İlk yarıyı seyredip bir şeyler almak için kendimi dışarı attığımda birisi maçın ikinci yarısının bu denli heyecanlı geçeceğini söylese hiçbir yere kıpırdamazdım. Ama büyük usta Ömer Üründül'ün de dediği gibi, futbol böyle ilginç bir oyun işte... Bir buçuk maç boyunca turnuvanın en istikrarlı ve sağlam alan savunmasını yapan İngiltere, oynayan bütün takımlar içinde gol atmakla alakası olmayan iki takımdan biri olan İsveç'ten beş dakika içinde iki gol yedi. Arkasından da turnuvanın diğer gol ve hücumla alakasız takımı İngiltere, bu maça kadar ayağına beş kere top değmemiş Wellbeck ve bir dakika süre almamış Walcott'tan on dakikada içinde iki gol bulup maçı aldı. İngiltere için müthiş bir zafer olduğu tartışılmaz ama galibiyetin geliş şekli doğru biçimde değerlendirilmezse İngilizler ve destekçileri beklemedikleri bir sonuçla karşı karşıya kalabilir.
Maçı ilk yarı ve ikinci yarı biçiminde tam olarak devre arasından ayırarak değerlendirmek doğru olacaktır. Oyunun içinde pek çok kader belirleyen an olsa da gecenin gidişatının değiştiği yer İsveç soyunma odasıydı. İlk yarı boyunca İngiltere, Fransa maçında da hepimizin içini şişiren alan savunmasını İsveç'e de uyguladı. İsveç'in hiçbir meziyet gösteremeyen orta sahası ve oyun kurmayla görevlendirilip uzaktan şut atmaktan başka bir iş görmeyen Ibra'sı ile hücumda organize olmaktan bihaber olan İngiltere sayesinde maç Fransa - İngiltere maçının ardından turnuvanın en sıkıcı ikinci maçı olmaya adaydı. Ama İsveç, buz kalıbı gibi oynadığı bir buçuk maçın ardından soyunma odasından ateş gibi çıkınca maç da alev aldı. Yarı başlangıcında gelen baskının ardından gelen bir karambol ve ardından İngiliz kulelerinin kaçırdığı bir kafa topuyla bütün hesaplar karıştı, soyunma odasından çıkan yangın İngiltere'nin eteklerini tutuşturdu. Telaşla saldıran İngilizler kötü bir sezon geçiren Walcott'un hak ettiği, şuursuz İngiltere'nin hak etmediği bir şans golüyle maça döndü. Hemen ardından ceza sahasına girilince gol atma ihtimalinin arttığının farkında olan sahadaki tek İngiliz olan Theo'nun tehlike bölgesine yaptığı penetre ve Wellbeck'in şans mı keramet mi bilinmez gol vuruşuyla skor belirlendi. Ama bu skor İngiltere'yle alakalı cümlelerdeki şüpheci üslubu kıramadı.
Turnuva başladığından beri İngiltere'yle ilgili görüşlerim değişmedi. İngiltere Milli Takımı'nın sorunu ne oyuncularıyla ilgili ne hocasıyla ne de tercih ettikleri taktikle. İngilizler'in oyunu bugünün futbol gerçeklerinin kaldıramayacağı derecede statik ve monoton. Oyunu açmayı, yönünü değiştirmeyi, hızlandırmayı, yavaşlatmayı, kısaca yönetmeyi bilmiyorlar. Bütün ataklar başladıkları hızla sürüyor, set oyununda alan paylaşımı ya da alan değiştirme söz konusu değil, hızlı ataklarda koşular, tercihler korkakça. Beşiktaş'ın efsane altyapı eğitmeni, Özkaynak sisteminin kurucusu Serpil Hoca'nın yazılarında uzun uzun anlattığı oyuna ve duruma göre konumlanma ve karar alma yetisi pek çok oyuncuda yok, olanlar da kalabalığın içinde etkisizleşiyor. İngiliz oyuncularının ve daha önemlisi hücumcularının pek çoğu oyun temposu içerisinde "akarak" düşünmekten çok belirli alışkanlıklara uyarak oynamaya alışkın. Örneğin, Glen Johnson Liverpool'da sürekli ileri çıkarak oynuyor, çizgiye doğru hızlı koşular, durum uygunsa orta değilse pas arıyor. Ashley Young içeriye doğru topla girip şut atmaya alışkın. Hepsi de bu biçimde çok etkin oyuncular. Ancak sıkıntı şu ki futbol her yerde Premier Lig'deki gibi temel öğenin tempo olduğu bir oyun değil.
Özellikle büyük şampiyonalarda takımlar garantici bir bakışla öncelikle yarı sahasını on kişiyle kapatmaya bakıyor, aynı İngiltere gibi. Bu tercih tempoyu düşürüyor, oyunu yavaşlatıp akıcı bir düzen için oyuncu kararlarının isabetli olmasının gerektiği bir durum ortaya çıkarıyor. Bu durumun birincil anti-tezini oynayan takımsa İspanya. Kapanan yarı sahada savunmacılar arasında hem topu hem kendilerini dolaştırıp alan savunması denen şeyi paramparça etmek onlar için sıkıntı değil. İngiltere'nin çözümü ise ancak geçici olabilir. Çünkü değiştirmeleri gereken oyuncular değil. Değiştirmeleri gereken önceliği karşı kaleye doğru düz bir çizgi çekip oyuncuların oraya ve sadece oraya doğru koşmasına sebep olan fubol kültürleri. Nasıl ki Alman futbolu karakterini çeşitlendirmek için bir çaba içinde ya da İspanya, Barcelona üzerinden belirgin ve kazanan bir futbol kimliği oluşturmuş durumda, İngiltere'nin de böyle bir değişime ihtiyacı var. Bu da yeni bir zihniyetle yeni oyuncular yetiştirilmesi demek. Yani günü bırak kurtarmayı, eldeki durumu biraz olsun değiştirmesi bile mümkün değil.
Euro 2012'nin reçetesi ise iki isim: Walcott ve Rooney. Walcott'un hızlanma özelliği, cesareti ve deliciliği İngilizler'in oyunundaki o saf monotonluğu bugün on dakikada değiştiriverdi. James Milner tercihi tam manasıyla korkak ve kitaba uygun bir seçim: doğru ama oyunun gidişatına hiçbir katkısı yok. Hodgson kazanan bir takım istiyorsa taşları yerinden oynatması ve elindeki silahların sivri yanlarını kapatan korumayı azaltması gerek. Elinde öyle bir takım var ki risk almadan etkili olması belirli bir organizasyon ve alışkanlık gerektiriyor. Ve bu ikisi de olmadığından iş oyuncuların futbol zekasına kalıyor, ki onun da pek çoğunda az olduğu ortada. Walcott ruh ve karakter getirse de o da bir alışkanlık oyuncusu olduğundan tıkanan durumlara çözüm üretemiyor. İkinci isim Rooney ise sahaya değişik bir futbol kimliği koyacağı, az önce bahsettiğimiz zekayı getireceği için önemli. İngiltere'de birilerinin oyunu yönlendirmesi, oyunun akışıyla ilgili kararlar verebilmesi, eldeki kişisel alışkanlıklar ve harfi harfine uyulan teknik direktör direktifleri dışında bir şeyler koyması gerekiyor. Eğer bu gerçekleşmezse İsveç maçıyla turnuvaya dönen İngiltere'nin pek uzun kalamayacağı ortada.
16.06.2012
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder