Ligi kolayca kazanan takım küme düşme bataklığına nasıl
bu kadar erken döndü?
Manchester City’nin
para-öncesi yıllarını hatırlayan bizler yeni jenerasyon takipçilerin, Joe Royle’un
bahsettiği, kulübe has zayıf düşürücü “Cityitis”
hastalığını anlamamasını yadırgayabiliriz. Söylemek gerekir ki Cityitis zaman zaman çok güçlü
olabiliyordu ve birçok menajer gibi Joe Royle da bunu tedavi etmek için
verdiği sözü yerine getiremedi.
Colin Schindler’ın
Manchester City Ruined My Life (M.City
Hayatımı Mahvetti) kitabında “Zavallı
yaşlı Joe; Cityitisin, kulübü
profesyonelce yöneterek yenebileceği bakteriyel bir enfeksiyon olmadığını asla
anlamadı. Cityitis bizde doğuştan gelen bir vitamin eksikliği. Bağışıklık
sistemimizi güçlendirmek için takviyeler alabiliriz ama Thakin Shinawatra ya da
Bolton’dan Jamie Pollock’u transfer etmek gibi hastalıklara karşı koyamazlar.”
City’nin ilk
şampiyonluğunu 1937 yılında kazandığını ve bir sonraki sezon ligin en çok gol
atan takımı olduğunu düşünürseniz hikaye çok eskilere dayanıyor. Wilf Wild’ın
takımı, Derby County’i içerde 6-1 dışarda 7-1 yenerken Leeds ile West Bromwich
Albion’a da altışar tane attı, zirve yarışındaki Charlton Athletic’e beş tane
atıp, ligi şampiyon tamamlayan Arsenal’dan üç gol fazla atarak bitirdiler.
Problem şuydu ki
City o sezon aynı zamanda 20 kez kaybederek küme düştü. Son maçlarında berabere
kalsalar ligde kalacaklardı ya da diğer takımlar -Grimsby, Portsmouth,
Birmingham ve Stoke- yenilseydi. Dördü de kazandı, City kaybetti ve soyunma
odasında artı averajla küme düşen tek büyük lig takımı olduklarını öğrendiler.
Sonra Cityitis’in ikinci habercisi geldi.
Manchester United averajla lige yükseliyordu ve onların yerini alacaktı. Bu Cityitis’in kayıtlara geçen ilk
salgınıydı. Yetmezmiş gibi o günkü şutlarından birisi direğin içinden dönmesine
rağmen hakem 35 metre öteden bunun direğe çarptığına kanaat getirmişti.
79 yıl sonra hala
ligi kazandıktan bir sezon sonra küme düşen tek takım olma özelliğini
koruyorlar ancak Leicester City’nin artık Premier Lig’deki en egzantrik takım
olduğunu göz önüne alırsak bu durum daha fazla sürmeyebilir.
O kadar şeyden
sonra nasıl oldu da iki sezon önce, altı ay küme düşme hattında debelendikten sonra
zar zor ligde kalan takım, takip eden sezonda 10 puan farkla şampiyon olduktan
sonra kendini şimdi tekrar bataklıkta buldu?
Futbolun absürt
dünyasında bile kim hayal edebilirdi ki Claudio Ranieri, FIFA Yılın Teknik
Adamı ödülünü alacak hem de Leicester’ın şehir merkezine Gandhi, Richard III ve
Thomas Cook’un heykellerinin yanında heykelinin yapılması tartışılırken, daha
sonraki birkaç hafta içinde de giyotine gönderilecek ilk teknik adam olarak
bahisçilerin favorisi haline gelecek?
Ve hiç, spor
dünyasında başarıyı yakalayan insanların kendi şöhretlerine kapılıp,
kendilerini en başta neyin heybetli yaptığını unutma tuzağına düştüğünün daha açık
bir örneği oldu mu?
Ne yazık ki
Leicester için; bu, zirveden dünyaya bakan ve için için tekrar aynı profesyonel
başarının tadını çıkaramayacaklarını bilen oyuncular için her zaman risktir. Oyuncular
formlarını kaybeder, bazen sinsice ve göze hemen çarpmayan şekillerde. Teknik
direktörün düşmanı olan rehavet yayılır. Bundan sonra tekrar aynı açlığı
yaratmak adeta imkansızdır. Çürüme başlar.
“Riyad Mahrez, rakip savunmaları zarifçe yok eden bu isim
bu sezon üç gol attı, hepsi penaltıdan.”
Benzer bir olay, bu
seviyede olmasa da 1999’da Şampiyonlar Ligi’ni kazanan Manchester United’ın
başına da geldi. Roy Keane bir defasında “Üçlemeyi kazandıktan sonra bu aylar
boyunca gittiğimiz her yerde bizi avladı.” “Devam eden sezonda, kahramanlar
olarak selamlanıyorduk, tarih yazanlar, 1968 takımından daha iyiler, yüzyılın
takımı. Üç kupayla birlikte fotoğraflar imzalamalar, o hiç unutmayacağımız ‘harika
gece’ hakkında konuşmalar.” demişti.
Sir Alex Ferguson’ın
takımı takip eden sezonda Premier Lig’i kazandı fakat -Aşil Topuğu da
denebilecek- Avrupa’da dokuz yıl boyunca final göremedi ve belki de kaptan bu
mevzuyu Camp Nou’daki güzel geceye bağlarken bir şeyler yakalamıştı. Keane’in
hatırladığı, birkaç futbolcu maç sonu röportajlarında bir daha başka kupa
kazanmasalar da artık önemi olmadığını söylemişlerdi. “’Merhaba?’, dedim. Belki
fazla heyecandan ama peki gelecek sezon ne bok yiyeceğiz? Bu mu yani? Tarih
yazdık. Şimdi de bavulumuzu mu toplayacağız? Nasılsa ne yaparsak yapalım hiçbir
zaman unutulmayacağız.”
Dwight Yorke,
United için 1998-99 sezonunda çıktığı 52 maçta 29 gol attı. Hücum hattına
harika liderlik etti ve diğerlerine de sayısız fırsat yarattı. Ne var ki bu
noktadan sonra playboy olmaya daha çok adandı ve spor, başarıyla yumuşayan
oyuncular kervanına katılan bir diğerini izledi. Blackburn Rovers’ın şampiyon
olduktan sonraki haline bakın ya da Samir Nasri’nin Manchester City ile ilk
şampiyonluğunu kazandıktan sonraki çöküşüne. Ve evet, rağbet gösterilmeyen,
beklenmedik Leicester City’nin oyuncuları.
Jamie Vardy ve
Riyad Mahrez, geçen sezon yılın oyuncuları ödülünü kazandıktan sonra ünvanı
korudukları sezonda kötü paslar atıp gelen paslarda uyurgezerlik yaparak bunun
en dramatik örnekleri oldular. Onlarda da çürüme mi başladı? Leicester bir
zamanlar ayakları yere basan, gösterişsiz, mücadele hırslarının köreleceği
hayal bile edilemeyecek bir gruptu.
Artık değil. Ve
belki de ufak bir şey ama, kulübün sahibi Vichai Srivaddhanaprabha (Ö.K.: evet bunu
c/p yaptım), sezon başında bütün kadroya şampiyonluk hediyesi olarak -yedekler ve
ayrılan oyuncular dahil- tanesi 105.000 pound olan BMW 18s’ler verdiğinde bazı
yıllanmış izleyicilerin neden huzursuzlandığını anlıyor mu?
Unutulmamalı ki N’Golo
Kante’nin ayrılışının etkileri, Chelsea’nin birkaç hafta önce Leicester’da
kazandığı maçta Ranieri’nin Kante’yi boğar gibi şaka yapmasına yol açtı. Kante,
Chelsea’nin hafta içi Liverpool ile oynadığı maçta 14 top kazandı, Leicester’ın
Burnley’e karşı toplamda kazandığı 8 topa karşılık. O, top sürerek üç rakibini
geçen, şutu doksana zımbalayan veya ayağının dışıyla pas atan bir oyuncu değil.
Ancak o son üç sezonda Premier Lig’deki herkesten daha fazla başarılı mücadeleye
girdi. Yalnızca bir buçuk yıldır burada olduğunu düşünürsek bayağı etkileyici.
Yine de Leicester’ın
bütün sorunlarını bir oyuncunun kaybına bağlarsak bu kolaya kaçmak olur gibi
hissettiriyor. Bütün yeteneklerine rağmen Kante’nin kornerlerde topu kafayla
uzaklaştırması beklenmiyordu. Onun işi sezon boyunca 10 gole katkı vermek ya da
Vardy’e orta açmak değildi. Zaman zaman futbolun Duracell tavşanı olduğuna dair
izlenim yaratsa da onu Roberth Huth, Wes Morgan, Danny Drinkwater, Kasper
Schmeichel, Jamie Vardy, Riyad Mahrez ve ateşlerinin sönmesine izin veren diğer
herkesten sorumlu tutamayız.
Daha mutlu
zamanlarda oyuncularına “bebeklerim” diyen, hayali bir zil çalan (dilly-ding
dilly-dong) ve biraz sulugöz olduğunu mutlulukla itiraf eden Ranieri için,
soyunma odasının bölündüğü, Leicester’ın egoların ve kötü davranışların esiri
olduğu, teknik direktörün hor görüldüğü yönündeki hikayeleri okumak moral
bozucu olmalı.
Bu tarz
sızıntılar genellikle teknik direktör tam kontrole sahip ve oyuncular birlik
içindeyken olmaz. Leonard Ulloa’nın alenen kazan kaldırması perde arkasındaki
çatlaklıklara ayrı bir bakış açısı sunarken, Mahrez’in durumunda futbolda yeni
sözleşme imzalamanın tam sadakat anlamına gelmediğini söylemek haksızlık mı
olur?
Mahrez’in yeni
anlaşması Ağustos ortasında açıklanmıştı fakat en sonunda daha büyük bir kulüpten
teklif gelmedikten sonraydı. O zamanlar haberi yapılmayan bir durum ise yapılan
zamla birlikte bir nevi sözlü anlaşma da yapıldığıydı. Eğer Avrupa’nın süpergüç
sayılacak kulüplerinden biri Mahrez’e teklif yaparsa Leicester oyuncuya engel
olmayacaktı.
Belki de yüksek
seviye formu, öncelikleriniz böylesine bulanıkken tekrar etmek o kadar da kolay
değildir. Mahrez, rakip savunmaları zarifçe yok eden bu isim bu sezon üç gol
attı, hepsi penaltıdan ve belki de en iyi performanslarını bütün takım gibi Şampiyonlar
Ligi’nde sergilemesi tesadüf değildir.
Geçen yıl bu
hafta sonu Ranieri’nin adamlarının sezonun belirleyici maçlardan birinde Manchester
City’e gidip 3-1 yendiğini, herkesin güzel ve şok edici bir hikayeye tanık
ettiğini anladığı bir performans sergilediklerini düşündüğümüzde bunların hepsi
bir geriye dönüş gösteriyor. The
Unbelivables (İnanılmazlar) kitabının yazarı David Bevan “Manchester’daki
doksan dakika her şeyi değiştirdi” yazmıştı. Ama işte bir yıl sonra, çoğu oyuncusu
değişmemiş olan o takım kendilerine has bir Cityitis
yaşamakta. Çizdikleri bu deli grafikte oku tekrar yukarı doğrultmaları kolay
olmayacak.
Yazının orijinali bundan sonra Paul Gascoigne
hakkında kısa bir bilgi içermekte. Hikayeyi ilginç bulduğum için bu kısmı da
çevirerek ekledim.
Toulon’da Bıçak Sırtında
David White’ın
otobiyografisi kendi deyimiyle, “hayat değiştiren, ruh-arayan bir yolculuk”.
Manchester City’de, Leeds’te ve Sheffield United’da forma giymiş bu isim,
başından geçen rahatsızlık verici olaylar yüzünden geçen Kasım ayında cinsel
istismarın kurbanı olmuş futbolculardan biri olarak toplum önüne çıkmıştı.
Yine de Shades of Blue (Mavinin Tonları) kitabının diğer yüzleri de var. 1988
yılındaki Toulon turnuvasında İngiliz U21 takımı oyuncularının dışarı çıkma
izni aldıkları bir gece White’ın Michael Thomas, Nigel Clough, David Platt ve
Paul Gascoigne ile bara gittiği hikaye aktarmaya değer.
White’ın
anlattığına göre her şey yolundaymış ancak bölge yerlilerinden birisi Gascoigne’in
söylediği bir şeye alınıp İngiltere’deki en pahalı futbolcu olmak üzere olan bu
adamın boğazına bıçağı dayayana kadar. Ve işte böyle, akşam 10a kadar son
derece sıkı bir izinde olan, İngiltere’nin genç parlak yıldızları bunu teknik
direktörleri Dave Sexton’a nasıl açıklayacaklarını düşünmüş olmalı.
Gazza
yaralanmadan bu olaydan kurtulmayı başarmış ve bıçaklı Fransız hikayesi kendi
otobiyografisiinde yer bulmadı. White, “Belki de hayatının ne kadar olay dolu
geçmeye başlayacağına dair bir işaretti.” diyerek bitiriyor.
Bu çevirinin orijinali Daniel Taylor tarafından 4
Şubat 2017 tarihinde TheGuardian.com adresinde yayınlanmıştır.
Bu çeviri, artemiofranchi.org dışında kaynak gösterilse dahi izin alınmaksızın yayınlanamaz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder