İlk yazıdan
bugüne geçen sürede üç film izledim. Başka “şunu yaptım güzel oldu” diye
anlatabileceğim bir mevzu olmadı, yazarken aklıma gelir belki. Bu sebepten bu
yazı sinema köşesi tadında olacak.
Hail, Caesar! : Hollywood’daki bir yöneticinin 27 saatini anlatan
bu film beni oldukça eğlendirdi, güldürdü. Toplam olarak baktığınızda size
farklı bir bakış açışı, bir farkındalık kazandıracağını sanmıyorum. Belki
hikayenin bile düzgün bir sonuca bağlandığını söyleyemeyiz. Benim için önemli
olan tempo, akıcılık ve eğlenceyi fazlasıyla verdi. Hobie Doyle rolündeki Alden
Ehrenreich’ı çok başarılı buldum.
Lost in Translation: Bunu 2012 yılında izlemeye niyetlendiğimden beri
hep ya üşendim ya başka bir şey oldu unuttum. En sonunda izledim ama izlememeye
devam etsem de olurmuş. Bill Murray’i izlemek keyif veriyor, Scarlett Johansson’un
daha genç ve daha doğal halini izlemek de keyif veriyor (hele Hail, Caesar!’da gördükten sonra). Fakat film beni hiç sarmadı.
Başlangıçtaki Japonlarla iletişim dramı yaşayan Bill Murray kısımları ne kadar
keyifliyse filmin sonradan döndüğü “anlatamayan ve anlaşılamayan insanların
hikayesi” o kadar da baydı hatta can verdirdi. Kötü film demek de içimden
gelmiyor. Hitap etmedi diyerek sıyrılayım.
John Wick - Chapter 2: Daha taze taze izledim. İlk filmin üstüne koyarak
gitmişler. İlk filmde yarattıkları alternatif kurgu ve evrenle basit bir
aksiyon filminin ötesine geçmeyi başarmışlardı. Bunda daha da detaya inmişler,
harika olmuş. Konu bildiğimiz konu, twist yok bir şey yok ancak işleniş şekli
mükemmel. Keanu Reeves’in daha önce yolunun kesiştiği Laurence Fishburne (The Matrix-Morpheus)
ve Peter Stormare (Constantine-Lucifer) bu filmde de ufak rollerle ona eşlik
etmiş, güzel bir detaydı. Film taze olduğu için detay verip spoilera girmek
istemiyorum. Birkaç ay sonra detaylı bir yazıyı hak eden bir evren ve film.
İmkanınız varsa sinemada izlemenizi tavsiye ediyorum.
Dediğim gibi
filmler dışında buraya yazacak pek bir şey yapmadım. Stephen
King’in bir diğer kitabı Maça Kızı
(Hearts in Atlantis)’na başladım. Kara Kule serisiyle bağlantılıymış
anladığım kadarıyla ancak bu kitabı anlamayacağınız anlamına gelmiyor. Ben
anlıyorum çünkü. Üç hikayenin ilkini bitirdim. Stephen King’in yazım tarzında
en sevdiğim nokta detaylı karakter anlatımı dışında tempoyu tatlı tatlı
yükseltmesi oluyor. Başarılı bir gerilim filmi gibi sayfalarca sizi kendine
bağlayıp, içinizi sıkmayı başarıyor. Bunda çevirmenin de büyük rolü var. Bu
kitabın çevirmeni Meral Gaspıralı ve
Mahşer’i çeviren Canan Kim’e saygılarımı iletmek
istiyorum. Yalnız bu kitabın da sonu patatese bağlayacak gibi geliyor,
hayırlısı.
Unutmadan,
kitabın Hearts in Atlantis adında Anthony Hopkins’in oynadığı bir filmi
varmış. Bitirdikten sonra izlerim.
Aslında bundan
önce King’in Richard Bachman adıyla
yazdığı Ateş Yolu kitabına
başlamıştım ancak keyif vermedi. Sanırım o kitap yarım kalacak. Eskiden
kitapları yarım bırakamazdım artık keyif almayınca bırakıyorum.
Defter Arkası
dedim defter oldu yazı.
Çeviri yapma
işini hızlandırdım. En az iki günde bir yazı koymak istiyorum ama nasip artık. Bir yandan daha başlığının atılmasını bekleyen bir tez diğer yandan yazmaya
çalıştığım uzun bir hikaye var.
Evet, bu futbol
izleyip uçana kaçana atarlanan, sövüp sayan, belaltı şaka, öküzce mizah yapan
kardeşinizin içinde bir yazar var. “Aslında yüreğinde kanat çırpan kuşlar sadece
gözyaşlarının yıkadığı, hayal kırıklığı taşıyan güvercinlerdi ama o, o hiç
yoktu...” diye yazmıyorum elbette, yazarsam vurun beni. Atın beni denizlere.
Veya beni bırakın
önce Dursun Özbek’i atın denizlere.
Tureng Sözlük’e de buradan sonsuz teşekkür. O olmasa birçok
kelime karşısında aval aval bakıp kalırdım.
Şöyle bir sayaca
bakıyorum, 500 kelimeyi geçmiş yazı. Defteri de aştım. Burada bitireyim.
Herkese iyi günler/geceler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder