yunanistan Euro 2008'de yaptığı savunmayı hatırlamalı ve bir şekilde hızlı hücum işini kotarmalı. Salpingidis gibi beklenmedik koşular yapabilecek bir ismi daha Samaras'ın yerine ekleyebilirse hem bu grubu hem de turnuvayı karıştırabilir, ilk maçta bir yarıdan diğer yarıya yaşadıkları değişimi şampiyona geneline yansıtabilirler.

Grubun ve denebilir ki turnuvanın şu an en kafası rahat ekibiyle, Rusya'yla yazıyı kapatalım. Kabul, Çek Cumhuriyeti karşısında çok etkileyici gözüktüler. Evet, turnuvanın İspanya ve Hırvatistan'la birlikte en uyumlu takımı olabilirler ve ellerinde Arşavin, Şirokov ve Dzagoev gibi özel oyuncular da var. Ama ilk maçta karşılarında orta saha direnci hallaç pamuğundan hallice bir takımla oynadıklarını da unutmamak gerek. Kalan iki maçlarında da tamamiyle farklı, orta bölgesini sert ve sağlam isimlerle kapatan ve takım olarak arkada kalmayı devamlı olarak becerebilecek ekiplerle oynayacakları da unutulmamalı. Rusya ilk haftayı çok etkileyici bir görüntüyle geçmiş olmasına rağmen rakipleri sebebiyle bu görüntü biraz yanıltıcı da olabilir. Onlar için gerçek sınav disiplinli ve sert bir orta saha ve dayanıklı bir savunma karşısında olacak. Bu anlamda gerçekten sağlam bir ekip de çeyrek finale kadar karşılarına çıkacakmış gibi gözükmüyor. Ellerindeki kozları doğru zamanlarda, doğru biçimde oynarlarsa yarı finali ve hatta ötesini görebilirler. Zayıf noktaları olan iki stoperlerinin de ağır isimleri olmasıysa maçların öneminin giderek artacağı bir ortamda pekala önlerinde bir engel olabilir. Geçmiş turnuvalardaki iyi oynayan, izleyici tarafından sevilen ama kupa koleksiyonu kısıtlı Hollanda'dan bayrağı devralmak istemiyorlarsa güçlü noktalarını iyice öne çıkarıp zayıf noktaları takım oyunu ve belki de bireysel çabalarla kapatabilmeliler. Aksi halde B grubundan gelecek bir kodaman önlerini keser, ellerinde Dzagoev'in jeneriklere geçen golleri kalır.

1.06.2012

Tahiti Futbolu ve Tehaular!

Dünya Kupası elemelerinde Okyanusya kıtasında görülen fantastik skorlara alıştık sanırım artık, o eşiği atlatmış olmamız lazım. Ancak 10 gol atan bir takımda gol atan isimlerin dokuz tanesinin aynı olmasına alışmadık. Buna alışan varsa kendisinin nasıl bir futbol dünyası olduğunu sorgularım.

Tehau ismine ait dokuz gol var ancak bunları dört farklı Tehau paylaşmış. Araştırmadım şahsen aile mi değil mi diye, öyle bir niyetim de yok. Hatta belki de bizdeki Yılmaz soyadı gibi onlarda da Tehau soyadı yaygındır, nereden bilelim... Neyse... İkişer gol A. ve J. Tehau'dan gelmiş, bir golü T. atmış, diğer dört taneyi de L. atmış. Tabii bu A, T, J ve L isimleri birer kişiyi simgeliyorsa. Belki de Halil-Hamit Altıntop gibi ikisi de L, A veya J olan başka Tehaular da vardır, bilemeyiz. En basit haliyle bile dört farklı Tehau var.

Akşam akşam böyle bir goygoya girdim ama ben ne yapayım, slogan olsa olur "goygoyseniçağırıyor!" diye. Maç skorlarını kontrol ederken 1-10 görüyorsun, hadi küçük takımlar denk gelir olur diyorsun ama golleri atanlar dikkat çekmeyecek gibi değiller.

Ayrıca, L. Tehau isimli arkadaşın da hiç saygısı yokmuş rakibe, 83-84-85 diye arka arkaya sıralamış edepsiz. Zaten skor olmuş 1-7, neyin peşindesin arkadaşım? Rahmetli Erdoğan Arıca hayatta olsaydı da kulaklarını çınlatsaydı keşke bu arkadaşın...

31.05.2012

Avrupa Yüzme Şampiyonası, Debrecen 2012: Part #2

Şampiyonanın üzerinden beş gün geçti, artık iyice uzaklaşmadan girişini yaptığım şampiyona yazısının ana kısmına geçeyim. Olimpiyat yılı demek kıta şampiyonaları için her zaman zulüm demek. Olimpiyat barajını aşan çoğu sporcu kendini olimpik hazırlığa adayıp kıtasal-yerel şampiyonalara katılmıyor. Yine de büyük şampiyonların birkaçını izleme şansımız oldu. Her branşı tek tek incelemek uzun ve sıkıcı bir yazıya sebep olur, o yüzden akılda kalıcı olanları ve üzerine konuşulması gereken bir çift söz olanları yazmak en doğrusu.

Şampiyonada finallerin açılışı erkekler 400 metre serbestle yapıldı. İlk finali bir süredir rakipsiz olan Paul Biedermann kazandı. Zaten istediği zaman 200-400 serbestte madalyayı kimselere bırakmayacak olan Biedermann üç altın madalya ile evine döndü Debrecen'den. Ev sahibi ülkenin yıldızı Katinka Hosszu da benzer şekilde üç altın aldı, yanına bir gümüş madalya ekledi süs olarak. Bol madalya alan bir diğer isim ise İtalyan yıldız Filippo Magnini, iki altın iki gümüş ile döndü İtalya'ya. Bu kadarla kalmadı dört veya daha fazla madalya alanların sayısı, Alman Britta Steffen üç altın bir gümüş aldı ki gümüş madalyası sürpriz oldu kendisi için, zira onda da altın almasını bekliyordum ben. Yani dört altın ile evine dönmesi en muhtemel isimlerden biriydi ama yapamadı Steffen. Federica Pellegrini burada madalya şansı olan tüm branşlarda yüzmedi, fazla da zorlamadı kendini ama buna rağmen iki altın bir bronz ekledi madalya arşivine.

Bir eksiklik hisseden olduysa haklı. Turnuvanın yıldızına, yüzmede Avrupa'nın şu an faal olan en büyük şampiyonunu en sona bıraktım: Laszlo Cseh! Daha fazla altın madalya alabilme şansını kaçırmasına rağmen üç altın, bir gümüş, iki bronz aldı. Olimpiyatlar öncesi Phelps-Lochte ikilisine güzel bir mesaj yollamış oldu.

Cseh demişken de hemen pası Milorad Cavic'e atalım. 100 kelebek finalinde Cseh'i geçen isim oldu zira. Cavic denince 2008'de Phelps'e 0.01 saniye ile yarış kaybeden adam olması akla ilk gelen. Burada benzer bir senaryoyu yarı finalde yaşadı, son kulaçta geçildi ama yarı final olduğu için yaralayıcı bir tarafı olmadı haliyle. Cavic burada iki madalya alabilirdi, diğer madalyası şampiyona rekortmeni olduğu 50 kelebekte gelebilirdi ancak dünya ve Avrupa rekortmeni Munoz Perez'e direnemedi. Hatta direnemediği gibi bronz bile alamadı ilk üç dışında kaldı.

Kadınlar 100 metre serbest finali kesinlikle Debrecen'in akıllarda kalan yarışlarından oldu. Dünya, şampiyona, Avrupa rekortmeni Steffen çok büyük favori olarak çıktı ama bu şampiyonada ismini iyice duyuran Sjöström'e geçildi. Steffen gibi bir ismi bu mesafede geçebilmek için "zor" demek bile yetersiz kalırdı. Sjöström'ün ne büyük bir iş yaptığı muhtemelen Steffen'in Londra'daki Olimpiyat altınından sonra daha iyi anlaşılır diyerek aylar sonrası için ilk madalya tahminlerimden birini yapayım.

Kadınlar 800 metre serbestte Camelia Potec gençlerin arasında şansını denemek için yüzdü, madalya kazanıp kariyerinin son dönemine harika bir hikaye eklemek istedi ancak benim gözümde yarı finali geçip finalde havuza atlaması bile yeterli bir başarı olacaktı. Öyle de oldu, finalde ilk üç dışında kalıp güzel bir anıyla ayrıldı buradan.

Ve ilginç şekilde hatırlanacak son notla kapatayım yazıyı. Erkekler 50 metre sırtüstü finali şampiyonanın en ilginç anlarında sahip oldu sanırım. Bilindiği gibi finallerde sekiz sporcu yarışıyor her branşta. Peki yarıdan fazlasının madalya aldığını hiç duydunuz mu? Ben hiç duymamıştım, benim için de bir ilk oldu bu finalde beş sporcunun madalya alması. İsrailli Kopelev birinci olup altın madalyayı aldı, peşinden İtalyan Mirco Di Tora geldi ve gümüş madalyayı aldı. Üçüncü isim kim olur ne olur derken ekranda kulvarların üçünde de isimler belirince neler oluyor diye şaşırıp 25.14'lük dereceyi paylaştıklarını gördük. Havuzdaki diğer İsrailli Barnea, Macar Bohus ve Fransız Gandin bronz madalya kazanıp aynı anda kürsüye çıkarak ilginç görüntülere sahne oldular.

Bu kadar yeterli olur sanırım. Bir de Türklerle ilgili yazarım diyordum ama bir veya iki branş hariç hepsinde Türkiye rekoru kırmak bile finale çıkmaya yetmiyordu, böyle bir ortamda Türk sporcuların nesini değerlendireyim diye düşündüm, galiba haksız da değilim.

25.05.2012

Adem Ljajic'in Ağzından Mihajlovic

Sezona inişli-çıkışlı giren, sonrasında iniş kısmını daha çok seven Fiorentina'nın, performansı takımla aynı paralelde seyreden Sırp yıldızı Ljajic'ten Fiorentina'daki eski, milli takımdaki yeni hocası Mihajlovic hakkında hem geçmişi hem geleceği kapsayan kısa bir açıklama gelmiş. Mihajlovic'in Floransa'da nasıl bir iz bıraktığı ve oyuncularla iletişiminin ve üzerilerindeki etkinin nasıl olduğu konusunda güzel bir ipucu veriyor.

Bir de tabii Delio Rossi ile yaşadığı kötü olay var, ona da değiniyor fazla detaya girmeden:

"Mihajlovic Fiorentina'dan ayrılırken tüm takımın hatalarının bedelini ödedi. Kendisine inanıyorduk, özellikle de soyunma odasında yarattığı atmosfere; ancak seri sakatlıklar ve birkaç kötü olay iyi sonuçlar almamıza engel oldu. Sırbistan, 2014 Dünya Kupası yolculuğu için kendisini seçerek en iyi tercihi yaptı, kupaya katılacağımızdan eminim. Birçok hocayla çalıştım ama bana en fazla yardımı dokunan Mihajlovic'ti ki beni oynatıp oynatmaması kendisine olan görüşümü hiçbir zaman değiştirmedi. O tamamen kazanmaya yönelik bir oyun anlayışına sahip, çok çalışıyor ve saygıyı hak ediyor.

Rossi konusuyla ilgili çok şey yazıldı, tekrar etmek istiyorum, ben sadece kendisini "Çok iyi!" diyerek alkışladım, öyle bir tepki almayı beklemiyordum. Neden oyundan alındığımı bilmiyordum, sadece yarım saat sonra oyundan alınan bir oyuncu neden alındığını bilmelidir.

Fiorentinalı yöneticilerle konuştum, geleceğime yeni sezon için toplandıktan sonra karar verilecek. Fiorentina'da kalmak istiyorum, burada gayet iyiyim. Hatta Floransa'dan bir ev bile satın aldım burada uzun yıllar kalmayı planladığım için. Yöneticiler ve çevremdeki insanlar bir durum değerlendirmesi yapacaklar ve buradaki geleceğim hakkında kesin kararı verecekler. Tekrarlıyorum, Fiorentina'da kalmak istiyorum."

Avrupa Yüzme Şampiyonası, Debrecen 2012: Part #1

2012 Avrupa Yüzme Şampiyonası bilindiği üzere Debrecen'de yapılmakta ki bilmiyorsanız da şu an öğrendiniz. Futbolun yanında delicesine takip ettiğim yüzmede büyük bir şampiyonaya kavuşmak sevindirici. Kıyaslamak değil amacım zira şampiyona yazılarında göreceksiniz, kıyaslanacak halimiz yok, o derece rezil durumdayız, neyse, ulusal şampiyonalar yeteri kadar tatmin etmiyor insanı; tıpkı bizde olduğu gibi birkaç sporcunun hegemonyasında geçiyor yarışlar.

Yani mesela Avustralya'yı izliyorsun, Magnussen'in dünyada zorlayacak isim sayısı bile ikiyi üçü geçmezken Avustralya'da kim, nasıl geçebilir ki bu adamı? Veya dünyada Laszlo Cseh'i sadece Phelps ve Lochte devirebilmişken, Avrupa'da kim geçebilir veya başa çıkabilir bu Macar kel ile?

Haliyle olimpiyat oyunları gelene kadar Avrupa Yüzme Şampiyonası can simidi oldu bana, bize, ilgilisine. Gel gör ki olimpiyat barajını aşan çoğu isim bu şampiyonaya katılmadı. Yapacak bir şey yok, eldekilerle yetinip yeni şampiyonların çıkışına tanık oluyoruz. Tabii seyirciyi öksüz bırakmayan büyük şampiyonlar da var. Laszlo Cseh var, Britta Steffen var, 4. gün bir anda şapkadan çıkan tavşan olan ve unutulmaz bir final yaşatan Pellegrini var.

Ayrıca ev sahibi Macaristan için harika bir şampiyona oluyor ilk 4 gün sonunda. Hele bir 4. gün var ki, epik işlere imza atıyorlardı. Son anda İtalya'nın Federica Pellegrini hamlesi olmasaydı belki de şampiyona tarihinin en iyi "gün" performansını gösteren ev sahibi olacaklardı, o derece çıldırmışlardı 24 Mayıs günü yapılan finallerde.

Şampiyonanın ilk gününü canlı izleyemedim, istatistiklerle ve birkaç haberle yetindim. Takip eden günleri ise Twitter'dan canlı aktarım yaparak takip ettim ki çok hoşuma gidiyor. Hem yazarken dönüp baktığımda işe yarıyorlar ve yazmamı kolaylaştırıyorlar hem de birkaç kişi de olsa o an TV başında olamayıp yüzmeye ilgi duyan insanlar oluyor, teşekkür ediyorlar bu canlı anlatım için. Hem yazınca insanın daha da aklında kalıyor bu işler.

Türkler ne alemde diye soracaksanız, baştan uyarayım, sormayın. Gerçi onlarla ilgili de bir şeyler yazacağım ama hayal kırıklığı fazla. Büyük favorilerin çoğu branşı başıboş bıraktığı bir şampiyonada en azından 3-4 sporcumuzun final görmesi gerekirdi. Yarı finalden öteye gidemedik, ucu ucuna final kaçıranımız olsa ona da yeter diyeceğiz ama yok, 16 sporculu yarı finalde ilk 10 gören yok. Sporcularımız Türkiye rekorlarını 1-2 saniye geliştirseler bile finale kalamayacak durumdalar. Türkiye'nin yüzmedeki hali bu. Varsa yoksa futbol, biraz da 2000'lerin sonrasında 2001 Avrupa Şampiyonası ile başlayan 12 yıllık basketbol geçmişi. Bir de işte iki senedir sükse yapılan ve olimpik düzeye erişen voleybol, ötesi yok. Halter veya güreş gibi sporların bile ne derece dalgalandıkları ortada. Atletizmde devşirmeler olmasa zaten yol alabilmişliğimiz yok. Dünyada büyük, bizde ise durumu tartışılan diğer sporlarda ise yokuz ki bence en önemlisi yüzme. Bisiklette yeni yeni ayaklanmalar başladı ama onun çok yolu var, 2020'den önce bisiklet gelişmedi diye sert eleştirilere girmek hatadır bence.

Neyse ya, yüzmeden nerelere kaydı olay, bambaşka bir hal aldı. Türkiye'de yüzme kötü değil, buna emin olabilirsiniz. Şaşırmayın, cidden kötü değiliz, çok kötü bile değiliz, bunlardan daha aşağı bir noktadayız. "Çok kötü" olabilsek finalde 1-2 sporcumuz olur, o bile değiliz biz. Malta, Lihtenştayn, Lüksemburg gibi ülkelerle kapışacak düzeydeyiz yüzmede. Bu yüzdendir 25 senedir 1 tane yüzücüyü tanıyor Türkiye.

Dağıtmayalım konuyu, gün içerisinde ilk dört günü kapsayan bir bilgilendirme yazısı gelecek uzunca, ona ön hazırlık olsun bu. Cuma-cumartesi-pazar üçlüsüne her güne ayrı veya üç günü bir arada alan başka bir yazı gelir, en son da Türklerin ne yaptığı ile ilgili bir ayrı değerlendirme gelir. Yüzme defterini şimdilik kapatırız.

22.05.2012

Not Defteri #50

  • Merhaba, nihayet. Blog sessizdi, niye? Görünümü değiştirip öyle yazmaya başlamak istedim. Şu an o oldu gördüğünüz gibi. Banner yeni, arka plan yeni, tema genişledi ve ortalık ferahladı... Bir de listelerdeki ölü linkleri yenileyip düzenleyince tam olacak, o da acil değil. Hoş geldiniz yepisyeni Artemio Franchi'ye. Ekipteki diğer arkadaşlarım da benim tekrar blogu aktif günlerine döndürmemle birlikte yazmaya başlarlar umarım. (Oh, verdim sosyali, verdim mesajı)
  • Fena bir Brescia kariyerim gidiyor Football Manager 2012'de, belki yazarım ama o efsane giden Marmarisspor kariyerim gibi uzun ve detaylı olur mu bilemem. Başlayabilirsem gerisi düşünülür...
  • Bu ara dünyanın en güzel dönemindeyiz sanırım, aynı anda Giro d'Italia ve Avrupa Yüzme Şampiyonası var. Futboldan gına geldikten sonra bünyeye ilaç oldu, doping oldu.
  • Zaten 2011 yazında olduğu gibi seri yüzme yazıları gelecek bir hafta boyunca. Twitter'dan da canlı canlı yüzme yarışını aktarmaya ve insanları yüzme ile bilgilendirmeye devam edeceğim, ilgili olanlar sevinsinler.
  • Ayrıca yüzme demişken, şampiyona biraz buruk geçiyor, dünya şampiyonu ve Olimpiyat şampiyonluğunun branşındaki en büyük favorisi Alex Dale Oen'i kaybetti yüzme camiası... Büyük ve önemli şampiyonlardan olacaktı ama kalbine yenildi Norveçli yıldız.
  • Bu arada, blogda goygoyunu yapamadık ama bisikleti de es geçmeyelim, BETER OL ALBERTO CONTADOR, KADRON DAĞILSIN, GİDONUN AYRILSIN.
  • Ki Contador nefretimin altında Schleck sevgisi yatmıyor, o ikilinin beddualarını da ayrıca ediyorum içimden...
  • Varsa yoksa Cavendish gerçi zaten. Belki yaşım ve bisiklete olan ilgim çoğu efsaneye yetmedi ama tarihte iz bırakacak sporcular da yarışmakta şu an, şanslıyız. Kimse iz bırakmasa da bu dönemden, en kötü ihtimalle Cav efsane oldu zaten, bu bile yeter.
  • Ayrıca Peter Sagan'ı rüyamda görüşümün birkaç gün sonrasında adam Kaliforniya Bisiklet Turu'nda epik bir performans sergiliyor, etap üstüne etap alıyor.
  • Eh, yeter bu not defteri, takip edenlerin sevdiği gibi bol goygoylu olmadı ama sonrakilere kısmet...

19.03.2012

Fiorentina 0-5 Juventus

17 Mart 2012 günü tarihi hezimetle sonlanan Fiorentina-Juventus maçı sonrası Montolivo ve Cassani bitiş düdüğü ile birlikte gözyaşlarını tutamamışlar. Cassani için diyecek bir lafım yok ancak Montolivo madem bu takımı ağlayacak kadar seviyordu, çok mu zordu yeni sözleşmenin altına imza atıp takıma para kazandırarak gitmek? Karaktersizlik örneği sergilemekten başka bir şey değil bu, Floransa'da kendisine karşı azalan saygı ve sevgiyi geri kazanma adına tribünlere oynuyor benim gözümde. Bu duyguları gerçek olan adam neredeyse iki katı para önerilen yeni sözleşmeye imzasını atardı.


1.02.2012

Şaşırtmayan Hakem: GS 1-1 Antalya

Bu maçın hakeminin kim olduğunu dün akşama doğru öğrendim ve Twitter'da maçla ilgili ilk ve tek yorumum şu oldu: Yarın Antalyaspor'u çok zor yeneriz, puan kaybı asla sürpriz değil. Totem falan yapmıyorum, maçın hakemi İlker Meral. Açık ara en kötüsü. Görünen köy kılavuz istemiyordu ne yazık ki, başımıza gelecekleri görmek zor değildi. Kasımpaşa deplasmanında Ali Güneş'in voleybolcu olma girişimine izin veren, aynı maçta aynı oyuncunun gole giden adamı düşürmesi sonrası faulü çalıp skandal bir kararla kırmızı değil sarı kart çalan adamdı İlker Meral.

Engin'in Galatasaray dergisine yaptığı açıklamayı da düşününce İlker Meral'in bu maça damga vurmama ihtimali sıfırın altındaydı. Sanırım İlker Meral büyük bir şevkle Baros'u oyundan atarken içinden "Kırmızı öyle gösterilmez böyle gösterilir!" demiştir Engin'e. Veremediği ikinci penaltıdan falan bahsetmiyorum bile, eyyamı yapacağı maça atandığı saniye belli olan adamın bunu yapmasına şaşırmam. Aynı nitelikte iki pozisyon ve ikincisinde eli cebine bile gittiği halde düdük ağza gitmiyor, skandaldan da öte.

Baros demişken, atılmadan iki pozisyon önce İlker Meral'i sertçe itiraz edip itti kaktı, zaten kırmızı kartı orada görecekti, sadece bir dakika geç gördü. İlker Meral doğru düzgün bir hakem olsaydı, işini adam gibi yapan birisi olsaydı penaltı atılırken Elmander-Deniz ikilisine sorgusuz sualsiz sarı kartları verir, gerilimi engellerdi. Baros girdiğinde zaten o kadar gergin ve hakemin üzerine yoğunlaşmış hale gelmezdi maç. Yine de ne olursa olsun Baros'u atacaksan sana kasten iki kere vururken atacaksın, orta sahadaki bir pozisyonu hatırlatıp itiraz ederken saçma bir sebeple atıp hatalarına hata katmayacaksın. Seyirciyi tahrik diye bir şey varsa, bitiş düdüğü sonrası döne döne Mevlana'ya göz kırpan Ömer Çatkıç'a kartını vereceksin, raporuna da yazacaksın "Galatasaray taraftarı rakip oyuncuya kartopu -veya yabancı madde, her neyse- attı" diyeceksin, ceza verilecekse verilecek. Eminim ben ne Ömer'e ne taraftara o son olay yüzünden bir ceza gelmeyecek.

Neyse işte... Buz gibi havada bir maç keyfimiz vardı, hakemin onun içine edeceği belliydi, bir sürpriz yapar da kendinden bahsettirmez ve puan kaybedeceksek kötü hava-saha koşulları ve kötü oyunla ederiz diye umuyordum... Hakem İlker Meral olunca sezonun en kötü hakem performanslarından birine hazırlıklı olmak normal de, buna hazırlıklı olurken sinirlenmemeyi beklemek salaklık oldu.

7.01.2012

Samsun 2-0 GS & Samsun 0-4 GS

İlk yarısı, sezon boyu hatırlandığı zaman ders alınması gereken bir 45 dakika, ikinci yarısı ise yine sezon boyu hatırlanıp bir maçta asla umutsuzluğa kapılmamak için ders alınması gereken bir 45 dakika.

Böyle bir geri dönüşe sevindiğim kadar Sabri'yi sırtlanların arasına yollamadığımız için de seviniyorum. İlk yarıda sezonun açık ara en kötü Galatasaray'ının sahadaki en kötü iki isminden biri oldu Sabri. 1-0 giden maçta takım inadına kötü oynarken çok ciddi bir hatayla 2-0'a sebep olma takım daha da kötü oynasa bile Sabri'nin suçu olarak lanse edilecekti. Fatih Terim, Sabri'yi önce oyundan alarak, sonra da maç sonunda kendisini oynatması konusuna "Hata yaptım, tüm sorumluluk benim." diyerek ipten almış oldu. Sabri konusunun maçtan sonra sakız gibi uzatılmasına maçın hemen sonrasında nokta koydu, profesyonellikten öte bir şey bu. Hiç hazır olmayan Sabri'den galibiyet serisine devam eden takıma hemen uyum sağlamasını beklemek hata olurdu, o hatayı yaptığını ve üstlendiğini belirtti Terim kısaca.

Kazım'ın yerini Engin'le doldurma fikri teoride doğru gözüküyordu ancak pratikte olabilecek en kötü sonucu verdi. Sabri de çok kötü olunca sağ çizgi çöktü. Kanat performanslarının büyük önem teşkil ettiği 4-4-2'de bir kanadınız iki elemanıyla birden yokları oynuyorsa rakibe teslim olmanız kaçınılmazdır. Galatasaray ilk yarıda bu yüzden maçı verdi neredeyse. İkinci yarı önce Ujfa-Melo-Semih-Hakan dörtlüsü, sonra Engin'in yerine Servet'in girişiyle Melo'nun orta sahaya dönüşü. Bu arada Emre Çolak sağ kanada geçiyor, Selçuk'un arkasında defansif görev yapıyor, sonra Melo'nun yerine Sercan geliyor ve Emre ortaya geçiyor... Yani bir takımın sistemi maç içinde bundan daha fazla ne kadar değişebilirdi sende daha fazla alternatif zor sunulur. Golcüler, Semih ve Hakan hariç tüm oyuncular görev değişikliğine gitti takımda. Böyle bir ortamda takım oyunundan taviz vermemek takımın devre arası dayaktan beter bir konuşmaya maruz kaldığını net bir şekilde örnekliyor. Tabii buna bağlı olarak gelen konsantrasyon.
Galatasaray iki yarısının da büyük bir ders kitabı haline dönüşeceği bu maçta iki genç yıldızından -bırakın yıldız diyelim artık, aday demeyelim- da skor katkısı aldı ki benim gözümde her şeyden önemli olanı da bu. Semih, her ne kadar aslında rakip kendi kalesine atsa da, her şeyi başlatan golü attı. Üstüne takımı öne geçiren golde de Baros'a soluyla harika ortayı kesen geçen hafta İBB maçını alan Emre Çolak... Zapata'nın top tutmasını, Çağlar'ın muz orta açmasını, Mustafa Sarp'ın orta sahada pas yapmasını, Ayhan'ın maç boyu rakibe basmasını ve daha birçok imkansızı bekleyen Galatasaray taraftarı için rüyadan da öte bir şey bu. İlk 11'de 20'lik iki oyuncu maç alan hamleler yapıyor ve bu henüz takımın tam oturmamış hali. Hep tekrar etmekten sıkılmayacağım, kör istedi bir göz Allah verdi iki göz derler ya, o hesap benimki de. Bir tane genç oyuncuyu takıma kazandırıp ilk 11 oyuncusu yapsın yeter, o zaman destek olmaya başlarım demiştim Fatih Terim için. Semih'i kazandırdı ve ben tamam dedim ağzımın payını aldım, üzerine dört yıldır en fazla beklediğim oyuncuyu da müthiş bir hazırlıktan sonra bizlere sundu.

Bilindiği üzere -veya bilmiyorsanız da öğrendiniz- benim en büyük dertlerimden biri Riera bu takımda. Sevmedim ve sevemeyeceğim. Bugün oyuna girdiği saniyeden itibaren yerden yere vururken bir anda top takip edip asistiyle Selçuk'un füzesine zemin hazırladı. Golü attıran isimdi ancak geri dönüşe katkı sağladı diye tek pozisyon/maç uğruna bir oyuncuyu sevemem. Tek pozisyonla oyuncu sevecek olsam Denizlispor'a attığı golden ötürü Servet en sevdiğim oyuncu olurdu, Mustafa Sarp da Beşiktaş'a attığı gol sonrası orta sahanın maestrosu olurdu gözümde. Yani bu asist kendisini beğeneceğim veya bundan sonra eleştirmeyeceğim anlamına gelecekse işimiz iş...

Son olarak, Sercan'ın ilk golü. "Skora katkı yapmayan Selçuk" yalanının bir kez daha yıkılması falan... Çok daha uzatmak lazım ama çok uykusuzum ve pazar sabahı 07.30'da uyanmam lazım, kısa kesmeliyim.

6.01.2012

Gilardino Genoa'da...

Alberto Gilardino yıllar önce takıma geldiğinde öyle bir performans gösterdi ki Serie A'da son 40 yılın rekortmen gol kralı Luca Toni'yi bile formasından etmişti. Ancak geldiği durum o kadar vahimdi ki kendisinden para kazanabilmek bile mutluluk verici oldu desek yeridir. 2011/12 sezonu ilk yarısında sadece iki gol atabildi. Sakatlığının etkisi illaki var ancak böyle bir adamın 10 maçta sadece "iki" gol bulabilmesi sakatlık bahanesiyle geçiştirilemez. İyisiyle kötüsüyle Alberto Gilardino'ya veda etti Fiorentina, resmi siteden de son bir teşekkür videosu geldi kendisine.

Çalan şarkıyı merak edenleriniz olabilir: Steve Miller - Abracadabra.

Bu arada, yerine düşünülen ilk isim Maxi Lopez, ancak o transferde pek umut yoktu ilk haberlere göre ve bu yüzden de yeni aday Chamakh... İki ucu boklu değnek yani.

4.01.2012

Emre Çolak!: Galatasaray 4-1 İBB

Galatasaray'ın başarısız sol açık transferleri ile söze girmek lazım. 2005 yazında Heinz geldiğinde takımın büyük yıldızı olmasa da orada idare edecek kadar iş yapması bekleniyordu. Onu bile yapamayan çek oyuncuyu sezon sonu göndermiştik. Heinz takımdayken Arda da Manisa'da kiradaydı. Manisa'da o kadar güzel oynadı ki yeni sezonda Heinz hemen gönderildi ve Arda'ya şans tanındı. Boleslav maçı ile başladı ve iyisiyle kötüslye -ki bence ağırlıklı olarak kötüsüyle- takıma 30 milyon Türk Lirası civarı para kazandırıp gitti. Heinz'ın başarısızlığı Arda'ya yaradı yani.

Takvim ilerledi, Arda ayrılmıştı ve yerini doldurması amacıyla Riera kadroya dahil edildi. Arda'nın maç seçen o kötü halinden daha kötü bir oyuncuyu bulmuştuk. Rotasyon oyuncusu olmak bir yana, iyi bir yedek olacak durumda bile değildi. Sezonun ortasına doğru Fatih Terim bile kendisine olan desteği çekti. En beklenmeyecek anda, kimsenin tahmin edemeyeceği bir maçta Riera ilk 11'deki yerini Emre Çolak'a kaptırdı.
Fenerbahçe derbisinde, maça ilk 11'de altyapıdan isimlerle son başladığımızda pek parlak şeyler yaşamadık. Ferhat Öztorun'un takımdaki geleceği bir anda karardı, Uğur Uçar ise kendisine olan güvenin yeniden kazanılması için uzun süre beklemek zorunda kaldı. Tam onu kazanırken Konya'da TFF kurbanı oldu ya neyse... Heinz transferinden altı yıl sonra, Galatasaray yeniden başarısız bir sol açık transferi yaparak altyapıdan dev bir yıldız adayı kazandı: Emre Çolak. Riera'dan aylardır beklenen performansın çok daha fazlasını derbide Fenerbahçe'ye karşı ortaya koydu. Formayı da kaptı ve bir daha bırakmadı.

Fenerbahçe derbisinden iki veya üç maç önce Emre Çolak ile ilgili konuşurken aynı masadaki arkadaşlara "Fatih Terim kendisini ikinci yarıya saklıyor, Semih'e bu derece güvenen ve inanan adam Emre'yi umursamıyor olamaz." demiştim. Tahminimde iyi anlamda yanıldım çünkü Emre ikinci yarıya kalmadan kendini gösterme şansı buldu.

Galatasaray'da A takım kariyeri parlak başlamıştı, Denizli Belediyespor'a karşı iki gol buldu ancak o dönem fizik olarak fazlasıyla zayıf olan çocuk şimdi bunu da yavaş yavaş aşmakta. Kendini zorlayarak açtığı ortalar ön direği zor bulurken artık Hagi gibi uzak mesafeden özlediğimiz golleri atabilir hale geldi. İlk etapta ayaklarının güçlendiği Fenerbahçe maçında soldan girdiği ve son anda Volkan'ın kornere çeldiği sert şutla belli olmuştu. Ayaklardaki güçsüzlüğü halletmiş, sırada vücudun üst kısmında iki mücadelelerde birazcık çarpışabilir hale gelmesini sağlayacak çalışmalarda. Kendisi bu konuda inançlı, fiziğiyle ilgili çalışmalarının meyvesini aldığını ve daha fazla çalışacağını kendi ağzıyla söyledi bu maçtan sonra.
Yıllar sonra yeniden tamamen bir genç oyuncunun sürükleyip bizi üç puana taşıdığı bir maç izledik. Golleri için ne kadar alkışladıysak maç içerisindeki doğru koşuları, pasları ve defansif gayretleri için iki katı alkışlamalıyız. Bu çocuk gözlerimizin önünde bir yıldıza çevrilecek ve umarım kariyerine attığı ilk adımlarının fazlasıyla benzeştiği eski kaptanı gibi benzer bir yolda ilerlemez. Daha büyüğü, daha yeteneklisi ve daha efsanesi olması için hiçbir engel yok önünde. Kendisi de Florya'da ne kadar çalışırsa TT Arena'da o kadar büyüyeceğinin farkında.

İyice coşmak istiyorum, Emre'nin attığı ilk gol bana Kewell'ın Bordeaux maçındaki golünü anımsattı. Orada benzer açıda ve mesafede Kewell vurduğu anda kaleye gitmesini beklemeden gol olacağını nasıl hissetiysek bu maçta da aynısı oldu. O top Emre'nin ayağından çıktı ve gol olmaktan başka bir şansı yokmuş gibi gitti. İkinci golde de Robben misali sağdan ceza sahasına paralel top sürmeye başladığı anda kaleye vuracağından emindim. O da gol oldu ve daha büyük bir güven kazanıldı kendisine.

Kendisini ispatlama yolundaki bir genç adamın böyle goller atıp takımını bir maçta iki kere öne geçirmesi asla unutulmayacak bir performans olmalı. Derbiden bu yana tek eksiği gol bulmaktı, iki tane bulup iki kere rahatladı. Bu goller tribünü kendisine, kendisini de kariyerindeki geleceğine daha inançlı hale getirdi.

Bir maç yazısı hedefiyle açtım boş sayfayı ama Emre Çolak tek başına doldurttu bugün. Daha çok fazlasını yazmak isterdim de, bugünlük bu kadar olsun, devamını defalarca yazacağıma daha fazla eminim bu maçtan sonra.

Aklıma gelmişken; kaptanlığı Semih de almasın Emre de almasın bu takımda. En azından beş sene boyunca bu olmasın. Bu iki genç adamı kaptanlık gibi ağır yüklerin altına sokmaya gerek yok, kaptan Selçuk olur, Baros olur, kalırsa Melo olur. Forma numarası korkusu da salmamak lazım tabii... Semih'e 3, Emre'ye 10 yazan formalar giydirmenin alemi yok. Sezon başı sorulsun, ne isterlerse onu giysinler, 52 veya 26 onlarla özdeşleşsin. Arda konusunda yaşanan olumsuzlukların hepsi yöneticilerimize güzel bir örnek olsun bu genç adamlar için.

  ©Artemio Franchi. Template by Dicas Blogger.

TOPO