Akşam oynanan Udinese-Lazio(1-0) maçını izlerken bir şeyler yazmak istedim sezonun geneli ve son kısımdaki beklentilerim hakkında. Juventus'un Conte ile şaha kalkmasıyla iki sezondur "şampiyon belli ikinci kim" şeklinde gidiyor lig ama bunun seyir zevkine olumsuz bir etki yaptığı söylenemez çünkü Juventus'un hala karşı koyamadığı sistemler ve oyun anlayışları var.
Neyse benim ilk konuşmak istediğim şey Lazio. Pescara 21 puanla ligde son sırada ama Avrupa kupaları mücadelesi içerisindeki Lazio'dan katbekat iyi durumdalar oyun olarak. Yazının fotoğrafı bu sezon Serie A'nın en klasik karelerinden biri oldu, sahada herhangi bir şey ortaya koyamayan Lazio ve ne yaparsa yapsın bunu değiştiremeyen Petkovic. Takımın nadiren doğruyu yaptığı anlar ve kaleci Marchetti'nin sezon genelinde kendi seviyesinden daha üstteki performansı sayesinde bu noktadalar. UEFA'da çeyrek finale gelebilmiş olmaları zaten başlı başına ufak çaplı bir futbol mucizesiydi. Fenerbahçe ile eşleştiklerinde Fenerbahçe'nin daha eşleşme belli olduğu dakikada turu geçtiğini söylediğimde Twitter üzerinde deli muamelesi gördüm. Çeyrek finalin iki ayağında da Lazio'nun beş para etmez bir top oynadığını, Serie A'nın bu sezon en zevksiz maçlarının çoğunda Lazio imzası olduğunu söylediğimde bu fikirlerim "Fenerbahçe rahat geçti ya ondan böyle konuşuyorsun..." diye yorumlandı ne yazık ki. Lazio bu sezon düşse çoğu kişi sürpriz sayabilirdi ama bence düşme potasında olmamaları bu sezon oynadıkları oyunu düşününce daha büyük bir sürpriz.
Maçın ikinci yarısının başında şöyle bir tweet attım: "udinese pek dişe dokunur bir şey oynamadan 1-0 önde lazio'ya karşı. biraz ciddiye alsalar en az 4-0 şu maç."
Gerçekten de Lazio sahada neredeyse yoktu ve Klose'nin uzun sakatlığından dönmüş olması Fenerbahçe maçını nasıl etkilemediyse ligdeki durumlarını da etkilemedi. Klose denk gelirse atıyor bir şekilde, takımın çok daha üstünde bir yıldıza sahip olmanın getirisi bunlar işte. Klose ciddi sakatlığı sezon başı yaşamış olsa Lazio şu an üçüncü teknik adamını değiştiriyor olacaktı. Klose şubat ayına dek yapacağını yaptı ve o ana kadar olanlar Lazio'nun sezonu kurtarması için yetti de arttı bile. Yoksa kendisinden 6-7 sıra alttaki takımla neredeyse aynı gol istatistiğine sahip bir takımın o kadar üstlerde kalması başka türlü açıklanamaz.
Udinese ise Avrupa Ligi şansı kovalıyor, Di Natale'nin 30 yaşından sonra kariyer sezonlarını yaşıyor oluşunun ekmeğini yediler ve ligde Şampiyonlar Ligi mücadelesi içerisine girdiler iki sezon boyunca. O iki sezon sayesinde bu sezon da transferde az çok yüzleri güldü ve üst sıralara yakın kalabildiler ancak yakın tarihte yeniden 8-12 arası dalgalanan ortalama bir takım olacaklarını düşünüyorum ki zaten yavaş yavaş o seviyeye inmekteler. Bu yüzden de Avrupa'ya gitmemeliler bu sezon. Roma veya Lazio'dan biri kupa sayesinde kesin olarak Avrupa'da olacak, diğeri de muhtemelen ligden gider Udinese'ye geçilmeyerek. Gönül ister ki Lazio da gidemesin ve kalan bir Şampiyonlar Ligi ve üç tane de Avrupa Ligi hakkı Milan, Inter, Fiorentina, Roma dörtlüsü arasında paylaşılsın.
Aslına bakarsanız Roma da bu sezon özellikle Zeman döneminde oynanan oyunla hiç hak etmedi Avrupa'da olmayı. Yani Roma Avrupa'ya gitsin istiyorsam bu Roma için değil Totti için. Roma orayı hak etmiyor ama Roma'yı kötü oyununa rağmen üst sıralardan ayırmayan kaptan Totti'nin önümüzdeki sezon belki de kariyerinde son kez bir Avrupa macerası yaşaması lazım yeniden. Bu sezon gösterdiği efsanevi performansı Avrupa Ligi'nde kupa yürüyüşünü hak ediyor.
Ligde ufak çaplı kıyamet koparacak şeylerden biri de Fiorentina-Milan arasındaki Şampiyonlar Ligi mücadelesi. Ligin ilk yarısında neredeyse kaybolup giden Milan ikinci yarıda inanılmaz işlere imza attı. Ocak ayından beri ciddi anlamda iki kere zorlandılar, önce Nou Camp, sonra Artemio Franchi'de kazanamadılar ki Fiorentina maçında beş dakika içerisinde 2-0'ı koruyamayıp 2-2'ye mecbur kaldılar, üstüne bir de mağlubiyetin kıyısından döndüler. Yani Fiorentina Şampiyonlar Ligi'ne gidemese çok üzülürüm ama Milan 2013'e bir başka girdi ve üçüncü sırayı korursa en azından orayı hak ederek yapacak bunu.
Tüm bu kargaşanın arasında Napoli önceki sezonlardaki mükemmel oyununun yarısını bile oynamıyor olsa da Cavani gibi bir canavara sahip olduğu için Fiorentina ve Milan'ı geçebildi. Ligin gol kralını elinde bulunduruyorsan ne kadar ortalama oynarsan oyna ikinci sırada olman yadırganmıyor. Bu sezon ilk üç sıra Juve-Fiorentina-Milan üçlüsüne gitmeliydi ancak Cavani muhtemelen Napoli'deki son sezonunu takımına Şampiyonlar Ligi biletini yeniden vererek tamamlayacak, saygı duymaktan başka bir şey gelmiyor elden.
21.04.2013
20.04.2013
2000!
yazan:
firat selcuk
Blogda bundan önce 1999 post atmışım, bununla birlikte 2000 oldu. Başka bir yazı yazacakken önce bu gereksiz postu aradan çıkarayım istedim. Maksat süs olsun. Adam gibi yazmaya devam etseydim 2000. postu muhtemelen 1.5-2 sene önce atmış olacaktım. Kısmet.
17.04.2013
Not Defteri #54
yazan:
firat selcuk
- Bak sinirle giriyorum yazıya, ben soğuk seven adam değilim. Bu konuda anlaşalım. Takvim 17 Nisan yazarken dışarıya "şöyle bir bakmak" bile donmaya sebebiyet veriyorsa sinirlenirim, isyan da ederim.
- Hafta sonu şortları mı çıkarsak artık derken bu olanlar etik değil. Üstelik, bak sinir geliyor, sonra Fırat neden agresif, e yani, neyse, üç hafta sonra halı saha yapıyorum tekrar ve İzmir gece 2-3 derece gözüküyor. Eh be. Eh.
- Pazartesi +20 oluyormuş yeniden. Pazartesiye kadar en az üç gece yorganın altında donarak öleceğimi düşünerek uyurum. Evin sıcak olması çözüm değil, isterse 50 olsun, dışarının bir elin parmaklarından az sayıda bir sıcaklık derecesine sahip olması yeterli benim üşümem için.
- Bunun yanında okulla işimin olmaması ama vizelerin bitişini dört gözle bekliyor olma durumum var. O yüzden hem soğuklar hem de o sınav dönemi aynı anda biteceği için hafta içi çabuk erisin bitsin.
- Ek ve hafif gereksiz bilgi: Hala Football Manager 2013 oynamıyorum. İki aydan fazla oldu sanırım, gündüz açsam mı dedim önce Steam'i açtım, oyunu açamadan Steam'i kapattım oyundan nefret ederek.
- Kendisini oynamadan geçirdiğim zaman diliminde yararlı bir şey yapmamış olsam da gereksiz sinir-stres olmuyor, daha ne olsun.
- Bu arada günden güne İskender Çınar'ı daha iyi anlıyorum, mutfakta bir şeyler yapmayı zaten seven biri olarak iyice kaptırdım kendimi. Kısır, un kurabiyesi, anne pizzası, çorbalar, kekler derken yapmadığım şey kalmadı yakın zamanda. Zaten yapardım ben hepsini eskiden beri ama bu kadar sık yaptığım dönem olmamıştı.
- Mutfak demişken, az önce de sucuk yemişken, medyum da Memiş iken, dur ya neler oldu.
- Toparlıyorum, sucuk ve mutfak dedim aklıma geldi işte, deve sucuğu yedim ben. Değişik olur sandım ama normal sucuktan farkı yok gibi.
- Buraya kadar gelip fotoğraftaki adamdan bahsetmedim. Biraz daha bahsetmeyeyim, blogun sadık okuyucuları burayı sona kadar okuyorlar zaten, en son bahsedeceğim, tamamen gıcıklık ediyorum şu an, başka bir şey değil.
- Ben bu arada çok ve dengesiz beslenmeye devam etmeme rağmen az daha kilo verip 71 oldum ama sanırım dengeli ve adam gibi beslenmediğim için giden kilo göbeğe yansımadı, hafif göbeğimsi şey hala benimle birlikte.
- Şu vizeleri bitsin artık Ege'nin. Ha bitmesi çare değil, bir kişiyi görmem ve güzel şeyler olması lazım sonrasında. Bu satırı okuyan bana şans ve mutluluk dilesin, dilemeyenin evine at pislesin, odasına eşek arıları yuva yapsın.
- Çok seviyorum ama ne yapayım.
- Şimdi gelelim fotoğraftaki adama. Hala tanımayan bilmeyen zaten benim gözümde hayata 2-0 yenik başlamıştır. Sizin gözünüzde X müzisyeni bilmediğim için de ben 5-0 geride olabilirim hayatta, o sizin bileceğiniz iş, şu an düşünüp yazan ben olduğuma göre 2-0 geridesiniz.
- Fotoğraftaki kişi bence müzik tarihinde müziğin başına gelen en güzel insan: Parov Stelar, gerçek adıyla Marcus Füreder. Ancak gerçek adıyla pek işine rastlayamazsınız, siz Parov Stelar olarak tanıdınız ve bildiniz, öyle devam edin.
- Tam ben bu satırı yazarken Charlestone Butterfly çalıyordı kendisinden, şarkı değişti Homesick çaldı. Kendisinin en klas işlerindendir bu ikisi diyeceğim ama bence tüm şarkıları dünyanın en güzel şarkıları. Yani saymaya başlasam susmam, Dandy derim, You And Me derim, sonra The Mojo Radio Gang var, gang demişken -korkmayın bang demeyeceğim- Jimmy's Gang var. Coco güzel, Shine da çok güzel, A Night In Torino harika, Distance ayrı efsane. Bitmez bu saymalar, hepsini dinleyin.
- Geçtiğimiz hafta yeni albümü de çıktı ama bu sefer Parov Stelar değil de Parov Stelar Trio olarak çıkardı albümü. Trio'yu eklediği isimle ilk albümünün adı ise The Insivible Girl.
- Parov Stelar, dinleyin, dinletin, yaptığı her işe sahip olun. Dünyanın kalanında müziğin tüm türleri kalkacak ve sadece Parov Stelar'ın istediği ve yaptığı müzik kalacak desinler hiç itiraz etmem.
- Ayrıca, çoğunuz hiç dinlemediğinizi sansanız da Parov Stelar'ın müziklerinden birini fazlasıyla iyi biliyorsunuz. NTV Spor'un Spor Gecesi programının birkaç ay öncesine kadar uzun süre kullandığı bir jenerik müziği vardı, işte o da bir Parov Stelar eseri, hemen YouTube'a girip "Parov Stelar - Fleur De Lille" yazarak ulaşabilirsiniz o şarkıya. Dinler dinlemez anlayacaksınız neden bahsettiğimi.
- Böyle işte, en uzun not defterlerinden biri oldu sanırım bu. Daha çok da yazabilirim. Umarım bir sonrakini çok mutlu yazarım, bunu dileyin, ilk defa böyle bir şeyi gerçekten içten ve samimi bir şekilde istiyorum insanlardan. Mutlu olmamı ve önümüzdeki birkaç gün işlerin çok yolunda gitmesini dileyin, sinerji mi dersiniz, totem mi dersiniz bilemem o size kalmış ama faydası olursa herkese benden çay!
- Neden bir anda Parov Stelar patlaması yaşadın derseniz de açıklayıp bitireyim. Özel bir sebebi yok, 4-5 sene kadar önce Demir(demiycem) sayesinde öğrendim, o günden beri en çok dinlediğim kişi olabilir, bu aralar da IAMX ve Parov Stelar dışında bir şey dinlemiyorum zaten. Belki biraz indie, arada süs olsun diye o da.
5.04.2013
Hakem-Mourinho-Drogba
yazan:
firat selcuk
Böyle bir başlık atınca hemen Real Madrid-Galatasaray maçı gelecek akla ama tarihte aynı üçgeni konu alan başka bir hakem olayı daha var Şampiyonlar Ligi'nde. O olaya konu olan maç da 23 Şubat 2005 günü oynanan Barcelona-Chelsea maçı.
Bu maçta Drogba'nın Valdes'e müdahalesi sonrası kariyerinin son Şampiyonlar Ligi maçına çıktığından habersiz olan Anders Frisk Drogba'ya ikinci sarıyı ve kırmızıyı gösteriyordu. Sonrası ise Mourinho'nun ağzına geleni söylemesi, Drogba'nın isyanı -ki kendisi daha sonra Ovrebo'ya da daha büyük isyan edecekti- ve en sonunda İngiliz taraftarlardan yağan ölüm tehditleri. Zaten o tehditler sonrası hakemliği bıraktığını açıkladı İsveçli hakem, İngiliz taraftarların da gazını almaya yetti bu olay.
O gün hakem yüzünden kendinden geçen ve adeta çıldıran Mourinho ve Drogba ikilisinin gündeminde iki gün önce, 3 Nisan gecesi yine bir hakem olayı gündemdeydi ama bu kez ikisi ayrı tarafta olsalar da mağdur olan yine Drogba'nın takımıydı. O dönem hakem diye kendini parçalayan Mourinho ise Galatasaray maçı sonrası çoğu teknik adamın verdiği klasik cevabı veriyordu: "Pozisyonları görmedim."
Bir tarafta Frisk'i hakemlikten eden Mourinho, diğer tarafta ise muhtemelen adını bile unuttuğum o Norveçli hakem hakkında en ufak kelime etmeyen Mourinho. En azından Fatih Terim'le olan dostluğu(bu da yeni çıktı ya neyse) yüzünden bir iki kelime eder ve hakemi eleştirir mi dedim ama yapmadı. Gerçi bugüne dek "hakem rakip için hatalı kararlar verdi" diyen bir teknik adam var mı bilmiyorum ama geçmişte hakemden çok dertli olup, bir adamın hakemliğini sonlandırmaya sebep olacak kadar ileri giden bir teknik adamdan bir şeyler demesini bekliyor işte insan.
Bu maçta Drogba'nın Valdes'e müdahalesi sonrası kariyerinin son Şampiyonlar Ligi maçına çıktığından habersiz olan Anders Frisk Drogba'ya ikinci sarıyı ve kırmızıyı gösteriyordu. Sonrası ise Mourinho'nun ağzına geleni söylemesi, Drogba'nın isyanı -ki kendisi daha sonra Ovrebo'ya da daha büyük isyan edecekti- ve en sonunda İngiliz taraftarlardan yağan ölüm tehditleri. Zaten o tehditler sonrası hakemliği bıraktığını açıkladı İsveçli hakem, İngiliz taraftarların da gazını almaya yetti bu olay.
O gün hakem yüzünden kendinden geçen ve adeta çıldıran Mourinho ve Drogba ikilisinin gündeminde iki gün önce, 3 Nisan gecesi yine bir hakem olayı gündemdeydi ama bu kez ikisi ayrı tarafta olsalar da mağdur olan yine Drogba'nın takımıydı. O dönem hakem diye kendini parçalayan Mourinho ise Galatasaray maçı sonrası çoğu teknik adamın verdiği klasik cevabı veriyordu: "Pozisyonları görmedim."
Bir tarafta Frisk'i hakemlikten eden Mourinho, diğer tarafta ise muhtemelen adını bile unuttuğum o Norveçli hakem hakkında en ufak kelime etmeyen Mourinho. En azından Fatih Terim'le olan dostluğu(bu da yeni çıktı ya neyse) yüzünden bir iki kelime eder ve hakemi eleştirir mi dedim ama yapmadı. Gerçi bugüne dek "hakem rakip için hatalı kararlar verdi" diyen bir teknik adam var mı bilmiyorum ama geçmişte hakemden çok dertli olup, bir adamın hakemliğini sonlandırmaya sebep olacak kadar ileri giden bir teknik adamdan bir şeyler demesini bekliyor işte insan.
4.04.2013
Real Madrid 3-0 Galatasaray
yazan:
firat selcuk
Bu vakitte maçtan yeni bahsediyor olma sebebim tamamen tembellik, en başta onu diyeyim. Hakemin vermediği iki yüzde yüz penaltı kararına ve üçüncü gol öncesi verilen tamamen hatalı faule sayfalar veya uzun satırlar ayırmayacağım, o yüzden ilk olarak bahsedip, bu hataları yazının başına not düşüp geçmek en güzeli. Tek diyeceğim, UEFA'ya Norveçli hakem girmemesi gerektiği. Zira Fiorentina-Bayern eşleşmesinde bir buçuk metre ofsaytı görmeyen Ovrebo da Norveçli, dün belki de en kötü 2-1 ile ayrılacakken bizi hem kesin olarak turdan hem de Burak'tan eden hakem de Norveçli. Bir daha bir Norveçli maç yönetiyorsa iki kere düşünürüm. Hakemi noktalayalım, Mourinho-Drogba-hakem konu başlıklı bir yazıyı da sonraya bırakıyorum.
Dün için öncelikle şuna gelmek lazım, devre arasında Bernabeu'nun soyunma odalarına bir Şampiyonlar Ligi çeyrek finalinde Real Madrid'in üç katı pozisyon bulan bir takım olarak gidiyorsan skor tabelası da 2-0'ı gösteriyorsa önde olman lazım. Sen Real Madrid'in üç katı pozisyonla devre arasına girip 2-0 geride gidiyorsan şanssız değilsin, hakem de suçlu değil, beceriksiz ve heyecanlısın hepsi o. Mesela, "Olmadı mı olmuyor..." dersin, o gün talihsizsindir ama zaten tek kale oynuyorsundur ve rakibin de TT Arena'da Gençlerbirliği'dir; işte şanssızlık tam olarak budur. Bernabeu'da Real Madrid'i tek devrede bitirecek kadar pozisyon bulabildiysen fazlasıyla şanslısındır, tek kalan senin becerin, heyecanın, kendini kontrol etmendir. Biz şansı fazlasıyla bulduk, değerlendiremedik, Real Madrid de iki kere ciddi anlamda yüklenip ikisinde de golünü atınca bizim fazlasıyla pozisyon buluyor olmamıza aldırış etmedi mantıken.
Tabii yenen iki golde Eboue'nin hataları, hatta maçın genelinde Eboue'nin başlı başına kilit rol oynaması ise ayrı bir etken. Üstüne bir de koca devrede tek şut dışında görünmeyen Sneijder... Ben bu seviyede bu adamların maça odaklanmamış olmalarına ihtimal veremiyorum, bundan ziyade ekstra motivasyonun yan etkisi olduğunu düşünüyorum bu hataların ve berbat performansların. Rahatlığı ve motivasyonu belirli bir dengede tutup idare etmek lazım ama biz ağırlığı tamamen motivasyona verince böyle kötü performanslar alıyoruz. Eboue'nin her darbede kurşun yemiş gibi canının yanmasıyla Mesut'un oyundan çıkarken hızlı olmasını söyleyen hakeme "Zaten üç attık, yavaş çıksam ne olur?" minvalindeki hareketini yan yana koyunca psikolojik olarak iki takımın ne kadar farklı boyutta olduğunu görmek zor değil.
İlk golde Eboue'nin kademe yapayım derken Ronaldo'yu tamamen unutması, üstüne bir de ikinci golde çok kolay alabileceği topu almayıp aniden eğilmesi ve rakibe gizli bir asist yapması maçı elimizden hakemden çok daha önce alıp götürdü. Bu iki ciddi hata yetmiyormuş gibi Eboue'nin karşı karşıya kaldığı pozisyonda Fenerbahçe maçındaki gibi uzak köşeye topu yuvarlamak yerine kafayı kaldırıp kaleciye hiç bakmadan tüm gücüyle rastgele vurması da yine kendisinin maça kafa olarak ne denli uygun olduğunun -daha doğrusu olmadığının- göstergesiydi. Maçın içinde kalan ve tedirgin olmayan bir Eboue için o pozisyonu golle sonuçlandırmak savunmada yanındaki arkadaşına pas atmak kadar kolay olmalıydı normal şartlarda.
Fark yesek ve öyle dönsek, varlık gösteremesek, berbat oynasak çok da üzülmezdik. Real Madrid'e karşı oynuyorduk ve zaten belki de bu kadarını ancak yapabilirdik derdik ama maçı ve turu avucumuzun içine alabilecek kadar ciddi fırsatlar bulup bunları harcayarak ilk yarıyı 2-0 geride kapatınca insan gereğinden çok daha fazla üzülüyor. Keşke rezil olup 4-0 5-0 yenilseydik ve hiç üzülmeyip gücümüz yetmedi deseydik. Yani bir Gijon, Xerez, Osasuna gibi yenilmek var bir de güzel oynayıp heyecanlanıp umutlanarak yenilmek var. İkincisi imaj açısından daha iyi elbet ama ilk seçenek hiç üzücü olmazdı bunun yanında. Haliyle devreyi böyle yaşayınca insanın ikinci yarıya umudu bitme noktasına geliyor. Çünkü iyi oynasak aynı pozisyonları bulsak bile atacağımızın garantisi yok, devre 1-0 veya golsüz bitse neyse de, ikinci golün gelmesi o hevesi de alıp götürüyor işte. Bir de o hücumları neredeyse sıfır oynayan Sneijder'le yaptık, o da birazcık iyi oynasaydı belki bambaşka şeyler dönerdi o ilk yarıda. Yani geri dönüp maçın özellikle ilk yarısında hatırlanan her karede "keşke" diyorsak en azından maça ortak olabilecek oyunu oynayıp da kaybettiğimizi görüyoruz, bir kere daha üzülüyoruz bu yüzden de.
Devrede Sneijder-Gökhan değişikliğinde hem doğrular hem yanlışlar vardı ve bahsi geçen doğruların içinde en önde geleni Sneijder'in çıkmasıydı. O ilk yarıdan sonra Sneijder ve Eboue'nin o sahada olmaya hakları yoktu bence ama Terim 3-5-2 deneyeceği için Eboue'yi oyunda tutup sadece Sneijder'i alabildi. Sneijder de yine ekstra motivasyonun kurbanı olmuştur umarım, diğer türlü "zaten eleniriz" kafasında olup bir şeyleri umursamamazlık etmemiştir diye ümit ediyorum, etmek istiyorum.
Terim'in denediği 3-5-2'ye gelince, bu taktik 96-2000 döneminin efsane olmasının temel sebeplerinden biri. Avrupa'yı o şekilde titrettik ve Terim'in üçüncü döneminde henüz bu taktiğe denk gelmedik. Herkes ilk kez böylesine ciddi bir maçta gerçek bir 3-5-2 ile karşılaştı ve izleyenlerin büyük çoğunluğu bunu hata olarak gördüler. Tek dayanakları ise daha önce denemeyip neden burada denediğimiz. Bu taktiğin Fatih Terim'in antrenmanlarda sık denediği bir taktik olmadığını düşünen varsa acilen futbolla ilgili bildiklerini unutsun. Takım 3-5-2'ye geçtiği "saniyeden" itibaren dizilişi ve taktiği yadırgamadan uyguladıysa bunun daha önceden B planı olarak zaten hazırda olduğu kesindi. Eleştirenlerin neden eleştirdiğini anlamak güç, son anlarda belki bir 3-4-3 denemesi geliyor dedik ama o da hemen 4-4-2'ye dönüştürüldü Semih sol beke alınarak. Zaten 3-5-2 oynarken de Semih üçlünün solunda sık sık sol çizgiden çıktı, bir işe yaramamış olsa da taktiktir, rakip ligden birileri olsa belki de Semih'in soldaki efsane performansından bahsediyor olurduk. Real'e karşı maçı döndürmedi veya işe yaramadı diye bu tip ufak denemelerden vazgeçmemek lazım. Ancak şu 3-5-2'de ısrar etmemiz yararımıza olur, takım çok uygun buna. Gökhan-Semih-Dany üçlüsü buna uygun ancak yedeksiz olmaları kötü, birinin maç içerisinde sakatlanması demek mecburen 4-4-2'ye dönmek demek. Gerçi bu iki taktiği başarıyla uygulayıp maç içerisinde geçiş yapmakta sıkıntı yaşamayan bir takım olursak efsanevi bir hale geliriz, zorlamak lazım derim.
Bir ara not vermek istiyorum: Serie A'da 14 takımın birinci dizilişi 3-5-2 bu sezon. Serie A'da iki senedir pozitif yönde ivmelenen ve seyir zevkini doruklara çıkaran harika bir futbol oynanırsa geçen sezondan beri süregelen 3-5-2 devriminin payı büyük. Harika maçlar ve sistemler ortaya çıkıyor 3-5-2 deneyselliğe fazlasıyla imkan tanıyan bir taktik olduğu için. Bazısı ortaya üç hücumcu koyuyor, bazısı kanatları komple hücuma dayayıp ortaya defansif iki adamı çapa niyetine koyuyor... Bazısı üç adamı arka arkaya diziyor falan derken, bol bol seçenek var.
Dönelim maça tekrar. Terim'i en fazla eleştireceğim nokta Real Madrid'in sağından fazla gidememiş olmamız. 3-5-2 ile Riera biraz yüklenir dedim ama fazla gitmedi. Essien'in resmen bitik halde olduğu o mevkiden atak geliştirememek bizim en büyük hatamız oldu. Biraz o açığı görüp yüklenmeliydik, hatta Sneijder'in sola kaçması bu kez işimize yarayabilirdi ama o da pek gitmedi, forvetlere yakın kalmayı tercih etti tam ortada. İkinci yarı da dediğim gibi Riera gitmeyince bir şey olmadı. Maç psikolojik olarak bittikten, Real Madrid ceza sınırındakileri temizledikten sonra Amrabat'ın o anlamsız iki üç gidişinde tek bir gol için bile umudum yoktu, öyle de oldu.
Ayrıca ilk yarı istediklerini tam yapamayan Drogba'nın ikinci yarı tamamen kendini salması da insanın canını sıkan başka nokta. Drogba gibi kopmayan, bitmeyen, yılmayan bir adamın bile ikinci yarı sembolik olarak orada olması ikinci yarının ne denli boşa gittiğini anlamak için yeterli sebep. Ayrıca, bu takıma Drogba ve Sneijder dahil kim gelirse gelsin duran toplar Selçuk İnan'ın olmak zorunda. Drogba'nın bu yaptığı iki oldu, gelip topu alıyor Selçuk'un daha etkili vurabileceği noktalardan kendisi atıyor. Kimse kusura bakmasın ama serbest vuruş konusunda Selçuk Drogba'yı cebinden çıkarır. Drogba'nın o noktalardan efsane bir iki golü olabilir, ona lafım yok ama Selçuk'un bir buçuk sezondur attıklarından sonra kimsenin o topa gitmeye hakkı olmamalı Selçuk kendisi bırakmadıkça. Dün o son serbest vuruşta spiker "Drogba topu aldı!" diye haykırdığı an bendeki tüm heyecan ve beklenti uçup gitti ve biliyorum ki bu konuda yalnız değildim o an. Drogba'nın formasını Akhisar'a attığı golün 4-5 saniyelik swf'sini yarım saat kapatmadan izledikten sonra koşarak aldım hemen ama bu itiraz etmeme engel değil.
Umarım maç 2-0 olduğu an noktayı koyduğumuz Şampiyonlar Ligi maceramızın kapanışını salı gecesi 1-0 da olsa galibiyet ve maçın ilk yarısının büyük çoğunluğundaki gibi güzel oyunla yaparız. Elensek bile iki sezon önce küme düşme hattının birkaç puan üstündeki takımdan aynı sezonda öyle veya böyle Real Madrid ve Manchester United'ı yenebilen takıma dönüşmenin gururu bile yeter. Biz her sene en azından son 16 yapalım o yeter. Arada bir katılıp 12 senede bir çeyrek final yapacağımıza her sene son 16'da kalalım daha makul.
Dün için öncelikle şuna gelmek lazım, devre arasında Bernabeu'nun soyunma odalarına bir Şampiyonlar Ligi çeyrek finalinde Real Madrid'in üç katı pozisyon bulan bir takım olarak gidiyorsan skor tabelası da 2-0'ı gösteriyorsa önde olman lazım. Sen Real Madrid'in üç katı pozisyonla devre arasına girip 2-0 geride gidiyorsan şanssız değilsin, hakem de suçlu değil, beceriksiz ve heyecanlısın hepsi o. Mesela, "Olmadı mı olmuyor..." dersin, o gün talihsizsindir ama zaten tek kale oynuyorsundur ve rakibin de TT Arena'da Gençlerbirliği'dir; işte şanssızlık tam olarak budur. Bernabeu'da Real Madrid'i tek devrede bitirecek kadar pozisyon bulabildiysen fazlasıyla şanslısındır, tek kalan senin becerin, heyecanın, kendini kontrol etmendir. Biz şansı fazlasıyla bulduk, değerlendiremedik, Real Madrid de iki kere ciddi anlamda yüklenip ikisinde de golünü atınca bizim fazlasıyla pozisyon buluyor olmamıza aldırış etmedi mantıken.
Tabii yenen iki golde Eboue'nin hataları, hatta maçın genelinde Eboue'nin başlı başına kilit rol oynaması ise ayrı bir etken. Üstüne bir de koca devrede tek şut dışında görünmeyen Sneijder... Ben bu seviyede bu adamların maça odaklanmamış olmalarına ihtimal veremiyorum, bundan ziyade ekstra motivasyonun yan etkisi olduğunu düşünüyorum bu hataların ve berbat performansların. Rahatlığı ve motivasyonu belirli bir dengede tutup idare etmek lazım ama biz ağırlığı tamamen motivasyona verince böyle kötü performanslar alıyoruz. Eboue'nin her darbede kurşun yemiş gibi canının yanmasıyla Mesut'un oyundan çıkarken hızlı olmasını söyleyen hakeme "Zaten üç attık, yavaş çıksam ne olur?" minvalindeki hareketini yan yana koyunca psikolojik olarak iki takımın ne kadar farklı boyutta olduğunu görmek zor değil.
İlk golde Eboue'nin kademe yapayım derken Ronaldo'yu tamamen unutması, üstüne bir de ikinci golde çok kolay alabileceği topu almayıp aniden eğilmesi ve rakibe gizli bir asist yapması maçı elimizden hakemden çok daha önce alıp götürdü. Bu iki ciddi hata yetmiyormuş gibi Eboue'nin karşı karşıya kaldığı pozisyonda Fenerbahçe maçındaki gibi uzak köşeye topu yuvarlamak yerine kafayı kaldırıp kaleciye hiç bakmadan tüm gücüyle rastgele vurması da yine kendisinin maça kafa olarak ne denli uygun olduğunun -daha doğrusu olmadığının- göstergesiydi. Maçın içinde kalan ve tedirgin olmayan bir Eboue için o pozisyonu golle sonuçlandırmak savunmada yanındaki arkadaşına pas atmak kadar kolay olmalıydı normal şartlarda.
Fark yesek ve öyle dönsek, varlık gösteremesek, berbat oynasak çok da üzülmezdik. Real Madrid'e karşı oynuyorduk ve zaten belki de bu kadarını ancak yapabilirdik derdik ama maçı ve turu avucumuzun içine alabilecek kadar ciddi fırsatlar bulup bunları harcayarak ilk yarıyı 2-0 geride kapatınca insan gereğinden çok daha fazla üzülüyor. Keşke rezil olup 4-0 5-0 yenilseydik ve hiç üzülmeyip gücümüz yetmedi deseydik. Yani bir Gijon, Xerez, Osasuna gibi yenilmek var bir de güzel oynayıp heyecanlanıp umutlanarak yenilmek var. İkincisi imaj açısından daha iyi elbet ama ilk seçenek hiç üzücü olmazdı bunun yanında. Haliyle devreyi böyle yaşayınca insanın ikinci yarıya umudu bitme noktasına geliyor. Çünkü iyi oynasak aynı pozisyonları bulsak bile atacağımızın garantisi yok, devre 1-0 veya golsüz bitse neyse de, ikinci golün gelmesi o hevesi de alıp götürüyor işte. Bir de o hücumları neredeyse sıfır oynayan Sneijder'le yaptık, o da birazcık iyi oynasaydı belki bambaşka şeyler dönerdi o ilk yarıda. Yani geri dönüp maçın özellikle ilk yarısında hatırlanan her karede "keşke" diyorsak en azından maça ortak olabilecek oyunu oynayıp da kaybettiğimizi görüyoruz, bir kere daha üzülüyoruz bu yüzden de.
Devrede Sneijder-Gökhan değişikliğinde hem doğrular hem yanlışlar vardı ve bahsi geçen doğruların içinde en önde geleni Sneijder'in çıkmasıydı. O ilk yarıdan sonra Sneijder ve Eboue'nin o sahada olmaya hakları yoktu bence ama Terim 3-5-2 deneyeceği için Eboue'yi oyunda tutup sadece Sneijder'i alabildi. Sneijder de yine ekstra motivasyonun kurbanı olmuştur umarım, diğer türlü "zaten eleniriz" kafasında olup bir şeyleri umursamamazlık etmemiştir diye ümit ediyorum, etmek istiyorum.
Terim'in denediği 3-5-2'ye gelince, bu taktik 96-2000 döneminin efsane olmasının temel sebeplerinden biri. Avrupa'yı o şekilde titrettik ve Terim'in üçüncü döneminde henüz bu taktiğe denk gelmedik. Herkes ilk kez böylesine ciddi bir maçta gerçek bir 3-5-2 ile karşılaştı ve izleyenlerin büyük çoğunluğu bunu hata olarak gördüler. Tek dayanakları ise daha önce denemeyip neden burada denediğimiz. Bu taktiğin Fatih Terim'in antrenmanlarda sık denediği bir taktik olmadığını düşünen varsa acilen futbolla ilgili bildiklerini unutsun. Takım 3-5-2'ye geçtiği "saniyeden" itibaren dizilişi ve taktiği yadırgamadan uyguladıysa bunun daha önceden B planı olarak zaten hazırda olduğu kesindi. Eleştirenlerin neden eleştirdiğini anlamak güç, son anlarda belki bir 3-4-3 denemesi geliyor dedik ama o da hemen 4-4-2'ye dönüştürüldü Semih sol beke alınarak. Zaten 3-5-2 oynarken de Semih üçlünün solunda sık sık sol çizgiden çıktı, bir işe yaramamış olsa da taktiktir, rakip ligden birileri olsa belki de Semih'in soldaki efsane performansından bahsediyor olurduk. Real'e karşı maçı döndürmedi veya işe yaramadı diye bu tip ufak denemelerden vazgeçmemek lazım. Ancak şu 3-5-2'de ısrar etmemiz yararımıza olur, takım çok uygun buna. Gökhan-Semih-Dany üçlüsü buna uygun ancak yedeksiz olmaları kötü, birinin maç içerisinde sakatlanması demek mecburen 4-4-2'ye dönmek demek. Gerçi bu iki taktiği başarıyla uygulayıp maç içerisinde geçiş yapmakta sıkıntı yaşamayan bir takım olursak efsanevi bir hale geliriz, zorlamak lazım derim.
Bir ara not vermek istiyorum: Serie A'da 14 takımın birinci dizilişi 3-5-2 bu sezon. Serie A'da iki senedir pozitif yönde ivmelenen ve seyir zevkini doruklara çıkaran harika bir futbol oynanırsa geçen sezondan beri süregelen 3-5-2 devriminin payı büyük. Harika maçlar ve sistemler ortaya çıkıyor 3-5-2 deneyselliğe fazlasıyla imkan tanıyan bir taktik olduğu için. Bazısı ortaya üç hücumcu koyuyor, bazısı kanatları komple hücuma dayayıp ortaya defansif iki adamı çapa niyetine koyuyor... Bazısı üç adamı arka arkaya diziyor falan derken, bol bol seçenek var.
Dönelim maça tekrar. Terim'i en fazla eleştireceğim nokta Real Madrid'in sağından fazla gidememiş olmamız. 3-5-2 ile Riera biraz yüklenir dedim ama fazla gitmedi. Essien'in resmen bitik halde olduğu o mevkiden atak geliştirememek bizim en büyük hatamız oldu. Biraz o açığı görüp yüklenmeliydik, hatta Sneijder'in sola kaçması bu kez işimize yarayabilirdi ama o da pek gitmedi, forvetlere yakın kalmayı tercih etti tam ortada. İkinci yarı da dediğim gibi Riera gitmeyince bir şey olmadı. Maç psikolojik olarak bittikten, Real Madrid ceza sınırındakileri temizledikten sonra Amrabat'ın o anlamsız iki üç gidişinde tek bir gol için bile umudum yoktu, öyle de oldu.
Ayrıca ilk yarı istediklerini tam yapamayan Drogba'nın ikinci yarı tamamen kendini salması da insanın canını sıkan başka nokta. Drogba gibi kopmayan, bitmeyen, yılmayan bir adamın bile ikinci yarı sembolik olarak orada olması ikinci yarının ne denli boşa gittiğini anlamak için yeterli sebep. Ayrıca, bu takıma Drogba ve Sneijder dahil kim gelirse gelsin duran toplar Selçuk İnan'ın olmak zorunda. Drogba'nın bu yaptığı iki oldu, gelip topu alıyor Selçuk'un daha etkili vurabileceği noktalardan kendisi atıyor. Kimse kusura bakmasın ama serbest vuruş konusunda Selçuk Drogba'yı cebinden çıkarır. Drogba'nın o noktalardan efsane bir iki golü olabilir, ona lafım yok ama Selçuk'un bir buçuk sezondur attıklarından sonra kimsenin o topa gitmeye hakkı olmamalı Selçuk kendisi bırakmadıkça. Dün o son serbest vuruşta spiker "Drogba topu aldı!" diye haykırdığı an bendeki tüm heyecan ve beklenti uçup gitti ve biliyorum ki bu konuda yalnız değildim o an. Drogba'nın formasını Akhisar'a attığı golün 4-5 saniyelik swf'sini yarım saat kapatmadan izledikten sonra koşarak aldım hemen ama bu itiraz etmeme engel değil.
Umarım maç 2-0 olduğu an noktayı koyduğumuz Şampiyonlar Ligi maceramızın kapanışını salı gecesi 1-0 da olsa galibiyet ve maçın ilk yarısının büyük çoğunluğundaki gibi güzel oyunla yaparız. Elensek bile iki sezon önce küme düşme hattının birkaç puan üstündeki takımdan aynı sezonda öyle veya böyle Real Madrid ve Manchester United'ı yenebilen takıma dönüşmenin gururu bile yeter. Biz her sene en azından son 16 yapalım o yeter. Arada bir katılıp 12 senede bir çeyrek final yapacağımıza her sene son 16'da kalalım daha makul.
2.04.2013
Not Defteri #53 (Filmli)
yazan:
firat selcuk
- Aslında hemen Not Defteri yazasım yoktu ama Rafet gaza getirdi, birkaç kişi de sürekli Not Defteri yazsa da okusak diye bekliyor zaten tetikte.
- Ayrıca, ÇAY.
- Çay içmeyen benimle ilişkiyi kessin. Kahve içmeyen de en fazla merhaba-merhaba yapsın. Çaysız kahvesiz neymiş ya öyle.
- Sinirimi yaptığıma göre gelelim yazıdaki afişe. Bu adam bunu neden koydu dediğinizi duyar gibiyim, demediyseniz de fırsat verdim hemen deyin, hevesimi kırmayın.
- Filmi Rafet gündüz uyandığım zaman yolladı. Netten izledim ama sanırım yasal izledik çünkü sağda solda reklamını gördüğüm türkweb'den izledim(linkli falan yazmıyorum ki reklam yaptım sanılmasın, bloga reklam alsam aldım derim sonuçta).
- Oynayan isimler görülüyor, arada sürpriz birkaç isim de çarpıyor göze. Araştırınca konusuna ulaşıyorsunuz ama kısaca özetleyeyim: Memur adam(Tarık Akan) maaş akşamı evde eşiyle tartışıyor, sonra kapıyı çarpıp çekip gidiyor, Beyoğlu sokaklarında gezinirken maaşı çatır çatır yemeye başlıyor ve devamında da kaptırıyor hayat kadınına(kibarlığa bak, ayrıca o kadın Oya Aydoğan), sonra da paranın peşine düşüyor...
- Yani filmin konusu basit dursa da çok güzel ama işte Rafet'le de konuştuk, mekan sıkıntısı göze batıyor. Daracık yerlerde zar zor çekilen sahneler falan. Yabancıların eline versen şunu, yetenekli bir Avrupalı veya Amerikalı yönetmene yani, çok efsane ve ödül kovalayan film yapar. Bir kere ortam güzel, her ne kadar ömrümde iki, bilemedin üç kere gitmiş olsam da Beyoğlu işte, güzel yer, bilmeye veya İstanbullu olmaya gerek yok sanırım 25-30 yıl önceki hallerini övmek için.
- Bence yazık olmuş filme biraz ama kesinlikle izleyin derim. Zaten topu topu 89 dakika, sıkılmanıza imkan yok. Hatta film bence 55-60 dakika bile olabilirmiş.
- Neyse işte, izleyin, bence izleyip de beğenmeyen olmayacaktır.
- Ayrıca, Rafet bile bu kadar Rafet dememiştir sanırım bir yazı içerisinde, yazarken klavyeden kulaklarını çınlattım resmen.
- Bu arada iki ay civarı oldu, Football Manager 2013 oynamıyorum, 2013 yazdım gerçi ama hiçbirini oynamıyorum.
- Varsa yoksa Euro Truck Simulator 2 oynuyorum şimdilik. Zamanında Hard Truck oyunlarını sevmemiştim ama bunu çok sevdim. Bir de ekşi sözlük sayesinde Seymen FM'i bağladım oyuna, canlı yayına bağlanan tır şoförleriyle aynı hisleri paylaşıp Avrupa yollarında tır kullanmak harika. Cidden o adamların neden sadece türkü ve arabesk dinlediğini oyunda anladım, oyun içinde rock ve metal ağırlıklı radyolar var ama açar açmaz kapatma hissi geliyor insana.
- Böyle işte, Football Manager yok, Euro Truck var, birkaç dizi var, kitap var, öyle geçiyor ömrüm. Football Manager ile kaybettiğim vakitlere yanıyorum resmen oyunu oynamamaya başladığımdan beri.
- Siz de öyle yapın, oyun tat vermiyorsa zorlamayın, bırakın ve açmayın, büyük ferahlık.
- Ayrıca, IAMX - The Unified Field, bu albümü edinin, yeni çıktı. Hatta durun ya tek albümle kalmayın, IAMX'in tüm albümlerini edinin. Yıllardır buradan IAMX tavsiyesi vermemiş olmam benim ayıbım zaten.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)