Büyük bir Prandelli destekçisi olarak yaşananlara büyük oranda şaşırmadığımı söylemek istiyorum en başta. Yani 3-5-2'den girip 4-4-2'den çıkıp son anlarda onu da değiştirip dörtlü savunmanın önünde karmaşık bir yapıya bürünmesi falan beni şaşırtmayan şeylerdi. "Biz bunları köşelerimizde yazdık" havasına girmek istemiyorum vasat spor servisleri gibi ama doğruya doğru, sezon başı Prandelli yazılarımda söyledim olacakları. Twitter ve blog üzerinde Prandelli yorumlarımın hepsini okuyanları o yazılarla umutlandırmışımdır elbet bir parça, bu mu senin umutlandıracağın takım demeden önce sakin olun ve umudunuzu koruyun. Prandelli deneyecek dedim, yine okuyanlar biliyor çoğu şeyi, yaşananların çoğunu yazmıştım, gerçekleşmekte olanların da bir kısmı daha önce yazdığım şeyler olacak, eminim buna.
Prandelli'nin bol bol taktik denediğini, maç içerisinde taktikten taktiğe geçebilen bir adam olduğunu yazdığım için bugün maç içerisindeki değişimleri yadırgamadım. Bugün berbat giden sistemde 45 dakikayı doldurayım diye inatlaşırken yarın harika giden başka bir sistemi "bir de şunu deneyeyim" diyerek rafa kaldırabilir bir süreliğine. Prandelli oyuna kenardan tek oyuncu aldığında bile takımı farklı dizilişlere ve oyun anlayışlarına evrilebilir hale getirmek istiyor. Bunu elbet bu tip şeylere kolayca adapte olabilen, maç içerisinde savunma ve hücuma farklı taktiklerle oynanabileceğini bilen oyuncuların bulunduğu İtalya'da kolayca gerçekleştirdi. Zor olan, biraz kaba olacak ama, çoğunluğu yontulmamış odun kıvamındaki Türk oyuncularla bunu başarmak. Türk oyuncu 4-4-2 veya şimdinin modası 4-3-3/4-5-1 dizilişini altyapıda alıyor, başka kalıba girmiyor, öylece bekliyor. Bu yüzden de gol kralları tek sistemlik oluyor ülkede. Okan Yılmaz veya Zafer Biryol başka düzenlerin/sistemlerin içinde yaşayamıyor, bildiği tek sistemi gördüğü zaman bir şey yapabiliyor.
Sen bu ülkede bu anlayışı yerleştireceksen önünde iki yol var:
- Acı çekip, bir süre sıkıntılarla boğuşup, her şeyi oynayabilen bir takıma kavuşacaksın sonunda ve kazanan sen olacaksın.
- Ya da elindeki oyuncuların çoğunun uyacağı sistemin dışına çıkmadan tekdüze bir anlayışla devam edeceksin.
İlk yolun gidişi zor ama sonu çok daha parlak. Herhangi bir alt seviye takım bile maç öncesi x bir düzene çok iyi cevap verecek şekilde hazırlanabilir ama o takımın cevabına uymayan başka bir soruyla sahaya çıkarsan rakibi kilitler bırakırsın orada. Veya şöyle diyelim, bugün 3-5-2 çıkan Prandelli'ye karşı küçük takım o düzeni harika şekilde tıkayacak önlemler alır ve her şeyi ona göre kurgular ama Prandelli maç içerisinde aniden 3-3-4 gibi enteresan bir düzene sokar takımı ve darmadağın olur önlem aldığını sanan takım.
İlk yol bu yüzden güzel. Her taktiğe ve düzene ayrı ayrı önlem alacak takımlar fazlasıyla çıkar ama hepsine aynı anda önlem alacak takım yoktur. Mourinho ve Klopp gibiler belki hepsine önlem alır ama zaten onlar o yüzden böyle ayrı cümlede konuşuluyorlar. Prandelli bunu istiyor ve Fiorentina'da da başardı. Sonrasında çok inatçı bir hale gelip beşinci senesinde can sıksa da özellikle 2-3-4. senesi bambaşka bir keyif veriyordu Fiorentina'da.
Gelelim ikinci yola. Bu kadar uzun ilk yoldan bahsettikten sonra ikincinin neden kötü olduğu anlaşılmıştır sanırım? Tek sistemi çok iyi oynasan bile gün geliyor o sistemin karşıtı harika bir sistem çıkıp senin düzenini baştan yaratmana sebep olabiliyor. O zaman da işte elinde tek sisteme bağlı kafadaki oyuncular yeni düzene alışamıyorlar ve çöküp gidiyorsun.
Bu yüzden ilk yolu seçip sabır göstermek zorundayız veya sabır göstermeyip eldeki malzemeyi tek tarzda verimli oynatacak adamı bulmalıyız.
Bana sorarsanız bir süre kayıp yaşayıp çok farklı düzenleri çok iyi olmasa da iyi/yeter seviyede oynayan bir takıma sahip olmak her zaman daha iyi. Takımımın bir sonraki hamlesini ezbere bilmektense "acaba şimdi neye çevirecek hoca" diye düşünmeyi tercih ederim.
Bugün 3-5-2'de büyük hatalar yapmadı mı? Yaptı elbet Prandelli, hatta çok büyük hatalar yaptı. Ancak Arsenal maçı kafasındakileri uygulayıp işleri yoluna koyduktan sonra oynanmış olsa şu an Londra'dan galibiyetle dönen takımı bile konuşuyor olabilirdik. Gülmek serbest bu öngörüme ama Prandelli'nin Anfield'dan zamanında galibiyetle döndüğünü unutmamak lazım. O da yetmedi, o dönem Liverpool'u içeride dışarıda yendi Prandelli. Sabır gösterildi mi oluyor, Parma'da ve Fiorentina'da bunu yapan adamın Galatasaray gibi bir yapamama imkanı yok. Yarın bir gün gönderilirse veya erkenden bırakırsa Galatasaray'da yapamadı demem asla, Galatasaray'da izin vermediler derim.
Devreye kadar facia olan plan, devreden sonra dörtlüye dönünce düzeliyor, demek ki oyuncuların çoğu hala belirli kalıpların içerisindeler. Tabii Prandelli'nin geç hamlesinin payı büyük yaşanan ağır yenilgide, ona hiç itirazım yok. Kaldı ki o plan faciayla sonuçlanmayabilirdi. Melo'ya verdiği görevi Chedjou fazla fazla yapabilecek bir adam. Melo kalkıp da en dipten oyunu kurup Burak'a top götürmüyor, Sneijder-Selçuk-Dzemaili-Yekta-Hamit kim varsa topu ona iletecek kadar savunmada oyunu kurup devamına bakmıyor. Bu Chedjou'nun arayıp da bulamayacağı iş doğrusu.
Burada şu nokta kilit ve güzel. Bugünkü 3-5-2'de Sneijder'in yeri ve rolü harikaydı. Laf edemem açıkçası buna. Sıkıntılı kısım önündeki Yekta'ydı. Yekta yerine bu sezonki etkisi haliyle bile Selçuk veya -geçen yazıda pek hor gördünüz ama- Emre çok iyi seçim olurdu ama zaten Melo'nun yerinde Chedjou oynasa ve savunmayı Gökhan veya Hakan'la desteklese Melo hemen Yekta'nın yerini alacak ve sorun çözülecek. Bugün sadece Yekta'nın yerine yerli stoperlerden biri oynayıp Melo o bölgeye geçse çok başka bir oyun görecektik eminim. Çünkü Melo'dan bekleneni Chedjou yapacak kalitedeyken Yekta'dan beklenenin birkaç kat fazlasını da Melo yapacaktı. Böylece Chedjou da Melo gibi kademe eksiği olmadan savunmayı toplayacaktı ve Veysel'in açığını kapatma işini de Chedjou değil Hakan veya Gökhan yapacaktı.
Olacaktı edecektiyle gidince böyle basit gibi gözüküyor ama cidden basit. Maç sonu Wenger'in dediği gibi Prandelli'nin takımını tanıması lazım. 3-5-2'yi şiir gibi oynayacak potansiyeldeki takımı, Melo'yu Muslera ile tavla atacak pozisyona değil de Sneijder'in geride kurduğu oyunu kendisinin hemen önünde hücuma dağıtacak işi yapacak pozisyona getirerek başarılı şekilde oynatır. Burada bu işi yapamayanın Yekta olduğunu bir kez daha belirtmek lazım.
Tüm bunlar olurken, o iş Pandev-Burak'la olmaz. Pandev-Umut olsa sisteme çok daha yatkın bir ikili olacak ancak Burak Prandelli'nin sistemlerinin katili bir görüntüde. Parma'daki Prandelli'yi düşünüyorum, Burak o takımın maçlarını kulübeden izler. Fiorentina'yı düşünüyorum, kulübeyi bazen zorlayıp çoğunlukla tribünde izler. Burak bu takımda Prandelli'nin çoklu sistemini baltalayan bir oyuncu. Bunu baltaladığı gibi, Prandelli'nin iki ana oyun yapısında da Burak'ın yeri ne yazık ki yok. Sezon başı kenara ilk Burak ve Telles'i çeker dedim ama Umut'un etkileyici bir oyun tarzı olmaması Burak'ı sırf istatistik anlamında 11'e yazdırıyor Prandelli'ye.
Wenger iyidir kötüdür tartışıyor herkes ama deminki lafın altını güzelce çizmek gerek. Prandelli'nin takımını tanıması lazım. Yekta'nın gerideki Sneijder'in önündeki adam olamayacağını veya olması için çok yolunun olduğunu bilmesi lazım. Veysel'in önünde bir kanat varken bile sağ beki götüremezken tüm kanadı götüremeyeceğini bilmesi lazım. Bunun yolu da Fiorentina'da başarıya ulaşmasının temel faktörlerinden birinden geçiyor: Hafta arası oynanan amatör hazırlık maçları. Elindeki bazı oyuncular her sisteme uyabilecekken bazıları da oynamadan mümkün değil farklı rolleri beceremiyorlar. Hani dedim ya yontulmayanlar diye, onlar işte. Onları yontmak için amatör takımlarla hazırlık maçları oynatırdı İtalya'da. 15-0 biten maçın kime ne faydası olduğunu bazen sorgulardım, bu blogda bile geçmiş yazılarda vardır o maçların bazılarını anlamsız buluşlarım. Ancak gel gör ki Fiorentina o dönem korkulan Fiorentina olurken bu saçma denen maçların payı büyüktü. Veysel belki hiçbir zaman 3-5-2 kanadı olamayacak ama o maçları oynasa en azından hakaret yemeyip sistemde idare edecek kadar oynayabilen bir oyuncu olacak. Ya da Yekta, arkasında Sneijder varken pozisyon olarak, önde Dzemaili ile birlikte hücum presin temelini oluşturması gerektiğini bilecek. Bunları bilmiyorlar mı? O zaman Trabzon'un verdiği ücrete bakmayıp mecburen gidecek Trabzon'a Yekta, takasta adı geçti diye gönül koymayacak.
Hala emin değilim Prandelli ne yapar ne kadar sabreder veya ona bizimkiler sabreder mi... Ancak emin olduğum tek şey her maça farklı diziliş ve kadroyla çıkan Prandelli'nin bu deneyselliğinin meyvelerini toplayacağı. Yapabilir demiyorum, tutabilir demiyorum. Yapacak ve tutacak diyorum. Adam bu yüzden ilk sene ligi ön planda tuttuğunu bağıra bağıra söyledi. Arsenal maçında maçtan bir saat evvel de lig önceliğimiz dedi, maç sonu da ligi düşünüyoruz önce dedi. Deneye yanıla ligi bir şekilde kazanıp Avrupa'da deney yapmak zorunda kalmadan, en uygun sistemle yer almak istiyor her maçın önemine ve tarzına göre.
Bir sene sadece. Çok bir şey değil. Bir sene sabredelim Prandelli'ye. Kavgayı gürültüyü bırakıp, en azından sezon ortasına kadar yerden yere vurmayı bırakın. Arsenal'den 4 yedi diye bir adamın ne taktik dehası sorgulanmalı ne de kariyeri. Arsenal'den 4 yemekle bu güzelim kariyer sorgulansaydı Arsenal'e Kocaelispor'la 4 atan Hikmet Karaman futbolun tek hakimi olurdu yeryüzünde. Arsenal maçı sonrası Twitter'ı komple İtalyancaya çevirip bir Parmalı veya Fiorentinalı taraftara okutsanız Prandelli'den değil de Delio Rossi'den falan bahsediyorsunuz zanneder. Yapmayın bunu. Artık Galatasaray'a bunları yapmayın. Senede ikişer hoca değiştirip denk gelirse şampiyon olan diğerleri gibi yapmayın. Bekleyin, bir sene en iyi olmayıverin, sonraki sene en iyiden çok daha iyi yapar sizi Prandelli. Düşmese yeter denen takımı Avrupa kupalarına sokan adam, hem de her tür pis medya ve saha dışı ortamının aynen geçerli olduğu İtalya'da bunu yapan adam, Türkiye'de, Galatasaray gibi bir güçle fazlasını yapar.
Başta dedim ya umudunuzu kaybetmeyin diye, mantıklı açıklamasını yaptığımı düşünüyorum. Prandelli'yi iki aydır izleyen çapsız medya mensuplarına inanmak da sizin elinizde, dokuz yıldır izleyen adama inanmak da... Ben dokuz yıldır takip eden adam olarak elimden geldiğince her fırsatta Prandelli'yi anlatıyorum gerçekten işlerin iyiye gideceğini bildiğim için. Hangi tarafı seçersiniz bilemem ama umarım aynı tarafta oluruz.
2.10.2014
26.09.2014
"Bahis Tahmini Yaparım" Diyenlere...
yazan:
firat selcuk
Yeni sezonla birlikte ilk kez iddaa/bahis tahmini için bir şeyler yazmaya başladım. Tabii ki konu Serie A, başka lige tahmin yapıp "bu budur, bu değildir" diye ahkam kesecek değilim ama Serie A oldu mu sazı ele alırım hiç acımam. Gömülecek takımı iyice gömerek, iyi takımın hakkını vererek maç önü bilgilendirmesini ve tahminimi yazıyorum dört haftadır ve sezon boyu da sürecek, gayet keyifli işmiş bence.
Katkı sağladığım tahmin sitesi Winonbet.com Fransa ve Almanya ligleri için de bu ligleri düzenli takip eden yazarlar aramakta. Her hafta maçları bir önceki geceden hazır edip maç günü okunabilir halde teslim etmeniz yeterli. Zaten editör girişi yapıp sayfanızdan blog yazar gibi tahmin ekliyorsunuz. Birkaç kere blog yazısı yazmış herkes yazı ekleme konusunda sorun yaşamaz.
Her maçta 200 kelimenin fazla altına inmeden 200-250 kelime civarı ufak maç tahminleri yaapacaksınız. Yazı sonunda iddaa'daki seçenekler içerisinde 1 veya 2 tahmin seçeneği belirteceksiniz. Kurallar bunlar. Yazılar karşılığı ufak bir gelir(tahmin yazısı yazılan maç başı 4 TL) de sağlamış olacaksınız kendinize.
İlgilenenlerin bana değil doğrudan Gökhan'a başvurmaları lazım: gkhnaksoy@gmail.com (mail) / gok-aks@hotmail.com (skype)
Daha önce Twitter'dan da başvuru olmuştu birkaç tane, o arkadaşlar yanlış anlamasınlar, onların da başvuruları duruyor, seçim için alternatifler çoğalsın istiyorlar, aceleyle seçim yapmamak için.
Katkı sağladığım tahmin sitesi Winonbet.com Fransa ve Almanya ligleri için de bu ligleri düzenli takip eden yazarlar aramakta. Her hafta maçları bir önceki geceden hazır edip maç günü okunabilir halde teslim etmeniz yeterli. Zaten editör girişi yapıp sayfanızdan blog yazar gibi tahmin ekliyorsunuz. Birkaç kere blog yazısı yazmış herkes yazı ekleme konusunda sorun yaşamaz.
Her maçta 200 kelimenin fazla altına inmeden 200-250 kelime civarı ufak maç tahminleri yaapacaksınız. Yazı sonunda iddaa'daki seçenekler içerisinde 1 veya 2 tahmin seçeneği belirteceksiniz. Kurallar bunlar. Yazılar karşılığı ufak bir gelir(tahmin yazısı yazılan maç başı 4 TL) de sağlamış olacaksınız kendinize.
İlgilenenlerin bana değil doğrudan Gökhan'a başvurmaları lazım: gkhnaksoy@gmail.com (mail) / gok-aks@hotmail.com (skype)
Daha önce Twitter'dan da başvuru olmuştu birkaç tane, o arkadaşlar yanlış anlamasınlar, onların da başvuruları duruyor, seçim için alternatifler çoğalsın istiyorlar, aceleyle seçim yapmamak için.
17.09.2014
Prandelli ve Diğerleri: Galatasaray 1-1 Anderlecht
yazan:
firat selcuk
Tam olarak nereden başlayacağımı planlayamasam da önce kendimi eleştirerek başlamak en iyisi. Kadro açıklandığında Selçuk-Melo-Xhemaili-Sneijder dörtlüsünün destansı bir top oynayacağını, her birinden ayrı ayrı söz edeceğimizi falan iddia etmiştim ancak bu görüşüm ilk dakikalarla birlikte patladı. Uyum sorunu desek Xhemaili bunu yaşatmayacak kadar uyumlu başladı Galatasaray kariyerine. Birkaç yanlış pası ve anlamsız denemeleri oluyor iki maçtır ancak 10 sene takımda kalıp bunları aşamayan Ayhan Akman türevi oyuncuları da gördü bu gözler, iki maçta bu noktaya gelen adamın kusursuza doğru adım adım gideceğinden şüphem yok. Kısacası bir uyum sorunu yok, genel bir aksaklık var, Sneijder biraz sorumluluktan çekinir durumda, belki Dünya Kupası sonrası hala istediği düzeye gelemedi, belki de arkasında topla oynama yeteneği olan adam sayısı artınca rahatladı, bilemeyiz. Düzeleceği konusunda şüphem yok. Xhemaili'yi zaten iki maçta bağrımıza bastık. Melo günü kurtarıp takımın yıkılmamasını sağladı her kötü maçımızda olduğu gibi. Bir gün herkesi tek tek sıra dayağına çekip "Siz neyin peşindesiniz?" diyecek orta yuvarlakta, bir o eksik kaldı. Selçuk ve Sneijder kaptan ama gizli kaptan Melo. Fiorentina'da da 1 sene oynayıp satıldığı haberini alan taraftarın kulübü taşlamasına sebep veren şey bu karakteri zaten. Gizli bir şekilde takımın patronu haline gelebiliyor ve bundan hiçbir futbolcu da rahatsızlık duymuyor.
Gelelim Selçuk'a. Takip ettiğim 200'den fazla insanın yarısını atıyorum Twitter'da, bisiklet-yüzme-yabancı-haber gibi hesaplar ve futboldan alakasız çevre desek. 100 kişilik bir ekip vardır herhalde devamlı olarak futbol konusunda yazan çizen. İçlerinde benim kadar Selçuk İnan'a destek olan yok. Fırat Selçuk desen Fiorentina'dan önce Emre Çolak ve Selçuk İnan diyecek insanlar. Emre konusunda inatçılığım tüm hızıyla sürecek ama Prandelli izin vermiyor, herhangi bir inat konusu yaratamadım oynamadığı için. Halbuki sezon başı hazırlıklarında gayet de iyi görünüyordu ve Prandelli'nin istediği her şeyi yapıyordu Sneijder veya Selçuk'un görevini aldığında. Melo gibi bile denedi Prandelli ama o bir deneyden öteye gidemezdi, o fizikle orada oynayan adamı maç içinde parçalayıp son düdükle birlikte mangal yaparlar saha ortasında ateşi yakıp. Neyse konu neden Emre Çolak Oldu ki? Selçuk'a uzun uzun değinmem lazım. Prandelli, Selçuk'un kötü geçen 2013/14 sezonundan sonra büyük bir fırsat ve tren henüz kaçmış değil. FM/CM oynayan bilir, bazı oyuncular ortama adapte olamayıp "Beni evime gönder hocam iki-üç hafta, kafayı toplayıp döneyim." derdi, biz de yollardık ve çoğu zaman işe yarardı oyuncu mental anlamda muhabbet kuşu seviyesinde değilse. Selçuk'un ilk etapta ihtiyacı olan şey bu, öyle veya böyle, ister kadro dışı gibi ağır bir damgayla, ister "izin" adı altında iyimser bir havayla... gidip iznini alacak ve hem vücudunu hem kafasını dinlendirip son bir şans için dönecek. Hala yerden yere vurup eleştirenlerle aynı kafada olamıyorum ama Metin Oktay'ın, Bülent Korkmaz'ın taşıdığı kaptanlığı taşıyorsan kafandaki ilk dert Galatasaray olacak. Galatasaray derken, takım olan, yeşil saha içerisinde olan. Galatasaray'ın taraftarı değil. Taraftar bir koca sezon eleştirdiği adamı öbür sezona aynı çizgide başladığı zaman yerden yere vurma hakkına ne yazık ki sahip. Selçuk kariyeri boyu bunu takacaksa zaten o kariyerin son birkaç sezonuna değil ayına bile girmiş olabilir. Geçen sezon Mancini'nin sistemi gereği Selçuk'un sağa sola pası dağıtıp yerinde kalması yeterliydi benim gözümde. Ancak bu sezon Prandelli ondan Montolivo'dan aldığı verimi bekliyor. Geçen sezona dek eleştirildiği maçlarda bile 90 dakika kalan Selçuk'un artık kenara gelmeye başlaması hocanın istediklerini alamamasıyla alakalı.
Sezon başı yazmıştım, Prandelli ufacık bir ışık görürse oynatır. Israr eder, eder, eder, eder, en sonunda da hocayı eleştirenler utanırlar. Fiorentina'da beş senede defalarca yaşadım, yine yaşayacağımız oyuncular olacak göreceksiniz. Ancak Selçuk'u oynamamaya iten saha dışı şey neyse bir an evvel çare bulunmalı. İki şampiyonluğu avuçlarının içinde tutup takıma hediye eden Selçuk'un sadece fiziksel eksiklikle bugünkü durumuna gelmesi akıl alır gibi değil. Fiziksel eksiklik savunma yönünü köreltir ancak durduğu yerden zaman zaman Pirlo'yu anımsatan nokta atışlarını yapmasına engel olmaz. Sonuçta roket atmıyor, bazen 9-10 metreye de olsa kimsenin atamayacağı bir pası atan adamın şimdi atmaması fiziksel eksiklik değil. Mecburen kenara gelecek ve yerine birileri, Furkan veya Emre bile olsa denenecek, başka çıkış yolu yok. Prandelli'nin sisteminde Selçuk gibi oyuncunun rolü büyük ve Montolivo'dan aldığı verimin fazlasını alabileceği bir oyuncu Selçuk. Bugün için özel not düşmem lazım, Melo ve Xhemaili'den iyi değildi tabii ama kötü de diyemem ben. Melo savunmada ortalığı toparlayarak bu üçlünün içerisinde en iyisiydi ancak hücumu ön plana koyduğumuzda üçünü ayıramam. Genel olarak isteksiz olan orta sahada Selçuk da diğerleri kadar isteksizdi bugün. Daha önce eleştiriyi çok daha fazla dozda hak ettiği maçlar vardı ama çıkarken yuhalanacak kadar berbat değildi kabul edelim.
Burak ise bu sistemin olmazı. Olmazsa olmazı değil, olursa olmazı, Burak'la olmaz... Prandelli Parma'da teknik adamlık kariyerinde hızla yükselirken Gilardino vardı, Sonra Fiorentina'ya gitti, Osvaldo'yu denedi ama yeni yetme Osvaldo o dönem işini görmedi. Toni ve Gilardino ile uzunca bir süre muhteşem sistemini muhteşem şekilde devam ettirdi. Ona lazım olan topu alıp kendini bilmez şekilde ezen ve her zaman kahraman olma egosuna sahip olan Burak değil. Prandelli'ye lazım olan şey hemen vurup rakip savunmaya panik yaptıran veya vurmuyorsa da topu üçüncü bölgede tutup arkadaşlarının yerleşmesi için kritik birkaç saniyeyi kazandıran forvet. Almeida bu yüzden burun kıvırmadığım biriydi, Elmander bu yüzden gitti diye dizlerimi dövdüğüm isimdi. Bugün Prandelli ile çıkılan dört resmi maçta Burak yerine Elmander olsa hocanın kısa sürede nasıl mükemmel sistem kurduğunu okuyorduk. Elmander sınıra takılıp Burak'a mahkum edince bizi, aynı isimler Galatasaray'da büyük bir kaos ortamı varmış gibi yazıp çiziyorlar. Geçeceksiniz bunu... O Prandelli için "Beraberliğe yatıyor" diyen adam hakkında ayrıca konuşacağız burada. Twitter'da yazının sözünü verdim ve unutmaya niyetim yok, yazılacak, bilmeyenlere Prandelli dersi vermeye devam edeceğim. Bu kadar da net ve iddialıyım bu konuda.
İddialıyım iddialı olmasına da, Burak'la devam edildiği sürece Prandelli'nin geleceğinden şüpheliyim. Zira Burak yeni sözleşmenin de gazıyla paçayı kurtarır, biz yine yerine benzerini bulamayacağımız güzel bir adamın peşinden el sallarız. Toni ve Gilardino gibi top tutan, aniden vurup hiç olmayacak/beklenmedik yerde karambol ve panik yaratan bir adam bulmalı veya yaratmalı Prandelli. Osvaldo adı bizimle anıldığı zaman çok heyecan yapmıştım ama boşa çıktı tabii o heyecan. Pandev geldiğinde ise aranan ismin o olmadığını inatla söyledim, söylemeye devam ediyorum ve edeceğim. Tek diyeceğim şudur, Pandev beklentileri tam karşılayıp sistemi uçuracak adam olmayabilir ama Burak ile %10 oranında çalışabilen sistemi %60-70'lere çeker. Bu da iki basamak atlamış bir Galatasaray demektir. Pandev'in aldığı topu direkt olarak kaleye gönderebilme özelliği Elmander ve Almeida ile tek ortak özelliği, 57. dakikadaki şutu buna örnek. Orada Burak olsa semazen misali döner dururdu kendi etrafında pozisyon bulabilmek için... %100'ü bulduracak adam ise yerli olarak yok veya varsa da henüz 16-17 yaşındadır ve haberimiz yoktur. Belki Enes Ünal buna uyar ama Prandelli'nin haberi var mıdır bilemem. Belki ilk rakip Bursa diye öğrenmiştir Enes'i. Keşke gelse ve Prandelli'nin eğitiminden geçse. Gerçi Şenol Güneş eğitiyor kendisini, o konuda korkumuz olmaması lazım, gelişir elbet. Avrupa'ya doğrudan geçiş yapmadan önce Türkiye'de bir şeyler denemek isterse bizim sisteme uyabilecek tek yerli olarak gözümüze kestirmemiz lazım. Şimdi sezon başı neden Telles ve Burak'ı yedek kalabilir diye yazıya döktüğümü anlamışsınızdır sanırım. Birkaç maç gördükten sonra ikisinin aksadığı çok açık.
Maça da şöyle isimler özelinde değil de genel olarak bakarsak şunu görüyoruz: Anderlecht bizden bir puan alsa düğün-bayram yapacak halde stada gelmiş ancak öyle korkunç bir ilk yarım saat atlattık ki Anderlecht buradan üç puanla dönebileceğine inandı. Suarez'in ilk yarı oyuna girme sebebi de bu. O an sakatlıktan bir değişim oldu dendi TV'de ancak o sakatlık forvet almayı gerektirmezken Anderlecht'in bir anda iştahı kabardı. Chedjou'nun isyanı olmasa ulaşıyorlardı da amaçlarına. Yine de dört resmi maçı tek gol yiyerek kapatan bir Galatasaray'a sahibiz. Kazanmakta güçlük çeksek de Burak varken bu sistemde zor kazanmaya mahkumuz. Pandev tek forvete geçecek ve Telles-Xhemaili-Bruma-Chedjou dörtlüsünün en az ikisinden, çoğu zaman üçünden fedakarlık edeceğiz ki Telles ilk vazgeçilen olacak. Xhemaili'nin formu ve Bruma'nın kendini zorla oynatacak olması Pandev'in de daimi olarak 11'de olmasına engel gibi ama Prandelli sever bu karmaşıklığı. Elinde seçenek çokken kararsızlığı avantaja çok kolay çevirebilen bir hocamız var neyse ki.
Gol sonrası coşarken göremediğimiz, maç sonu yorumlarda sık sık ekrana gelen bir Muslera tepkisi var. Muslera %100 haklı ama taraftar da Muslera kadar haklı. Oyuncu oyuncuyu tabii ki kollayacak, gol atan adam asist yapan arkadaşını onurlandırmak için taraftarın önüne atıyorsa golden sonra, eleştirilen adamı da diğerleri taraftarın elinden çekip alacak. Bu iki kere ikinin sonucu kadar basit bir denklem. Ancak taraftar da pas vereceği yerde dilek feneri misali göklere şut atan, şut atacağı açıda üç kişinin arasına topu gönderip pas beklemeyen arkadaşına pas değil suç atarcasına oynayan adamı eleştirecek. Burak kadar beslenen ve şans verilen bir adamın üç sezondur inatla saç baş yoldurması bir yerde bardağı taşıracak. Muslera taraftar ve Burak arasında köprü olacak mı bilemem ama arada kalıp kendine laf söyletmeyecek kadar akıllı bir adam olduğundan korkum yok o konuda. Dediğim gibi, o da haklı, biz de haklıyız. Zaten Burak konusunda yeteri kadar bilinç oluşmaya başladı. Eskiden berbat oynayıp bir şekilde gol atabildiği zaman herkes arkasında durur savunurdu, bugün di
kkat ettim de pek savunanı kalmamış puanı ve belki de Avrupa'da yılbaşından sonrasını görmemizi sağlayacak golü boş kaleye yollamasına rağmen. Kaos ortamını sevmesem de tekrar tekrar söylüyorum, Burak'ın artık şansa veya boş kaleye goller atarak paçayı kurtaracağı ortam kalmamış gibi, aldığı yeni sözleşmenin getirisi bu olacak, daha tahammül edilemez bir hal alacak. Tıpkı Selçuk gibi, iki isim de zaten baskı altındayken yüksek ücretli sözleşmelerle iyice dikkatleri üzerine çektiler.
Son olarak iki not:
1- Chedjou'nun satılmasına kim engel olduysa varımı yoğumu harcayıp heykelini dikmek istiyorum. Bu sezon tarif edilemez bir şekilde yükseliyor formu.
2- Prandelli'yi harcamayın, harcatmayın, harcatmayalım. Bu güzel adam, ülkeden yolu geçen nice vasatlarla aynı kefeye konup bir çırpıda harcanacak bir adam değil. Bir kere de iyi bir adamı üzmeyelim, bir kere de o haklı olsun, belki bu sefer kazanırız. Gelmeyin medyanın gazına ve anlamsız Prandelli eleştirilerine. O bunları kafaya takmayacak kadar büyük şeylerle boğuştu kariyerinde, siz de takmayın kafaya. Prandelli ile önümüz fazlasıyla aydınlık, yeter ki ilk fırsatta çelmeyi takmayalım adama.
13.08.2014
Güle Güle Süleyman Dedem...
yazan:
firat selcuk
Bu ülkede futbolu azıcık seven herkesin içi sızlamıştır da, benim canım bir başka yanıyor haberi aldığımdan beri... Çocukluğumda yaz aylarını iple çektiren, Beşiktaş'ı hep ayrı bir yerde tutmamı sağlayan dedem artık yok.
Fotoğraftakini 20 yıl önce babamla İstanbul'da rakı sofrasından yolladı bana. Duvarında asılı olan, İnönü Stadı kokan flamayı alıp "Hoca bu torunuma gidecek, bir şey olmasın!" demiş babama, imzayı atmış yollamış...
İlk Galatasaray formam kayıp bugün ama bu ilk günkü gibi duruyor. Nerede saklarsam saklayayım, her zaman Galatasaray formalarımın en üstünde bu vardı, son 6-7 senedir de dolabımın kapağında asılı, her açışımda görüp Süleyman dedemi her gün selamlamamı sağladı, bir gün her bakışımda gözlerimi dolduracağını biliyordum ama... işte... ne diyebilirim ki...
Akşam işten geldim, yemek yiyordum, Twitter'daki şakalardan biri sandım, Münir Özkul'dan alıştırdılar sonuçta sevdiğimiz insanların ölüm haberleriyle ilgili şakalara. Alıştırdılar da, bir terslik vardı, yazan adamlar şaka yapacak adamlar değillerdi. Televizyonda da haberi son dakika olarak görünce yediğim yemeği attım yere, kapandım ağladım. Azıcık nefes aldım, annemi babamı aradım, Süleyman dedem ölmüş dedim, bir daha ağladım kapatıp. Babam beş dakika geçti aradı tekrar, belliydi oğlum dedi, kaç senedir hastaydı adam dedi, büyüyüp de bir kere daha sarılıp elini öpemedim dedim, kapattım telefonu tekrar ağladım... Her hastaneye kaldırılma haberini korkarak takip ettim. Kendimi alıştırmaya çalıştım hep, bu defa işten güçten durumunun ağırlaştığını göremedim, bir anda geldi haber. Büyüdükten sonra çok yakın çevremden aniden aldığım bir ölüm haberi hiç olmamıştı, hep hazırlıklıydık yakın çevreden yaşanan ölümlere ama ilk kez böyle ani bir haber aldım çocukluktan sonra. Böyle bir ilki böyle büyük bir adamla yaşamamalıydım, yazıp çizerken -ki belki saçma sapan şeyler yazıyorum, bilmiyorum- kabul etmek istemiyor bir yanım ama kafayı çevirdiğim her yerde Seba'yı kaybettik yazısından başka bir şey yok...
Aile dostlarımız sayesinde tanımış babam Süleyman Seba'yı. Ben daha dünyada yokken "Efsane Başkan" değil de "Süleyman Abi" olmuş annem babam için. Ben doğunca da dedeliğe terfi etmiş. Babam her adı geçtiğinde anlatır beni nasıl sevdiğini. Benim büyüyüp de koşturmaya başlamadığım dönemde bizimkilerin yanındaysa beni kimseye bırakmazmış. Belki olan biteni hatırlamaya başladığımda kendisini hiç görmesem bu kadar olmazdı ama defalarca boynuna sarılışım hala aklımda olduğundan saatlerdir gözlerim kurumadı.
5-6 yaşında çocuğa tavlayı öğretip de her defasında yenilerek o çocuğun okula girdiğinde Beşiktaşlı arkadaşlarına şov yapmasını sağladı. Yıllarca "tavla oynamayı biliyorum hem de sizin başkanınızı hep yeniyorum" diye bezdirmiştim Beşiktaşlı arkadaşlarımı.
Beni Beşiktaşlı yapmak için şansını denedi mi diye geçmişte sordum ama annem de babam da hiç öyle bir şey söylemedi dediler. Benim hatırlamaya başladığım dönemlerde de öyle bir şey olmadı. Zaten anne-baba demeden Cimbom demiş bir bebek için fazla da şansı olduğu söylenemez herhalde. Beni Beşiktaşlı yapmadı ama eminim kendi de biliyordu istediği saygıyı-sevgiyi aşıladığını...
Keşke arada yüzlerce kilometre olmasaydı da her istediğimde görebilseydim kendisini... 9-10 yaşıma kadar hatırladığım yaz ayları "Süleyman dedem geliyor" aylarıydı hep. Sonra buradaki evi sattı veya bıraktı tam hatırlamıyorum, sonuçta gelmedi 96-97 civarından beri. Beşiktaş'ın Marmaris'teki devre arası kampından sonra bir veya iki kere daha geldi. Bir daha gelmedi, yıllar sonra Datça'ya Palamutbükü'ne gelecekti ama o da olmadı sağlık sorunlarından ötürü hep erteledi denk gelmedi bana bir türlü.
Uzun yıllar görüşememiş olmama rağmen onu gördüğüm hemen hemen her an aklımda. Herkesin gözünde efsane olan bir adamın, ardından bir tane kötü kelime edilmemiş ve edilemeyecek bir adamın bu kadar yakınında olup kendisine dede diye sarılabilmek eşsiz bir duyguymuş... bunu bugün bir kez daha fazlasıyla anladım.
Umarım sonsuza kadar Beşiktaş'ı üzdüklerini duymadan uyursun Süleyman dedem...
Daha fazlasını veya derli toplusunu yazabilirdim belki ama gözler dola dola bu kadarı çıkıyor... Aklıma gelen her an bıkmadan usanmadan yazarım Süleyman Seba'yı...
Fotoğraftakini 20 yıl önce babamla İstanbul'da rakı sofrasından yolladı bana. Duvarında asılı olan, İnönü Stadı kokan flamayı alıp "Hoca bu torunuma gidecek, bir şey olmasın!" demiş babama, imzayı atmış yollamış...
İlk Galatasaray formam kayıp bugün ama bu ilk günkü gibi duruyor. Nerede saklarsam saklayayım, her zaman Galatasaray formalarımın en üstünde bu vardı, son 6-7 senedir de dolabımın kapağında asılı, her açışımda görüp Süleyman dedemi her gün selamlamamı sağladı, bir gün her bakışımda gözlerimi dolduracağını biliyordum ama... işte... ne diyebilirim ki...
Akşam işten geldim, yemek yiyordum, Twitter'daki şakalardan biri sandım, Münir Özkul'dan alıştırdılar sonuçta sevdiğimiz insanların ölüm haberleriyle ilgili şakalara. Alıştırdılar da, bir terslik vardı, yazan adamlar şaka yapacak adamlar değillerdi. Televizyonda da haberi son dakika olarak görünce yediğim yemeği attım yere, kapandım ağladım. Azıcık nefes aldım, annemi babamı aradım, Süleyman dedem ölmüş dedim, bir daha ağladım kapatıp. Babam beş dakika geçti aradı tekrar, belliydi oğlum dedi, kaç senedir hastaydı adam dedi, büyüyüp de bir kere daha sarılıp elini öpemedim dedim, kapattım telefonu tekrar ağladım... Her hastaneye kaldırılma haberini korkarak takip ettim. Kendimi alıştırmaya çalıştım hep, bu defa işten güçten durumunun ağırlaştığını göremedim, bir anda geldi haber. Büyüdükten sonra çok yakın çevremden aniden aldığım bir ölüm haberi hiç olmamıştı, hep hazırlıklıydık yakın çevreden yaşanan ölümlere ama ilk kez böyle ani bir haber aldım çocukluktan sonra. Böyle bir ilki böyle büyük bir adamla yaşamamalıydım, yazıp çizerken -ki belki saçma sapan şeyler yazıyorum, bilmiyorum- kabul etmek istemiyor bir yanım ama kafayı çevirdiğim her yerde Seba'yı kaybettik yazısından başka bir şey yok...
Aile dostlarımız sayesinde tanımış babam Süleyman Seba'yı. Ben daha dünyada yokken "Efsane Başkan" değil de "Süleyman Abi" olmuş annem babam için. Ben doğunca da dedeliğe terfi etmiş. Babam her adı geçtiğinde anlatır beni nasıl sevdiğini. Benim büyüyüp de koşturmaya başlamadığım dönemde bizimkilerin yanındaysa beni kimseye bırakmazmış. Belki olan biteni hatırlamaya başladığımda kendisini hiç görmesem bu kadar olmazdı ama defalarca boynuna sarılışım hala aklımda olduğundan saatlerdir gözlerim kurumadı.
5-6 yaşında çocuğa tavlayı öğretip de her defasında yenilerek o çocuğun okula girdiğinde Beşiktaşlı arkadaşlarına şov yapmasını sağladı. Yıllarca "tavla oynamayı biliyorum hem de sizin başkanınızı hep yeniyorum" diye bezdirmiştim Beşiktaşlı arkadaşlarımı.
Beni Beşiktaşlı yapmak için şansını denedi mi diye geçmişte sordum ama annem de babam da hiç öyle bir şey söylemedi dediler. Benim hatırlamaya başladığım dönemlerde de öyle bir şey olmadı. Zaten anne-baba demeden Cimbom demiş bir bebek için fazla da şansı olduğu söylenemez herhalde. Beni Beşiktaşlı yapmadı ama eminim kendi de biliyordu istediği saygıyı-sevgiyi aşıladığını...
Keşke arada yüzlerce kilometre olmasaydı da her istediğimde görebilseydim kendisini... 9-10 yaşıma kadar hatırladığım yaz ayları "Süleyman dedem geliyor" aylarıydı hep. Sonra buradaki evi sattı veya bıraktı tam hatırlamıyorum, sonuçta gelmedi 96-97 civarından beri. Beşiktaş'ın Marmaris'teki devre arası kampından sonra bir veya iki kere daha geldi. Bir daha gelmedi, yıllar sonra Datça'ya Palamutbükü'ne gelecekti ama o da olmadı sağlık sorunlarından ötürü hep erteledi denk gelmedi bana bir türlü.
Uzun yıllar görüşememiş olmama rağmen onu gördüğüm hemen hemen her an aklımda. Herkesin gözünde efsane olan bir adamın, ardından bir tane kötü kelime edilmemiş ve edilemeyecek bir adamın bu kadar yakınında olup kendisine dede diye sarılabilmek eşsiz bir duyguymuş... bunu bugün bir kez daha fazlasıyla anladım.
Umarım sonsuza kadar Beşiktaş'ı üzdüklerini duymadan uyursun Süleyman dedem...
Daha fazlasını veya derli toplusunu yazabilirdim belki ama gözler dola dola bu kadarı çıkıyor... Aklıma gelen her an bıkmadan usanmadan yazarım Süleyman Seba'yı...
3.07.2014
Arena'ya Bir İtalyan Daha: Cesare Prandelli #2
yazan:
firat selcuk
Ancak bir isim var ki, kariyerinin en özel sezonunu Cesare Prandelli ile yaşadı ve o dönem yarım bıraktığı işi şimdi çok daha güçlü olduğu bir ortamda tamamlama şansı var: Felipe Melo.
Almeria'da yaptığı çıkışla İspanya'da adını duyurduğunda devlerin yeteri kadar güvenini kazanamamış bir isimdi Felipe Melo. Daha zengin talipler çıkmayınca Fiorentina'nın 13 milyon Euro tutarındaki teklifi Almeria için tarihi bir fırsattı ve öyle de oldu. 2008 yazında Prandelli'nin orta saha düzeninde tıpkı Selçuk İnan gibi kullandığı Montolivo'nun yanına yapbozun eksik parçası olarak geldiğini kimse bilmiyordu sahaya çıkana dek. Almeria'dakinin üzerine her maç fazlasını koyarak ilerleyen ve daha iki-üç ay geçmeden tribünlerle arasında beklenmedik bir bağ oluşan, tribünle barışık diğer yıldızların pabucunu dama atıran biri oldu Melo. Şüphesiz ki sahadaki bitmeyen enerjisi ve Prandelli'nin kusursuz kullanımının katkısı büyüktü bunda. Sadece bir sezonda Fiorentina orta sahasına sınıf atlattı, Montolivo'yu iyiyken daha iyi hale getirdi, takım düştü denirken Prandelli'nin dediklerine harfiyen uyarak takımı ayaklandırdı. Anlattıklarım sanırım herkese tanıdık geliyor Galatasaray günlerinden. İşte o tanıdığınız bildiğiniz Melo'yu kariyerinin en kritik döneminde ince ince işleyip bu hale getiren adam Prandelli'nin ta kendisi. Bugün Melo'nun Prandelli'nin katkısını ve öğrettiklerini reddetme lüksü yok bence ve olur da reddederse büyük bir yalanın içindedir derim kesin bir dille. Yeri gelmişken devam edeyim ufaktan, o Melo sezon sonu takımla beş yıllık sözleşme imzaladı ancak bir ay sonrasında yeni sözleşmedeki 25 milyon Euro serbest kalma bedelini Juventus ödeyince Torino'nun yolunu tuttu. Arsenal de teklif yapmaya hazırlanıtordu ancak elini çabuk tutan Juve oldu Wenger paraya her zamanki gibi kıyamayınca. Juve takıma 18.5 ödedi, Marchionni ve Cristiano Zanetti'yi de verip aradaki farkı bu iki vasatın bonservisine saydı. Sonrasında Floransa çalkalandı, taraftar yönetime cephe aldı Melo satıldı diye. Melo'yu takım için bu kadar önemli hale getirmeyi 10 ayda başardı Prandelli.
Galatasaray'da Melo ve Selçuk'un uyumu Prandelli'nin daha gelmeden dikkatini çekmiştir ve benim bildiğim Prandelli Muslera'dan bile önce kadroya önce bu ikisini yazar. Montolivo'nun Prandelli döneminin kat kat daha kalitelisini oynayan bir Selçuk İnan'a sahibiz, kusura bakmayın ama geçen sezonun bir bölümünü kötü oynadı diye Selçuk'un Avrupa'da mevkisinin sayılı adamlarından olduğu gerçeği değişmeyecek benim gözümde. Tüm bunların yanında gerçekleşmek üzere olan bir Olcan Adın transferi var ki Prandelli'nin Jovetic gibi kullanacağı isim olarak ön plana çıkacak Olcan. Mancini bence Olcan için normal bir fırsattı ama Olcan'ın bir basamak daha atlaması lazımsa bunu Prandelli sağlayacaktır. Önceki yazıda Stankovic'in sözünü hatırlayalım, gelişime açık bir oyuncu için Prandelli ile çalışmak muhteşem bir fırsat.
Prandelli'nin Galatasaray tecrübesinde önüne çıkacak birkaç sorun da var şimdiden. Beklemediğimiz oyuncuları yedeğe alabilir ki benim ilk adaylarım Telles ve Burak. Burak gibi gereğinden fazla kendini düşünen adamı çok sevmez Prandelli. Telles'i yazma sebebim ise beş yıllık Fiorentina tecrübesinde açıkça ortaya çıkan güçlü bek sevdası. Pasqual harika bir sol bekti ancak Prandelli her zaman Vargas'ı tercih etti çünkü bek oyuncusunda güç arıyor. De Sciglio tamamen iyileşmeden Brezilya'da şans vermeme sebebi de bu, De Sciglio istediği güçte bir adam değil ve öyle düşündüğü bir oyuncuyu %100'e ulaşmadan oynatmak istemedi. Vargas'ın 2013/2014 sezonunda eskiye dönen müthiş performansı sonrası iç geçirmiştir keşke devşirip sola koyabilseydik diye. Sırf Fiorentina döneminden kalan inadı yüzünden elemelerde yararlandığı Pasqual'e sırt çevirdi bu yıl. O Pasqual Montella'nın sol çizgideki sigortası oldu iki senedir ve açık ara en formda İtalyan sol bek ligdeki. Aynı durumdan Telles'in de canının yanmaması için bizim Brezilyalının beklediğinden fazla çalışması gerekecek. Tezimi güçlendirecek örneklerden biri de Vargas sola hakim olmuşken sağda sürekli değişim yaşaması, De Silvestri, Comotto, Zauri gibi isimleri zorladı ama tutmadı. Sağda doğru düzgün verim alabildiği tek isim, o bölgede kullanmayı denediği zamanlarda Ujfalusi oldu.
Peki bu kadar adamdan bahsettik, Burak'ı sevmez dedik, Prandelli nasıl bir golcü ister ve bu taktiğe ve dizilişe nasıl yansır? Burak gibisini çok istemez ama eli mecbur şu an. O yüzden yanına birini koyabilmek için öncelikli tercihi 4-4-2 veya 3-5-2 olacak. 4-4-2'de Sneijder'e yer sıkıntısı doğacak tıpkı Terim ve Mancini'nin bazen yaşadığı gibi. Gerçi Terim gıcıktı adama, zorla sola sıkıştırdı, oralara girmiyorum fazla. Mancini döneminde fantezisini bol bol yaptığımız ama hiçbir şekilde tam uygulanamayan 4-3-1-2 dizilişi de 3-5-2 ve 4-4-2 arası geçiş için sık kullandığı bir diziliş. Burak kendisini buna itecek Sneijder ile birlikte, ilk etapta görünen o. Bu yüzden de Burak'ın yanına kendi kafasındaki golcü profilini yerleştirecektir. Sneijder için mecburen kendi şablonunun biraz dışına çıkacak ki böyle zorunluluğa can feda diye düşünüyor olsa gerek Prandelli.
Gilardino ve Toni'den aldığı verimi benzer tipte birine uygulaması lazım. Yönetimin Almeida düşüncesi bana göre Prandelli fikrinden sonra oluştu. Oluşmadıysa da oraya bağlamak çok kolay çünkü o iki oyuncuya benzer tipte Almeida. Güçlü ve herhangi bir pozisyonda ve vücut şeklinde gol vuruşu çıkarabilen bir adam. İsabet yüzdesi diğerleri gibi olmasa da... Prandelli bir şeyleri uygun görmemiş olacak ki bonservissiz olmasına rağmen vazgeçti bu tanıdığı bildiği isimden. Eskiden bir ara hedeflediği ve resmen Toni'nin izinden giden Caracciolo'nun kariyeri epey sarsılmamış olsa önümüzdeki ay parçalı formayla görebilirdik kendisini mesela. Bunlar basit örnekler tabii, üç yıldır Caracciolo cesetten farksızken onu Galatasaray'a layık gördüğüm düşünülmesin. Şimdilik alabileceği bir forvet göremiyorum istediği tarzda, ilk etapta hazırlık maçlarında Toni-Gilardino ikilisine benzer şekilde eğitebilmek için İsmail Berk'i dener. Yine de bir forvet gelecektir, Drogba'nın yerine yenisinin geleceğini o da biliyor, iyi veya kötü dolacak o boşluk, umarım istediği kalıba uyan biri gelir.
Savunma yapısını göz önüne getirdiğimde ise Mancini'nin oturttuğu kurgu çok değişmez, sadece bunun üçlü mü dörtlü mü olacağı ileri uçtakilerin performansıyla değişecek. Şanslı ki iki sisteme de uygun kadro yapımız var daha doğru düzgün transfer yapmamış olsak bile. Semih kendisinin sevdiği tipte oyuncu, Gamberini'yi nasıl hayran hayran oynattıysa Semih'i de evladı gibi sevip sayıp değişmez isim olarak kullanmaya devam edecek. Yanına ise, çoğu kişiye şaka gibi gelecek ama, kadroda olsaydı Burdisso'yu ilk tercih yapabilirdi. Fiorentina'da başarılı olduğu dönemde Gamberini-Dainelli ikilisinde Dainelli'nin neredeyse bir kopyası gibi Burdisso'nun özellikleri. Yani demek istediğim, o tip bir adam isteyecektir tekrar. Yine enteresan karşılanacağımı bile bile Gökhan Zan'ın önemli bir yer edinme potansiyeli var Prandelli'nin takımında. Seviyor öyle uzun ve dengesiz oyuncuları, Chedjou fazla enerjik ve teknik kalıyor Prandelli'nin standart şablonunda. Prandelli'nin milli takımda stoperde kullandığı en teknik adam Chiellini, öyle düşünün. Fiorentina'da Gamberini-Dainelli ikilisini yedeklemek için şimdi Sivas'ta oynayan Da Costa'yı gözüne kestirdi birkaç ay tahammül edebildi. Dainelli'yi daha sonra gönderdi, kendi Fiorentina kariyerinin son dört ayında vazgeçebildi ki o son dönem savunmanın da çöktüğü döneme tekabül ediyor. Kaptan Dainelli'yi gönderip prensi olarak gördüğü Per Kroldrup'a kendini teslim etmenin bedelini beklediğinden çok daha ağır ödedi. Alternatif yaratamamıştı o ikiliye bir türlü. Udineseli Felipe'yi denemiş, o da biraz fazla teknik geldiği için göndermişti, ayağında top tutan stoperlerle neden bu kadar problemli inanın hala bilmiyorum takip ettiğim dokuz yıllık sürece rağmen.
Savunmacının topla muhatap olmasını pek istemiyor Prandelli, işi öndeki adamın çözmesini istiyor. Bu yüzden Montolivo-Melo ikilisiyle oynadığı tek sezon Fiorentina'nın en iyi orta saha performansını verdiği sezon. O dönemden sonra rahata erdiğimiz dönemi başlatan Borja Valero oldu. Melo-Valero arası dönem çok karmaşık ve karanlık. Şimdi elinde Montolivo'nun bir basamak üstü olan Selçuk, eskisinden daha da çıldırmış bir Melo ve dünyada örneği zor bulunacak olan Sneijder var. Savunmanın teknik olmasına zaten gerek de yok başka bir hoca olsa bile ki Prandelli varken hiç mi hiç gerek olmayacak. Telles ve Eboue'nın gidişiyle sağa geçecek meçhul oyuncu savunmanın teknik kapasitesini oluşturacak bir bakıma. Savunma topu kurtarsın işini yapsın yetiyor Prandelli için. Kanatlara ve takımın geri kalanına girmiyorum, zira orası sorunsuz bölge gibi duruyor. Bruma ve Olcan'ın performansları standardı tuttursa yeter. Zamanında Santana'dan aldığı katkıyı Olcan'dan alacaktır rahatlıkla. Prandelli için önemli olan bekler ve orta sahadaki ikili veya üçlü göbek oyuncuları sonuçta. Melo ile buluştuğu için zaten yeteri kadar şanslı, birlikte alamadıkları kupa/şampiyonluk burada mutlu sonla biter. Prandelli yazısı olunca çok Melo diyor insan ama sonsuza kadar bahsedebilirim. Prandelli'nin deli gibi oynattığı orta saha ve o orta sahaya karakterden fazlasını katan Melo... Bir sezonluk hayal kaldığı yerden devam ediyor benim için.
Melo'dan yola çıkarak da o uyumu ve ilişkiyi gören diğer oyuncular da Prandelli'ye daha kolay ısınacaklardır. Özellikle gençlerin hemen arayı iyi tutup kendisinden forma kapmaları lazım, formayı iki-üç tanesi kapacak ve en az bir tanesi beklentileri karşılayacak şekilde ivmelenecek kariyerinde. Kesin konuşuyorum çünkü yapıyor bunu Prandelli. Jovetic, Melo, Montolivo gibi farklı altyapıya ve oyun görüşüne sahip toprakların adamlarında başarıya ulaşan adam Türk gencinde de ulaşacaktır, şüphem yok. Prandelli döneminde sportif direktör Pantaleo Corvino sık sık Balkanlar ve orta Avrupa kökenli genç getirdi, Prandelli her milletten adamı eğitti, iyi ya da kötü bir yerlere ulaştırdı çoğunu. Türk oyunculardan gelişen olmazsa son suçlayacağım adam Prandelli olur. Teknik ekibi de gayet iyi bir ekip güç toplama konusunda. Fiorentina'da fiziksel açıdan sorun yaşatmadı, ya sakatlık belasıyla uğraştı ya da mental eksiklikler takımın formunu bozdu. "Şu oyuncu da çok zayıftı hiç toparlayamadı" dediğim olmadı. Gerçekten kötü olan ve ısrar ettiği oyuncular bile yeteneksiz oldukları için eleştirildi çoğunlukla, ayakta duramayan, her darbede yıkılan veya rakibe direnemeyen oyuncusu olmaz Prandelli'nin. Bunu başarabilmek için de fırsatı var. Üst seviye bir İtalyan teknik adamın sezon öncesi kampta takımına ciddi oranda güç depolayamadığı bir dönem bilmiyorum. Rakiplerinden bir adım avantajlı bu konuda Prandelli ki kanıt isteyenler için Euro 2012'deki takım harika bir örnektir. Kulüpteki sezonunun temposundan çıkıp hemen milli takıma geçen oyuncuları o kadar iyi çalıştırdı ki şampiyona sanki sezon sonu değil de yeni sezonun başında oynanmış gibiydi.
Şimdi elde olanları toplayalım, tabloya toplu halde bakalım: Taktik açıdan iki ana şablonu harika kullanıyor, 3-5-2'den 4-4-2'ye maç içerisinde geçebiliyor ve elindeki takımı bu değişime her an hazır halde tutabiliyor verim kaybı yaşamadan. Zaten bunu yapabilen bir adamın oyuncu ilişkileri yerinde olmalı, o konuda da örnekler mevcut, kimseye inanmasak elimizde Felipe Melo gerçeği var. Ailevi etkenleri işine yansıtacak bir konumda değil, yaşayabileceği en kötü deneyimi yaşayıp eşini kaybetti, saha dışı etkenlerle mücadeleyi en zor şekilde öğrendi ve bundan sonra başına gelebilecek her şey artık çocuk oyuncağı. Medyanın saha dışı tacizlerde bulunması bile terbiyesizlik olur böyle acı bir tecrübesi olan hocaya karşı. Yöneticilerle her zaman ilişkileri iyiydi, takıma gelirken de ayrılırken de saygı-sevgi ortamını bozmaz. Kavgalı gittiği kulüp yoktur. Fiorentina'dan formsuz ayrılırken stat ayakta alkışladı, İtalya'dan istifa ederken de sadece kupada neden kötü oynattığı sorgulandı, Brezilya dönüşü istifa eden federasyon başkanı Abete "Ben gidiyorum ama yeni federasyon yönetimi öncelikle onu takımda tutmalı" diyerek bıraktı işini.
Böyle adamlara oluşan sevgi ufak detaylarda gizli her zaman. İtalya Milli Takımı'nın başına geçtikten sonra İtalya'da oynadığı ilk milli maç için tereddüt etmeden Artemio Franchi'yi istedi, Floransa halkına 5-0'lık Faroe Adaları galibiyetiyle selam verdi. Parma deplasmanlarında Floransa'daymış gibi alkışlandı, oyuncuları ardından hep olumlu konuştu.
Tablo kısmen Mancini'ye benziyor değil mi? Karakter ve oyun tarzı olarak benzeşmeyen bu adamlar kalite ve konumları sebebiyle örtüşüyorlar fazlasıyla. İtalya'da tıpkı bizdeki gibi ismi duyulunca bıktıran hocalar da var, bu isimler gibi saygınlığını yitirmeyen ve yitirmeyecek olan da var.
Galatasaray taraftarı olarak bu yönden fazlasıyla şanslıyız, sonuç ne olursa olsun içinde kötü niyet barındırmayan bir adama emanet ediyoruz takımı. Ciddiyetini dozunda kullanıp ekibine ve oyuncularına karşı güler yüzünü asla esirgemeyecek Prandelli. Paramı alırım işime bakarım diye yatanlardan da değil, kötü olduğunda kabul eder, suçlu neyse onu söyler, oyuncuysa oyuncu, kendisiyse kendisi, rakipse rakip, lafı dolandırıp türlü hikayelerle konuyu pas geçmez. Ülkeye gelen her yabancıya yaptığımız delirtme politikalarını uygulayıp da bu adamı da erkenden kaçırırsak yıllar sonra üzülerek akla getirdiğimiz bir anıya sahip oluruz.
Sezonu açsın ve ilk iki ay sesinizi çıkarmayın, düzenini kurup, kimi nasıl kullanacağına karar verdikten sonra varını yoğunu takımı için harcayan ve tüm iyi niyetiyle çalıştığına inandığınız bir hocamız olacak. Tek temennim Euro 2012 finalindeki ve Brezilya 2014'teki gibi kendi felsefesi dışındaki oyun planlarını olur olmadık yerde denememesi. İki hafta önce istemiyordum ama bloga iki parçalık bu yazıyı yazarken fazlasıyla güveniyor olduğumu anladım.
Sezon boyu burayı bol bol Prandelli methiyeleriyle doldururum umarım.
Arena'ya Bir İtalyan Daha: Cesare Prandelli #1
yazan:
firat selcuk
Hem Fiorentinalı hem Galatasaraylı olan biri için son bir yılda yaşananlar tuhaf bir hal almaya başladı. Ujfalusi ve Melo ile başlayan süreç Mancini ve Prandelli ile zirve yaptı. Tutulan iki takımda aynı adamlardan medet ummak farklı bir his ama yaşanabilecekleri önceden görme imkanı tanıyor bu. Mancini'de çok sürpriz yaşamadım mesela, sadece birkaç oyuncu değişikliği ve kadro seçimindeki ufak inatları şaşırtmıştı. Prandelli benzerini yapsa şaşırtmaz misal, sürpriz kadrolara ve isimlere alıştıran bir teknik adam kendisi.
Mancini sabit bir sistemde birbirinden farklı oyuncu denemesi yapan bir adamken Prandelli tam tersini uygulamaktan çekinmeyen bir isim. Yani demek istediğim; aynı kadroyu birden fazla dizilişte başarıyla kullanabiliyor. Sahaya 4-3-1-2 veya 4-1-3-2 ile çıkmayı çok sever Prandelli ancak aklında ilk iki sırada her zaman 4-4-2 ve 3-5-2 vardır. Fiorentina'yı çocukluğumdan beri takip ederim ve klasik 4-4-2'yi Prandelli kadar güzel kullanan ve uygulayan bir hoca görmedim takımın başında. 3-5-2'yi Fiorentina'da pek zorlamadı ama İtalya'nın 2012 ve 2013'teki harika performanslarına bu diziliş damgasını vurdu. Haftadan haftaya değil maç içerisinde kökten değişen taktiklere alışsanız iyi olur. Hatta cezalı duruma düşen oyuncuları varsa ve kadrosu için alternatifler arıyorsa aniden amatör takımlarla hazırlık maçı ayarlayabiliyor hafta arasına, tek amacı ortaya koyacağı adamı ve farklı taktikleri deneyebilmek.
Prandelli'nin kariyerindeki en büyük sorun başarıyı istikrarlı şekilde sürdürememesi ve çok başarılı olmaya doğru giderken farklı şeyler deneyip başarıyı gölgelemesi. Fiorentina'ya muhteşem dört sezon yaşatıp beşinci sezonda Avrupa uğruna ligi feda etti, Avrupa'da da Ovrebo gibi skandal bir hakeme tosladı ve Bayern'i eleyemedi. Ancak kariyerinde yönettiği takımlarda hep iz bıraktı olumlu anlamda. İlk deneyimi olan Lecce'yi saymazsak tabii... Girmişken kariyerinden devam edip sonra tekrar tarzına ve Galatasaray macerasındaki beklentilere döneceğim. Lecce'de kısa sürede görevine son verildikten sonra Verona'yı Serie A'ya yükseltip ilk sezonunda dokuzuncu yaptı. Yeni yetme bir hoca için fazlasıyla dikkat çekici oldu bu. Venedik'teki bir sezonluk deneyimin ardından ülkede kendisini tanımayanın kalmayacağı Parma macerası başladı. Burada Gilardino'yu ligin elit golcüleri arasına soktu uyguladığı sistemle.
2004'te Roma'nın başına geçti ama önceki yıllarda göğüs kanserine yakalanan eşinin durumu ağırlaşınca bıraktı görevini. Roma'yı bırakmak zorunda kalması Roma için şanssızlık, Fiorentina için de büyük bir şans oldu ilerleyen dönemde. Kendi özel hayatının kaderini değiştiren kanser belası iki takımın da kaderiyle doğrudan oynadı. Fiorentina'da ilk sezonunda Şampiyonlar Ligi bileti aldı ancak meşhur Calciopoli skandalı rüyayı sonlandırdı. Sonraki sezona takım -15 puanla başladı lige ve daha da kötüsü herhangi bir Avrupa kupası macerasında yer bulamadı. Aslında Serie A'dan da düşürülmüştük de mahkeme Juventus'u Serie C'den kurtarmak için şirinlik yapma adına bizi de affedip Serie A'ya geri alınca Prandelli de ayrılmadı ve esas rüya 2006/2007 sezonunda başladı. Herkesten geride olan takım ligi 15 puanlık cezaya rağmen altıncı sırada bitirdi ki silinmeyen puanları eklediğimizde 75 puanlı Roma'nın ardında 73 puanla üçüncü sırayı alabiliyordu Fiorentina. Bu muhteşem performans sonraki sezon(2007/2008) UEFA Kupası yarı finali ile taçlandı. Ligden de Şampiyonlar Ligi vizesi alındı.
Burada çok büyük bir parantez açmamız lazım Prandelli ve kariyerinden bahsetmeye devam edeceksek. Fiorentina 2007/2008 sezonunda 2000'li yılların açık ara en iyi performansını sergiliyordu ancak 26 Kasım 2007 günü Prandelli hayatının en büyük darbesini yedi, göğüs kanserine yakalanan eşi hayata veda etti. Roma'da 2004'te görevi bırakmıştı, bu kez tersini yapıp Fiorentina'da fazlasıyla iyi giden işine tutundu ve zaten yetenekleriyle kazandığı saygıyı daha da yükseğe taşıdı. Takımın o sezon UEFA yarı finali yapıp ligde son haftaya kadar Milan'a kafa tutup Şampiyonlar Ligi biletini almasında Prandelli'nin acısını hafifletme isteği ilk sıradaydı. Her fırsatta Prandelli'ye olan desteklerini dile getirdi oyuncular. Futbolcularıyla arasında hep iyi bir bağ olan Prandelli bunun meyvelerini 2007/2008 sezonunda bol bol topladı, kendisine destek çıkan onlarca oyuncusu vardı o zor dönemde.
2008/2009'da gündeme yine Gilardino'yu getireceğim zira Prandelli bir adamda bir ışık görüp onu başarılı yaptıysa bu inadını sürdürüyor. 2005/2006 sezonunda Luca Toni ligde rekor kırıp 31 gol atarken Prandelli Gilardino'ya Parma'da yaptığının aynısını yaptı. Luca Toni'nin rakip ceza sahasını domine edebileceğini biliyordu ve tek yapması gereken Toni'yi de buna inandırmaktı. Toni Almanya'daki Dünya Kupası'na en etkileyici golcü olarak giderken Prandelli eserini gururla izliyordu. 2008/2009'da da Parma'da parlattığı Gilardino'yu kariyeri Milano'da dibe doğru ilerlerken aldı ve yeniden milli takım seviyesine yükseltti. Kafaya koyduğu adamda birazcık yetenek varsa istediklerini çok kolay gerçekleştiriyor Prandelli. Neden geldi denen Gilardino bir anda Toni'yi unutturan bir yıldıza dönüştü.
2008/2009'da Şampiyonlar Ligi gruplarında Lyon ve Bayern'in ardında kalıp UEFA'da Ajax'a hemen elenmesi 2009/2010 için hırslandırdı. Avrupa'ya verdi odağını ve ligi iyi kötü götürmeye çalıştı ki bu Galatasaray'ın bu sezonuna muhteşem bir örnek neredeyse. Ligde istikrarlı şekilde dördüncü olup Şampiyonlar Ligi fırsatı yakalamak rehavete sebep oldu. 2010'da son 16'da Bayern'in bir metre ofsayttan attığı golü ve ceza sahasındaki elle oynamaları göremeyen Ovrebo ve yardımcılarının kurbanı olup ligi Avrupa ile telafi etme hedefinden erken sapması Fiorentina'da yerini sorgulattı.
Her sezon dördüncü giden takımın 11. sırayı alması huzuru kaçırdı. Herkes o eşleşme sonrası arkasında olsa da Fiorentina'da ligi 11. sırada bitirmeyi kabul ettiremeyecek kadar başarılı bir kariyere sahip olunca buradaki macerası bitmek zorunda kaldı. Mart ayında Juventus'a gideceği söylentileri çıktığında ise Fiorentina'ya olan sadakatini dile getirdi, buradaki sözleşmem geçerlidir, buna bağlıyım gibi bir söylemde bulundu. Buradaki yazının son bölümünde değinmiştim zamanında.
Ne var ki iki ay sonra günümüzün taze istifa edeni, federasyonu başkanı Abete'nin görüşme talebini kabul etti Fiorentina; Prandelli için 2010 Dünya Kupası sonrası görevi bırakacak olan Lippi'nin koltuğuna oturma şansı doğdu ve bu fırsatı kaçırmadı. İtalyan hocalarda bizdekinden çok daha yoğun bir milli takımı yönetme tutkusu var, buna karşı koyamadı o da.
İtiraf etmeliyim ki 2010'da Bayern'e elendikten sonra takımda kalması konusunda kararsızdım bir taraftar olarak. Avrupa'yı bu kadar ön planda tutup ligi tamamen boşlaması hoş değildi. Neyse ki Türkiye'de uğraşmak zorunda olduğu Milano'nun ağır abileri, Juventus ve başkentin kavgacıları yok. Kariyerine ilk defa en güçlülere kafa tutmak yerine en güçlü olarak yola devam edecek.
Farkında mısınız bilmiyorum, Felipe Melo-Prandelli ilişkisine hiç değinmedim. Zira o ikinci bölümde Galatasaraylı kısımda bahsedilmesi gereken bir şey.
Fiorentina günlerinin özeti böyle. Milli takıma da ufak bir bölüm bırakıp Prandelli tanıtımına son verip sonraki yazının hazırlığına başlamak istiyorum.
Milli takım serüveninde rahat olmak için haklı sebebi vardı, Lippi dünya şampiyonu takımı sonraki kupada gruptan çıkamayacak halde teslim etmişti Prandelli'ye. Prandelli'nin 2012'ye kolayca vize alıp elemelerde bol bol deneme yapıp yeni isimler kazandırması yetecekti, öyle de oldu ve Euro 2012'ye beklentileri karşılayarak gitti. Kariyerinin zirve anı da bu turnuva oldu. Almanya gibi makine düzenini geçti, grupta yenilmez olan İspanya'ya en azından kendisi de yenilmedi ancak finalde direnemedi. O dönem İspanya bir kupayı istiyorsa fark yemeseniz yeterliydi, Prandelli farkı da yedi o finalde kendi hatalarıyla. Grupta 3-5-2 ile İspanya'yı elinden kaçıran, Almanya'yı 3-5-2'yi kusursuz uygulamasıyla eleyen Prandelli finalde aniden dörtlü savunmaya dönüp harika işleyen takımın çehresini değiştirdi bu da hezimeti getirdi.
2013'te Konfederasyonlar Kupası'nda bu hataya düşmeyip iyi giden taktiğinde ısrar edip yarı finalde yine İspanya'yı karşısında buldu Prandelli. 2012'deki grup maçında uyguladığı doğrulardan vazgeçmeyip İspanya'ya 120 dakika boyunca karşı koydu, penaltılarda ise hoca olarak elinden gelen bir şey olmayınca üçüncülük maçıyla yetindi.
2014'te elenmesinin temel sebebi ise -ki blogda ayrı bir şekilde İtalya'nın erken vedasına değineceğim- eleme gruplarındaki doğrularından ve en önemlisi de kendisini milli takım sürecinde sırtlayan Rossi'den vazgeçmesi oldu. Rossi sakatlığı sonrası fiziki açıdan kendini toparladı ve döndü takıma ancak o Insigne-Immobile-Cerci üçlüsünü kadroda tutmayı seçti. Bedelini ağır ödedi. Tek sorumlu Rossi değil elbet ama Balotelli'nin tıkandığı noktalarda imdada koşan bir numaralı adamını bu kadar kolay harcaması çok sorgulandı. Bir de enteresan Paletta ve Parolo tercihleri var tabii... Neyse bunlar başka yazının konusu şimdi.
Kısacası doğru uyguladığı felsefeden bir anda tersi bir yapıya geçebilen ve bu yanlışta boşu boşuna inat edebilen biri Prandelli. Yazıda bol bol bahsi geçtiği gibi bir adamın bir işi yapabileceğini kıyısından köşesinden gördüğü an o adamı parlatıp ön plana çıkarıyor. 3-5-2 ile geleni geçeni yenerken aniden 4-4-2'ye geçip zorla maç alır, kimseye de hesabını vermez. Böyle bir adamla karşı karşıyasınız. Eşini kaybettiği dönem şunu gösterdi ki, özel hayatı dibe vursa da takıma odaklanıp başarıyı sürdürebiliyor. O dönem takımın başarısında en ufak sapma yaşamadan kariyerine devam eden adam için gelecekte özel hayat temalı haberler çıkarsa itibar etmem, siz de etmeyin medyamız o tip işlere girerse.
Dahası, oyuncularla iletişimde de son derece başarılı bir teknik adam. Takım Mancini'yle hem birlikteyken hem de Mancini sonrası kendisi hakkında nasıl olumlu konuştuysa Prandelli de aynı izlerle gidecek. Bugüne dek Balotelli delisi dışında ciddi sorun yaşadığı birini görmedim, Balotelli'nin kendi gölgesiyle bile sorun yaşadığını düşününce bunu görmezden gelebiliriz rahatlıkla. Oyuncu ve teknik ekip yönetimi konusunda kendisine sonuna dek güvenin, Mancini ile karakterleri ve oyun felsefeleri tutmasa da insanlarla ilişkileri çok benzer seviyede. Sert ve ciddi gözüken bu adamlar yeri geldiğinde arkadaştan öte oluyorlar futbolcularıyla. Mancini'deki güven ve sevgi-saygı ortamının bozulmayacağına eminim.
Jovetic Fiorentina'da yıldızını parlatmaktayken o dönem Inter'de oynayan Dejan Stankovic, Jovetic'i Inter'e isterken şöyle diyordu: - "Bu sezonun yeni yıldızı Jovetic. Kaliteli bir oyuncu, muazzam bir yeteneğe sahip ve Prandelli tarafından eğitilmek gibi bir şansı var. Fiorentina'dan sonra zirvedeki bir kulübe gidecektir buna eminim. Kendisine Inter'e gelmesini tavsiye ediyorum."
Prandelli'nin inandığı oyuncuyu nasıl geliştirdiği konusunda rakip takım oyuncusundan gelen bu ufak yorum fazlasıyla yeterli.
İtalyan futbolunun son yıllarda savunmacı kabuğunu kırıp hücumu öne çıkarmaya başlamasının temellerinde yatan adamlardan biri Prandelli. 2000'li yıllarda Parma ve Fiorentina ile izlettiği o güzel oyun sayesinde gömülüp de savunma yapmaya çabalayan takımlar yerine hücumu gittikçe ön plana alan takımlar izliyoruz İtalya'da. Son zamanlarda Milan-Inter-Juve üçlüsü zirveyi domine edip diğerlerini alta alamıyorlarsa bunda Prandelli ile başlayan akımın rolü çok büyük. Fiorentina ve Parma yedi büyük ekipten ikisi olarak anıldığı için zaten yukarıda olması beklenenlerden biriydi diyebilirsiniz ancak Prandelli'nin bu iki ekipte açtığı yol Napoli, Udinese, Sampdoria gibilerine cesaret verdi ki Napoli'nin yaşadığı dönüşüm ortada. Prandelli bir ülkenin futbol yapısına olumlu anlamda kabuk değiştirten bir adam, keşke 2014'te bu kadar başarısız olmasaydı diyeceğim ama olmasaydı yolu bizim memlekete düşmezdi, Euro 2016'ya devam ederdi. İlk etapta ya gelirse diye düşünüp istemedim de, şimdi mantıklı düşününce doğru bir hamle olduğunu görüyorum.
Bu yazı uzadıkça uzar, devamı Galatasaray içeriğine kayar. Melo başta olmak üzere daha kilit ve analiz/öngörü gerektiren durumları ikinci parçada okuyacaksınız, şimdilik burada nokta koyuyorum.
Arada göz atmak isteyen olursa yazıda bahsettiğim 2010'daki Bayern eşleşmesine ve Ovrebo rezaletine ait maçların yazıları burada:
- Ovrebo'nun Maçı: Bayern Münih 2-1 Fiorentina
- Ulan Ovrebo! : Fiorentina 3-2 Bayern Münih
29.06.2014
Brezilya 2014 Notları #1: Sevmedim
yazan:
firat selcuk
- Öncelikle, ben bu kupayı tam sevemedim. Onu netleştirelim.
- Böyle not gibi yazıyorum çünkü bu blogda nedense o Not Defteri konsepti çok sevildi. Benden daha çok seviliyor resmen o seri.
- Hayır yani... Neyse.
- Bu kupa çalıştığım dönemde izlediğim ilk kupa. Zaten ben 10 aydır çalıştığım için, son öncesinde hep öğrenci ve boş gezen olduğum için...
- Galiba sevememe sebeplerimden biri bu. İşten güçten tam odaklanamayınca böyle oluyor gibi. Gerçi 2010'a odaklandım da ne oldu. Onu da sevemedim.
- Şimdi diyeceksiniz ki sen 2006'yı seversin, hayır onu da sevmem. İtalya şampiyon oldu diye sevmem gerekmiyor.
- Bence kupa gibi kupa belirleyeceksem 2002'dir. İkinci sıraya da 1994'ü koyarım hatırladığım ilk kupa olduğundan. Bu iki kupa bence ayrı güzeldi. 1998'i aradan neden sildim bilmiyorum ama 94 ve 2002'nin tadını bir daha alamayız. 94'te tam yetişemediğimiz o efsanelerin son dönemleriydi. O zaman 7 yaşında olan bir çocuk olarak aklımdaki ilk futbol kahramanlarının çoğunu izleyip geleceğime de yön vermiş oldum bir bakıma.
- O kupa sayesinde Fiorentinalı oldum ben, Baggio'nun Fiorentina'yı tuttuğunu bir yerde okumasam çocuk aklımla, gidip de mal gibi Barcelona-Real Madrid peşinde bile koşardım belki. Yapardım ben, o mallığı seziyorum kendimde. İyi ki yaşım bilinçli olarak 94'ü hatırlamaya yetmiş.
- 2002'de ise birlikte büyüdüğümüz tüm yıldızlar vardı. Olmayan yok gibiydi, şimdinin 30'larına yaklaşanları olarak birleşip bir araba adam saysak, tamamına yakını oradaydı.
- 1998'i neden tam sevmedim diye düşünüyorum da belki ulaşmak kolaydı diye. 1994'teki gibi annemin babamın gece maç izletmeme olayı yoktu, gündüz bant yayın takip etmiyordum, Tam akşam oturup mahalle maçından dönüp tv karşısında maç izlemelik dönemdi. Kolayca kupaya ulaşılıyordu. Belki de ondan. 2002'de okul kapanacak ve uykuya kavuşacağız derken uykunun bir kısmını feda etmek gerekiyordu. O yüzden etkisi daha güzel.
- Hayatta kaç kere kahvaltı sofrasında canlı yayında Ronaldo'nun golünü izleyebildik ki bir daha?
- Neyse. Gelelim bu kupaya. Öncelikle bazı gruplar cidden olmasa da olur kıvamdalar. Her maçına 0-0 veya 1-1 yazıp geçeceğin ve kimsenin ses etmeyeceği gruplar var. Hikayesi ilginç olan ama kupada "bunun ne işi var" demekten öteye gidemeyen takımlar var.
- Son satırda lafı çaktığım takım Bosna. Beklenmedik yerden çıktılar geldiler iyi hoş da... Eee? Yani? Elendi gitti işte. Güzel futbol ve bol hücum bekledik ama utana sıkıla oynayıp gittiler. Dzeko'nun kariyerinde Dünya Kupası golü var işte. Faydası o. Bir de Hajrovic'i sadece Galatasaray'ın değil kimsenin kullanamadığını gördük. Adamın olayı İsviçre Ligi'nin taç çizgisi civarlarıymış.
- İtalya mesela bu kupada geleni geçeni 5-0'la geçip kupayı alsa ben yine sevmezdim. Çünkü şöyle 90 dakika tamamen odaklanıp izlediğim maç olmadı. Hollanda-İspanya maçı bile dikkatleri 45+1'de çekti torunlara miras bırakılacak kafa golüyle. Van Persie o bir daha giremeyeceği şekli alıp da kafayı vurmasa o maçın da öyle aman aman izlenir yanı olur muydu bilinmez.
- Bu kupada bir olmamışlık var ve hala da sürüyor çeyrek finallere yol almışken. Şöyle garip hikaye bekledik durduk ama o gariplikler bize çeyrek finalde Kosta Rika-Yunanistan galibini izleme gibi bir şey doğurdu. Bu ikisi grupta sürprizini yapsın, son 16'da efendi gibi elenip dönsün işte. Birbirlerine musallat edip çeyrek finalde de izletmeye gerek yok.
- Bak ama Şili olurdu, onlar kupanın katlanılabilir taraflarındandı.
- Zaten onlar da gidince elimde kalan tek şey Kolombiya oldu. Benim için o koca ülke "Cuadradospor" gibi bir şey bu kupada. Cuadrado kadrodaysa Kolombiya'yı tutuyorum İtalya'nın vedası sonrası. Bari Fiorentinalı oyuncu sevinsin.
- Galatasaraylı Muslera neden sevinmiyor derseniz, sevinsin de satalım mı? Elendi geldi işte. Ses etmeyin.
- Sonuç olarak. Ben bu kupayı sevmedim. Cuadrado Brezilya'yı elerse biraz sevebilirim.
28.06.2014
Belkin Tour'a Hazır
yazan:
firat selcuk
Tour De France 2014 öncesi Belkin takımı Amsterdam sokaklarında, halkın arasında. Dünyaya şanslı gelmek tam olarak böyle bir şey olmalı.
Blogu toparlıyorum tekrar. Merhaba. Twitter yetmiyor yazmak için.
13.03.2014
Forma Sırası Alex Telles'in
yazan:
firat selcuk
Bu sene henüz forma almadım, tıpkı geçen seneki gibi devre arası transferlerinin bitmesini bekledim. Geçen sene beklememin ödülünü formaya Drogba yazdırarak aldım ki bu sene biraz pişmanım doğrusu; Tugay'a Antalya deplasmanında yaptığı saçma sapan hareket yüzünden gözümdeki kredisi sıfıra indi. Chelsea'yi deplasmanda tek başına elemeyi başarırsa belki sezon sonuna kadar benim gözümde kendini kurtarır. Bu Drogba'nın veya herhangi birinin umurunda değil, tavşanın dağa küsmesi gibi bir şey benimki ancak kabullenemiyorum Tugay gibi birine o tripleri atmasını.
Bu sene yeniden Drogba almayı düşünüyordum sezonun ilk bölümünde ama ara transferi bekleme kararım Baros'tan bu yana özlemini duyduğum 15 numara formayı bana yeniden giydirme fırsatı sundu. Seneye numarasının değişme ihtimali olsa da bu sezon Alex Telles bir aylık performansıyla formaya adını yazdırmayı garantiledi. Yeni transferin harika oynamasının gazıyla aldığım formalar hep bir sezon dayandı Baros dışında. Formasını aldığım yabancı sezon sonu gitti. Baros dışında sadece Kewell dayandı iki sene. Keita, Song, HAGI(evet Hagi bile bir sene dayandı) üçlüsü içlerinde benim adıma en acıları oldu. Ayrıca İzmir'deki Store'da d harfi kalmadığı için Linderoth formasını alamamıştım geldiği dönem, formayı alma düşüncem bile adamın kariyerini bitirmeye yetti. Ya ben Hagi'yi bile 2000'in sonlarında alıp 2001'de futbolu bıraktırdım adama...
Böyle talihsiz bir ortamda Alex Telles konusunda tüm sorumluluğu üstlenmeye hazırım, formayı nisan sonuna kadar isimsiz, o tarihten sonra da 15 numara Alex Telles yazısıyla giyeceğim. Nisan sonundan sonra Alex Telles'in başına bir şey gelirse kendimi zor affederim. Ayrıca o kadar çok tekrar ettim ki bir şey olmayacağı varsa da şom ağzımı açtım.
Forma alma işim bu sene biraz dertli oldu ve internete kaldı artık İzmir'den Marmaris'e döndüğüm için. GS Store'un kendi sitesinden üç taksitle almayı düşünürken tercihimi bir anda hepsiburada'dan yana kullanmaya karar verdim. Kulübün resmi kanalından almak her zaman ilk tercih gibi gözükse de ben kendi bütçemi düşünüp hepsiburada.com spor ürünleri kategorisinden altı taksitle almayı uygun buldum. . Tek sıkıntım hepsiburada'nın isim yazdırmıyor oluşu ancak onu da nisan ayı içerisinde İzmir'e Tüyap Kitap Fuarı'na gidince halledeceğim.
Merak edenler varsa hepsiburada'daki Galatasaray Ürünleri sayfasını ziyaret edebilir.
Forma dışındaki ürünlere de indirim yapmışlar bu arada. Formalar da GS Store ile aynı fiyatta ve ek olarak üç taksit fazla yapma şansı var.
Bu sene yeniden Drogba almayı düşünüyordum sezonun ilk bölümünde ama ara transferi bekleme kararım Baros'tan bu yana özlemini duyduğum 15 numara formayı bana yeniden giydirme fırsatı sundu. Seneye numarasının değişme ihtimali olsa da bu sezon Alex Telles bir aylık performansıyla formaya adını yazdırmayı garantiledi. Yeni transferin harika oynamasının gazıyla aldığım formalar hep bir sezon dayandı Baros dışında. Formasını aldığım yabancı sezon sonu gitti. Baros dışında sadece Kewell dayandı iki sene. Keita, Song, HAGI(evet Hagi bile bir sene dayandı) üçlüsü içlerinde benim adıma en acıları oldu. Ayrıca İzmir'deki Store'da d harfi kalmadığı için Linderoth formasını alamamıştım geldiği dönem, formayı alma düşüncem bile adamın kariyerini bitirmeye yetti. Ya ben Hagi'yi bile 2000'in sonlarında alıp 2001'de futbolu bıraktırdım adama...
Böyle talihsiz bir ortamda Alex Telles konusunda tüm sorumluluğu üstlenmeye hazırım, formayı nisan sonuna kadar isimsiz, o tarihten sonra da 15 numara Alex Telles yazısıyla giyeceğim. Nisan sonundan sonra Alex Telles'in başına bir şey gelirse kendimi zor affederim. Ayrıca o kadar çok tekrar ettim ki bir şey olmayacağı varsa da şom ağzımı açtım.
Forma alma işim bu sene biraz dertli oldu ve internete kaldı artık İzmir'den Marmaris'e döndüğüm için. GS Store'un kendi sitesinden üç taksitle almayı düşünürken tercihimi bir anda hepsiburada'dan yana kullanmaya karar verdim. Kulübün resmi kanalından almak her zaman ilk tercih gibi gözükse de ben kendi bütçemi düşünüp hepsiburada.com spor ürünleri kategorisinden altı taksitle almayı uygun buldum. . Tek sıkıntım hepsiburada'nın isim yazdırmıyor oluşu ancak onu da nisan ayı içerisinde İzmir'e Tüyap Kitap Fuarı'na gidince halledeceğim.
Merak edenler varsa hepsiburada'daki Galatasaray Ürünleri sayfasını ziyaret edebilir.
Forma dışındaki ürünlere de indirim yapmışlar bu arada. Formalar da GS Store ile aynı fiyatta ve ek olarak üç taksit fazla yapma şansı var.
2.01.2014
Nerede O Eski Trenler!
yazan:
firat selcuk
Tam dört ay kadar önce öylesine yazdığım ama Marmaris'e kesin geri dönüşümden sonra uzun süre evde internetsiz durup işten güçten vakit ayırıp internet bağlatmaya çalışmayınca yazı öylece durdu kenarda. Hiçbir değişikliğe uğratmadan olduğu gibi yayınlıyorum, kısmet yeni yılaymış.
Gece vakti blogun yazmayan yazarlarından Anıl(@asiriuclu) ile bisikletten konuşurken olay bir anda bloga yarı nostaljik, yarı güncel bir yazı yazmaya kadar ilerledi. Bloga bisiklet yazmamıştım deli gibi ilgilenmeme rağmen, sanırım burada biraz bahsetmek iyi olacak arada.
Gelelim konumuza, 25 Ağustos 2013 itibarıyla Peter Sagan'ın sezonda(2013 UCI World Tour) Mark Cavendish'ten daha çok etap almasını kaldırabilmiş değilim. Bisiklete son üç sezonda deliler gibi bağlandıysam bunun pay sahipleri olarak %50 Eurosport Türkiye ekibi, %50 de Mark Cavendish derim. İlk zamanlar sadece sprint severdim sporu Cavendish ile öğrenmeye başladığım için. Neyse ki o ilkelliği attım üzerimden, tırmanışları da kısa sürede benimsedim ki bu saydıklarım 2010 sezonunda oluyor çoğunlukla. Neyse konuya dönelim...
Bisiklete ilgi duymaya başladığım dönemle HTC-Highroad'un(Columbia falan da var 2010'da ama böyle hitap edelim karışmasın) düz etaplardaki dominasyonu paralellik gösteriyor. Haliyle de -bana göre- tarihin en büyük ve kaliteli sprint takımını en başarılı döneminde takip etmiş olmak müthiş bir haz. 2011 sezonu sonunda o efsane HTC-Highroad takımının dağılması fazlasıyla can sıktı. HTC sponsorluktan çekilince Highroad yeni sponsor bulamayıp kilit vurdu. Bir efsanenin de sonu gelmiş oldu böylece.
2009-2011 arası üç sezonda Highroad ekibinin sprintleri ayrı ayrı ders niteliğinde şeylerdi. Tüm peloton bu adamların trenlerini bozma derdindeydi çünkü Mark Renshaw ve Mark Cavendish'i son düzlük öncesi ayıramamak etabı kaybetmek demekti. Tüm takımların ikişer sporcu ile kaldıkları son kilometreyi HTC-Highroad'un yedi sporcu ile geçmişliği vardı. YouTube'dan kolayca ulaşabilirsiniz Mark Cavendish'in sprint etaplarının toplu videolarına. 2008-2012 videosu vardı yanılmıyorsam, 2011'e kadar inanılmaz sprint trenleriyle etap alan Cavendish 2012'de ekip dağıldıktan sonra Team Sky ile birlikte rezilleri oynadı adeta. 2011'de HTC-Highroad ile dünya şampiyonu olan adam başka takımların sporcularının ve trenlerinin ardına takılıp sprint etabı kovaladı.
Yıl oldu 2013, Cavendish kafayı kullanıp Team Sky belasından çabuk kurtuldu ve Omega Pharma Quick Step'in(yazının kalanında OPQS diyeceğiz) yolunu tuttu. Sezona müthiş girdi, Giro'da etapları ve mayoyu aldı falan derken gözler ister istemez Fransa'ya çevrildi. Tour de France macerasında en az beş etap beklerken Sagan, Greipel, Kittel birer birer Cavendish'i yıktılar. Hatta Kittel'in son darbesi acı oldu, dört sezon üst üste kapanışı yapan Cavendish'i Paris'te en önde geçirtmedi Kittel.
Burada en büyük sıkıntı Cavendish'in lead out eksiği oldu. Yani sprintten önce önünde kalan son takım arkadaşı yüzünden Sky'dan sonra OPQS macerası da Fransa'da sıkıntı yarattı. Çünkü kendisine lead out diye basiretsizin birini verdiler. Steegmans isimli arkadaştan kimse Renshaw olmasını beklemiyordu ama insan biraz yardımcı olur. Renshaw gibi son 250-300 metrede diğerlerinin sprint bastığı hızda Cavendish'i hala taşıyan bir adama alışmışken ve zaten halihazırda bir senedir böyle bir adamın eksikliğini çekiyorken kendisini Steegmans'a emanet etmek hiç olmadı. Renshaw en bocaladığı dönemde bile Cavendish'i 1 kilometre kala sprinterlerin arasına atmadı, ya da sprint temposunu 2 kilometre kala vermedi. En kötü durumda bile son 500 metreye taşıdı Cavendish'i.
Peki Steegmans basiretsizi ne yaptı? 2 kilometre kala sprint tempoları mı dersin, 1 kilometre kala Cavendish'i bırakmalar mı dersin, en önde yer kapmak varken başka trenlerin ardında Cavendish'i götürmek mi dersin... Tamam OPQS ekibinin de hataları oldu, Tour'un daha başında Cavendish'i kazaya karıştırdılar, en önde basmaları gerekirken pelotonun ortasına girdiler ekip olarak, bunlar olur ama lead out dediğin adam farklı bir roldedir, Steegmans bunun farkında değildi. Benim gözümde Steegmans en fazla Cavendish'in üç-dört adam önündeki isim olur.
OPQS peloton için yeni HTC-Highroad olur diyorduk sezon başı ama Tour de France boyunca bu düşünce uzaklara doğru yelken açtı durdu. Ta ki Tour sonrası transfer haberleri bir bir ortalığı sallayana kadar. %100 sprint odaklı hale gelmeseler de sprint ağırlıklı hale geldiler iyice. Önce Cavendish'in ilk zamanlardaki büyük rakibi Petacchi'ye formayı giydirdiler. Petacchi artık sprint lideri olacak yaşı geçti, trenin harika işleyen bir parçası olmak zorundaydı ve gidebileceği en iyi takımı seçti. Petacchi hamlesi herkes için özlenen HTC-Highroad efsanesinin yine Cavendish liderliğiyle OPQS ile canlanacağını düşünüyordu ki bu düşünceyi tamamına erdiren esas hamle geldi: Mark Renshaw! 2014 sezonu ile birlikte OPQS adına yarışacak olan Renshaw iki senelik liderlik denemesinde başarısız olunca Renshaw'u Renshaw yapan rolü geri aldı: Fastest lead out man in the world.
Şimdi ben heyecanlanmayayım da ne yapayım... Önümüzdeki sezon şöyle bir tren izleme ihtimalimiz var: Tony Martin-Alessandro Petacchi-Mark Renshaw-Mark Cavendish. Ki OPQS yönetimi delirip "Meersman, sen de katılacaksın, seni Cavendish'in gitmediği her tura lider yapacak değiliz" dese ne de güzel olur...
Cavendish 2013'ü iyi geçirse de yapamadığı önemli şeyler oldu, Tour de France gibi... 2014'te her şeyi arttırıp efsanevi 2011 sezonundan daha iyisini yapabilme şansına erişti şimdiden. Arada HTC-Highroad treninden Goss'u da döndürseler iyi olurdu ama Orica-GreenEdge ile mutlu kendisini, şerefli beşincilikler falan alıyor, sonu Renshaw gibi olacak ama bir-iki sezon daha direnir.
Toplamak gerekirse, 1.5 sezondur ciddi bir sprint ekibi eksiği var. Tour de France öncesi OPQS iyi iş çıkardı, Giro performansları HTC-Highroad özlemimizi giderdi, üzerine kötü bir Tour de France geçirseler de sprint odaklı gelen Argos Shimano biraz heveslendirdi bizi ancak doya doya sprint izlemek için tarihin en büyük sprinteri Mark Cavendish'in önde olması lazım. Seneye sprint konusunda içimiz rahat edecek ve Cavendish bize 2011 sezonunun benzerini yaşatacak diye heveslenerek bitiriyorum yazıyı.
Sona kadar gelenlerden ufak geri dönüşler istiyorum yazıyla ilgili. Bu biraz dağınık bir yazı olmuş olabilir ama talep gelirse bisiklet hakkında da bir şeyler karalarım arada...
Gece vakti blogun yazmayan yazarlarından Anıl(@asiriuclu) ile bisikletten konuşurken olay bir anda bloga yarı nostaljik, yarı güncel bir yazı yazmaya kadar ilerledi. Bloga bisiklet yazmamıştım deli gibi ilgilenmeme rağmen, sanırım burada biraz bahsetmek iyi olacak arada.
Gelelim konumuza, 25 Ağustos 2013 itibarıyla Peter Sagan'ın sezonda(2013 UCI World Tour) Mark Cavendish'ten daha çok etap almasını kaldırabilmiş değilim. Bisiklete son üç sezonda deliler gibi bağlandıysam bunun pay sahipleri olarak %50 Eurosport Türkiye ekibi, %50 de Mark Cavendish derim. İlk zamanlar sadece sprint severdim sporu Cavendish ile öğrenmeye başladığım için. Neyse ki o ilkelliği attım üzerimden, tırmanışları da kısa sürede benimsedim ki bu saydıklarım 2010 sezonunda oluyor çoğunlukla. Neyse konuya dönelim...
Bisiklete ilgi duymaya başladığım dönemle HTC-Highroad'un(Columbia falan da var 2010'da ama böyle hitap edelim karışmasın) düz etaplardaki dominasyonu paralellik gösteriyor. Haliyle de -bana göre- tarihin en büyük ve kaliteli sprint takımını en başarılı döneminde takip etmiş olmak müthiş bir haz. 2011 sezonu sonunda o efsane HTC-Highroad takımının dağılması fazlasıyla can sıktı. HTC sponsorluktan çekilince Highroad yeni sponsor bulamayıp kilit vurdu. Bir efsanenin de sonu gelmiş oldu böylece.
2009-2011 arası üç sezonda Highroad ekibinin sprintleri ayrı ayrı ders niteliğinde şeylerdi. Tüm peloton bu adamların trenlerini bozma derdindeydi çünkü Mark Renshaw ve Mark Cavendish'i son düzlük öncesi ayıramamak etabı kaybetmek demekti. Tüm takımların ikişer sporcu ile kaldıkları son kilometreyi HTC-Highroad'un yedi sporcu ile geçmişliği vardı. YouTube'dan kolayca ulaşabilirsiniz Mark Cavendish'in sprint etaplarının toplu videolarına. 2008-2012 videosu vardı yanılmıyorsam, 2011'e kadar inanılmaz sprint trenleriyle etap alan Cavendish 2012'de ekip dağıldıktan sonra Team Sky ile birlikte rezilleri oynadı adeta. 2011'de HTC-Highroad ile dünya şampiyonu olan adam başka takımların sporcularının ve trenlerinin ardına takılıp sprint etabı kovaladı.
Yıl oldu 2013, Cavendish kafayı kullanıp Team Sky belasından çabuk kurtuldu ve Omega Pharma Quick Step'in(yazının kalanında OPQS diyeceğiz) yolunu tuttu. Sezona müthiş girdi, Giro'da etapları ve mayoyu aldı falan derken gözler ister istemez Fransa'ya çevrildi. Tour de France macerasında en az beş etap beklerken Sagan, Greipel, Kittel birer birer Cavendish'i yıktılar. Hatta Kittel'in son darbesi acı oldu, dört sezon üst üste kapanışı yapan Cavendish'i Paris'te en önde geçirtmedi Kittel.
Burada en büyük sıkıntı Cavendish'in lead out eksiği oldu. Yani sprintten önce önünde kalan son takım arkadaşı yüzünden Sky'dan sonra OPQS macerası da Fransa'da sıkıntı yarattı. Çünkü kendisine lead out diye basiretsizin birini verdiler. Steegmans isimli arkadaştan kimse Renshaw olmasını beklemiyordu ama insan biraz yardımcı olur. Renshaw gibi son 250-300 metrede diğerlerinin sprint bastığı hızda Cavendish'i hala taşıyan bir adama alışmışken ve zaten halihazırda bir senedir böyle bir adamın eksikliğini çekiyorken kendisini Steegmans'a emanet etmek hiç olmadı. Renshaw en bocaladığı dönemde bile Cavendish'i 1 kilometre kala sprinterlerin arasına atmadı, ya da sprint temposunu 2 kilometre kala vermedi. En kötü durumda bile son 500 metreye taşıdı Cavendish'i.
Peki Steegmans basiretsizi ne yaptı? 2 kilometre kala sprint tempoları mı dersin, 1 kilometre kala Cavendish'i bırakmalar mı dersin, en önde yer kapmak varken başka trenlerin ardında Cavendish'i götürmek mi dersin... Tamam OPQS ekibinin de hataları oldu, Tour'un daha başında Cavendish'i kazaya karıştırdılar, en önde basmaları gerekirken pelotonun ortasına girdiler ekip olarak, bunlar olur ama lead out dediğin adam farklı bir roldedir, Steegmans bunun farkında değildi. Benim gözümde Steegmans en fazla Cavendish'in üç-dört adam önündeki isim olur.
OPQS peloton için yeni HTC-Highroad olur diyorduk sezon başı ama Tour de France boyunca bu düşünce uzaklara doğru yelken açtı durdu. Ta ki Tour sonrası transfer haberleri bir bir ortalığı sallayana kadar. %100 sprint odaklı hale gelmeseler de sprint ağırlıklı hale geldiler iyice. Önce Cavendish'in ilk zamanlardaki büyük rakibi Petacchi'ye formayı giydirdiler. Petacchi artık sprint lideri olacak yaşı geçti, trenin harika işleyen bir parçası olmak zorundaydı ve gidebileceği en iyi takımı seçti. Petacchi hamlesi herkes için özlenen HTC-Highroad efsanesinin yine Cavendish liderliğiyle OPQS ile canlanacağını düşünüyordu ki bu düşünceyi tamamına erdiren esas hamle geldi: Mark Renshaw! 2014 sezonu ile birlikte OPQS adına yarışacak olan Renshaw iki senelik liderlik denemesinde başarısız olunca Renshaw'u Renshaw yapan rolü geri aldı: Fastest lead out man in the world.
Şimdi ben heyecanlanmayayım da ne yapayım... Önümüzdeki sezon şöyle bir tren izleme ihtimalimiz var: Tony Martin-Alessandro Petacchi-Mark Renshaw-Mark Cavendish. Ki OPQS yönetimi delirip "Meersman, sen de katılacaksın, seni Cavendish'in gitmediği her tura lider yapacak değiliz" dese ne de güzel olur...
Cavendish 2013'ü iyi geçirse de yapamadığı önemli şeyler oldu, Tour de France gibi... 2014'te her şeyi arttırıp efsanevi 2011 sezonundan daha iyisini yapabilme şansına erişti şimdiden. Arada HTC-Highroad treninden Goss'u da döndürseler iyi olurdu ama Orica-GreenEdge ile mutlu kendisini, şerefli beşincilikler falan alıyor, sonu Renshaw gibi olacak ama bir-iki sezon daha direnir.
Toplamak gerekirse, 1.5 sezondur ciddi bir sprint ekibi eksiği var. Tour de France öncesi OPQS iyi iş çıkardı, Giro performansları HTC-Highroad özlemimizi giderdi, üzerine kötü bir Tour de France geçirseler de sprint odaklı gelen Argos Shimano biraz heveslendirdi bizi ancak doya doya sprint izlemek için tarihin en büyük sprinteri Mark Cavendish'in önde olması lazım. Seneye sprint konusunda içimiz rahat edecek ve Cavendish bize 2011 sezonunun benzerini yaşatacak diye heveslenerek bitiriyorum yazıyı.
Sona kadar gelenlerden ufak geri dönüşler istiyorum yazıyla ilgili. Bu biraz dağınık bir yazı olmuş olabilir ama talep gelirse bisiklet hakkında da bir şeyler karalarım arada...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)