23.11.2018

Bal Porsuğuna Kulak Verin



2018 Abu Dabi GPsi ile Red Bull için son yarışına çıkacak olan Daniel Ricciardo, The Players’ Tribune sitesine çocukluğundan başlayıp Renault’a gitme kararına kadar yaşadığı önemli anları yazdı.


*Zaman zaman Aussie jargonu içeren bu yazının duygusunu korumak için uğraşsam da bazı yerleri dümdüz çevirmek zorunda kaldım.

Tamamdır… Daha önce böyle bir şey yazmadım ancak bu yazı büyük bir karar vermek zorunda kalmış herkese gelsin.


Temmuz sonundaki Macaristan Grand Prix’inden sonra Los Angeles’a gittim. Uzaklaşmak istedim. Boşluğa ihtiyacım vardı. WiFi ve dikkat dağıtacak şeylerin olmadığı 9 saatlik bir uçuşa ihtiyacım vardı. Bir karar vermeye ihtiyacım vardı.

Red Bull ile geçirdiğim 10 yılın ardından takım bana yeni bir F1 kontratı sundu. Bütün profesyonel yarış kariyerimi Red Bull ile geçirmiştim fakat Renault da bana bir kontrat önermişti. İki takım da onlar için sürmemi istiyorlardı ve iki taraf da hemen bir cevap bekliyordu.

Şimdi dönüp baktığımda F1’deki geleceğimle ilgili kararın bir süredir hayatımdaki yegane şey olduğunu ve bana fark ettiğimden fazla zarar verdiğini görüyorum. Kulağa biraz dramatik geliyor ama bu hayatımdaki en büyük kararlardan bir tanesiydi. Formula 1 pilotu olmak için daha ergenlikte ailemi ve arkadaşlarımı bırakıp Avrupa’ya gitmeye karar vermek kadar büyük.

Hayati kararlar konusunda insanların çok daha zor kararlar vermek zorunda olduklarını biliyorum ama benim için bu karar hayat değiştirici olacaktı. Ayrıca bugün olduğum noktaya gelebilmek için gerçekten çok fazla çalıştım.

Böylece uçağa bindim ve yolun yarısında, ABD’nin doğu yakasının 40.000 fit kadar üzerinde bir yerlerde izlediğim filmi kapattım, bir kadeh şarap aldım ve geleceğim hakkında uzun ve ciddi şekilde düşündüm.

Gözlerimi kapattım ve motorların sesini dinledim. Her zaman insanların “her şeyin netleştiği an”dan bahsettiklerini duyardım. Ben de “Tamam netlik, neredesin?” der gibiydim.

Ve sonra, her şeyi düşündüm. Yani cidden her şeyi.


Geriye, benim için her şeyin başladığı zamana gittim.

Görüyorsunuz ben her zaman Daniel’dım. Her zaman aynı tavra sahiptim. Arsız olmayı seviyorum, gülmeyi seviyorum ve yaptığım her şeyde eğlenmeyi seviyorum.

Çocukken Perth’teki evimizdeki odamın duvarında büyük boy bir Michael Jordan posteri asılıydı. 88’deki ünlü smaç yarışmasındaki meşhur fotoğrafının posteriydi. Uçuşunun tam ortasında, resmen havada süzülürken! Her gün okuldan önce ona bakardım, şey der gibi Tamam, bugün MJ olacak mısın? Şimdi bakınca o zamanlar MJ değildim – o öldürücü güdüye sahip değildim. Demek istediğim, sadece bir çocuktum.

Yarış benim kanımda var. Babam İtalyan ve zamanında biraz yarışçılık yapmış. İki ya da üç yaşımdayken annemim kucağında, babamın Perth’ten çok uzak olmayan Wanneroo’daki pistte yarıştığını izlediğimi hatırlıyorum.

Birkaç yıl sonra ilk kez karting yarışındaydım ve babam izleyenler arasındaydı. İlk yarışıma çıktığımda kartıma 3 numara verildi.

Onu ben seçmedim – o beni seçti. Ev adresimiz 3 numaraydı, Dale Earnhardt 3 numaralı aracı sürüyordu, yani bayağı meşru bir durum gibi geldi.



Avustralya’da yaşarken F1 ve NASCAR yarışlarını izlemek için çok erken uyanmam gerekiyordu ama buna alıştığıma inansanız iyi edersiniz. Yemin ederim beni her Formula 1 yarışına uyandıran bir biyolojik saatim vardı. Alarmımı gece 3’e kurardım ve 2:55’te kendiliğimden uyanırdım – biliyordum. Anne babamın odasına koşar, televizyonu açıp yatağın kenarına oturup yarışı izlerdim. Pazartesi sabahı oldukça yorgun bir öğrenci olurdum ama her zaman buna değerdi.

Nihayetinde yerel şampiyonalardan biraz daha ciddi olanlara terfi ettim ve size anlatmak üzere olduğum hikaye Bal Porsuğu’nun kökeninin hikayesi.

Her zaman hatırlayıp üzerine düşündüğüm özel bir haftasonu var.

Babam ve ben piste gitmek için birkaç saat yolculuk yapmıştık. Sezondaki önemli yarışlardan biri olduğundan Cuma günü bir antrenman seansı vardı. Babam bizi oraya götürebilmek için işten izin almıştı. Haftasonuna doğru o kadar iyi sürmüyordum; daha iyi olmam gerektiğini biliyordum. Antrenman sırasında iki rakibim tam önümde hem savaşıyor hem de pisti birlikte öğreniyorlardı. Birbirlerini itiyorlardı ve ben sadece arkalarında kalıp onları izledim. Sonuç olarak bütün günü boşa harcadım çünkü antrenman sırasında hamle yapmaya korkmuştum.

Babam üzgündü. Neden olduğunu anladım. Onun için işten izin almak kolay olmamıştı. Ve daha az önce; durmadan, tekrar tekrar Senna ve Dale Sr. gibi bir pilot olmak istediğini söyleyen oğlunun antrenmanda çok çekingen olduğu için bütün günü boşa harcadığını izlemek zorunda kalmıştı.




Babam go-kartı sessizce kaldırırken onu izledim. Eve dönerken neredeyse hiç konuşmadık. Döndüğümüzde benim gibi yarışan bir arkadaşımı aradım. Ona bir daha asla yarışmayacağımı düşündüğümü söyledim.

Eğer bir daha hiç yarışmasam bunu anlardım. Babam yarış dünyasını biliyordu… Perth’te yaşayan Daima Mutlu (Happy-Go-Lucky [film]) bir çocuğun başarılı olmak için başka bir vites bulması gerekecekti. (Kelime oyunu için özür dilemeyeceğim.)

Böylece, birkaç hafta sonra ve babamla bazı ciddi konuşmalardan sonra bir sürücü antrenöründen biraz yardım aldım. Bana kullanışlı birçok teknik öğretti ama esas yardımcı olduğu konu işin mental tarafıydı. O antrenman seansından sonraki ilk yarışımda antrenörümle birlikte pistteydim ve 10 metre ötemde rakiplerimden birinin kartına binmeye hazırlandığını gördüm. Antrenörüm “Daniel, yanında git ve ona iyi şanslar dile.” dedi.

“Ben… o beni sevmiyor bile. Ben de onu sevmiyorum. Neden bunu yapayım ki?” dedim.

“Onun aklını karıştıracaksın. Sadece yap.” aklınızda bulunsun daha 13 yaşlarındaydık.

Çekiniyordum ama antrenörüm beni tam anlamıyla iterek asfaltın üstünde onun yanına götürdü. Yürüdüm, çocuğun gözlerine baktım, elini sıktım ve ona iyi şanslar diledim. Elimi yumuşakça sıktı ve hayalet görmüş gibi baktı.

Onu o gün yendim. Yakınımda bile değildi. Michael Jordan gurur duyardı.

Yani eğer insanlar size neden Red Bull’daki elemanın kaskında bal porsuğu olduğunu sorarlarsa, onlara çok, çok uzun zamandır iç-porsuğumu beslediğimi söyleyin. O, Batı Avustralya’nın go-kart pistlerinde doğdu.

O haftasonundan itibaren, porsuğu takip ettim.


2007 yılında, Portekiz’in Estoril şehrinde Red Bull çocuk programının testindeydim. Helmut Marko ile o gün tanıştım, kariyerimin yönünü değiştirecekti. Şansıma onun gözünde çok iyi iş çıkarmıştım ama adamım, o gerçekten korkutucu bir kediydi – bir kötü bakışı ödünüzü kopartırdı. Ancak her şeyden fazla şunu anlamıştım ki bu adam yarışı seviyordu ve takımına gerçekten önem veriyordu. O tutkuyu hissedebiliyordum.

Red Bull programı böyledir. Evet, acımasız olabilir ama bunun iyi bir sebebi vardır. En yüksek seviyede yarışmak acımasızdır. İniş ve çıkışlara hazır olmanız gerekir. Sizi hazırlar böylece zamanı geldiğinde hazır olursunuz.

Hazır olduğumu zannediyordum. Sonra o telefon geldi. Hazır değildim.

Yağmurlu bir Haziran gününde, anne babamla birlikte Milton Keynes, Birleşik Krallık’taki mutfağımdaydım. Masada duran telefonum titredi. Helmut arıyordu.

“Daniel” dedi, “gelecek haftaki Britanya Grand Prix’inde HRT için sürücü olacaksın.”

Lanet olası telefonu neredeyse düşürecektim.

Oturma odasına gittim ve ailem bir şey olduğunu anladı. Onlara 8 gün içinde F1 aracıyla yarışacağımı söyledim. Bu yarış için alarm kurmayacaktım bunu biliyordum.

Bütün o hafta sonu bulanıktı. Basın toplantısında Rubens Barrichello’nun yanında oturdum. Şapkamdan taşan dağınık saçlarımla aptal gibi görünüyordum (haha). Basın, Rubens’e bana tavsiye vermesini söylüyordu. Bense hayatım boyunca bu adamı izledim ve o muhtemelen beni hiç duymadı diye düşünüyordum.

Toplantıdan sonra Lewis Hamilton beni kenara çekti.

“İyi olacaksın. Sadece… arada bir etrafına bak ve tadını çıkar. Bir gün bununla ilgili bir yazı yazacaksın ve detayları hatırlamak isteyeceksin.”

(Tamam, son kısmı söylemedi ama yine de…)

Bir dünya şampiyonunun kendi evindeki grand prixde vakit ayırıp benimle konuşması beni çok sakinleştirdi. Pazar günü bana dört kez tur bindirildi ve rezalet bir gündü … ama lanet olsun ki mükemmeldi. Bir turluk temponun bir sürücüyü iyi yapmakta çok, çok az etkisi olduğunu öğrendim. Bir direksiyonda tam olarak 1 milyon tuş olduğunu öğrendim. Ve bir F1 aracı sürmenin yapabileceğiniz en eğlenceli şey olduğunu öğrendim.

Son nokta süper önemli.

Her zaman eğlenceli olmalı.

Bu yüzden yarışıyorum.

Ve kimse Red Bull’dan daha eğlenceli değil. Bunu 2014’te Toro Rosso’dan Red Bull Racing için yarışmaya çağrıldığımda öğrendim. Atmosfer çok sakin ve rahattı. Üzerimde baskı yoktu. Yani demek istediğim Seb ile aynı garajdayken kimse benden bir şey beklemiyordu. Üst üste dördüncü dünya şampiyonluğunu kazanmıştı. O sezona başlarken onu birkaç kez yenmeyi başarırsam benim için çok iyi bir görüntü çizeceğini biliyordum. Onun bir sezon önceki araç içi kamera görüntülerini izliyor ve Adamım, bunu ben de yapabilirim… değil mi? diyordum.

O düşünceyi hatırlıyorum. Kendine güvenin şoku. Sonra ilk bildiğim şey, 2014’te Montreal yaşandı – Kanada Grand Prix’indeki ilk F1 galibiyetim. Bu hikayeyi anlatabilmek için yarışın bitimine 22 tur kaldığı andan başlamam gerekiyor.

Mercedes pilotları Lewis Hamilton ve Nico Rosberg ile Force India pilotu Sergio Perez’in arkasında dördüncü sıradaydım. Neredeyse turu tamamlamıştık ve Lewis’in aracını pite sürüklediğini gördüm – fren problemiyle yarış dışı kalmıştı.

Tamam, tamam, tamam, bu bir podyum diye düşünüyordum.

Bütün gün Mercedesleri görememiştim. Bütün haftasonu boyunca mega-hızlılardı. Sonra, birkaç tur sonunda, Sergio’nun birkaç viraj önünde … oradaydı… Nico. Yarış lideri olan Rosberg’i o öğleden sonra ilk kez görebiliyordum. Onun da Lewis ile aynı problemi yaşıyor olabileceğini biliyordum.

Formula 1’de henüz yarış kazanamamıştım. Yaklaşmıştım ama daha kazanamamıştım. Bu benim şansımdı ama Sergio’yu geçmem gerekiyordu. Problem şu ki Force India’sı düzlüklerde hızlıydı ve Montreal’de çok fazla düzlük vardı. Tur üstüne turlardan sonra yaklaşmıştım ama yeterince yakın değildim. Zamanım azalıyordu ve Vettel, dördüncü, tam arkamda bana yaklaşıyordu.

Altı tur kala Sergio’nun virajlara biraz erken frenleyerek girmeye başladığını görebiliyordum – bir sorunu idare etmeye çalışıyordu. Start-finish düzlüğünü bir kez daha geçtik ve ben a**** k******, burada göndereceğim der gibiydim.

1. Virajda dışardan döndüm. Spin atsam ya da beceremesem bile yapmak, denemek zorunda olduğumu biliyordum. Bir an için çok dibe gittiğimi düşündüm. İki lastiğim çimlere girdi çıktı, neredeyse kontrolü kaybettim ama geri getirip yapıştırdım! 2. SIRA!

Sırada Nico vardı.

Sorunu gittikçe kötüleşiyordu ve iki tur kala onu arka düzlükte yakalayıp geçtim. Sonra kafama dank etti: H…., lidersin.

Sadece ellerimin çalışmaya devam etmesini istedim. Sakin kalmak ve nasıl vites değiştirip nasıl frenleneceğini, nasıl F1 aracı sürüldüğünü hatırlamak için çok zorluyordum. Vücuduma sakin kalması için yalvarıyordum – sadece birkaç sol ve birkaç sağ dönüş daha. Ve sonunda çizgiyi son bir kez geçtim, soluma baktım ve damalı bayrağı gördüm. Gördüğüm en güzel bayraktı. Bir tur önce Felipe Massa ve Sergio’nun 1. Viraj öncesi çarpıştıklarını görmüştüm bu yüzden radyoda takımıma onların durumunu sordum. Kutlamadan önce iyi olduklarını teyit ettim.

Yarış mühendisim Simon’ın “İyi durumdalar gibi görünüyor Daniel” dediğini duyduğumda rahatlamıştım. Sonra taşlar yerine oturdu. Formula 1 yarış galibi, Daniel Ricciardo. Oğlum, çok tatlı bir andı.

O günü ve Sergio’yu geçiş hamlemi asla unutmayacağım, sonsuza kadar aklıma yapışacak. Çünkü bir zamanlar, ergenken bunu yapmaya cesaretim yoktu. Bir zamanlar, bal porsuğu ruh hayvanım, alter-egom yoktu.


Uçakta oturmuş o galibiyeti hatırlarken aklıma birçok başka hatıra geldi. Bir tanesi öne çıktı. Monako. Bu yıl.

Monako Grand Prix’inin 28. turunda beygir gücünün bir bölümünü kaybettiğimde aklıma gelen ve ilk gördüğüm şey eski takım arkadaşım Seb oldu. Böyle bir sorunu birkaç km kala yaşamak olabilir ama daha bitişe 50 tur kala ve kuyruğumda O ADAM varken? Haydi be. Monako’da böylesine kötü bir şansı hak edecek ne yaptım.

İki yıl önce Monako’daki ikinciliğim aklıma geldi**. Montreal’de aracını idare etmeye çalışırken geçtiğim Nico aklıma geldi. Çekingen olduğum go-kart antrenmanı aklıma geldi.

**Yarışı lider götürürken Red Bull’un pit hatası sebebiyle ikinci olmuştu.

Bu yıl Monako’da kazanabilmek için yapabileceğim her şeye ihtiyacım vardı. Frenleme noktalarımı ve vites değişimlerini yarış sırasında yeniden öğrendim. Virajlarda beni geçmenin neredeyse imkansız olduğunu biliyordum bu yüzden Seb’i düzlüklerde geride tutabilmek için virajlarda fark açmalıydım. Hayatımın en test edici 50 virajıydı.

Ve sonunda… başardım. Biz başardık. Takip eden saatleri hayal meyal hatırlıyorum, çok yorucuydu. Eve gece 1’de döndüm ve kutlamaya devam etmek istedim ama hiç gücüm kalmamıştı. Ölmüştüm.

Buzdolabına gittim, bir bira aldım ve yatağa uzandım.

Muhtemelen hayatımın en iyi birasıydı. Benim bira fabrikamdan olmasının da etkisi var tabii, hahaha.

F1 Monako galibi, Daniel Ricciardo. İşte bütün her şey bununla ilgili.


Uçuşun bu noktasında Los Angeles’a iniş için neredeyse alçalmaya başlıyorduk. Cevabımı bulmaya yakındım. Çok sayıda mutlu anının üzerinden geçtim… Düşünceler daha yoğun ve hızlı geliyordu çünkü artık günümüze gelmiştim. Aklım olması gereken yerdeydi: bu yılın yarı noktası.

Zaman zaman bu sezon inanılmaz zor oldu. Zorluklara göğüs germekle ilgili şeyler söyledim… ama adamım bir süre sonra ben bile yoruldum. Ben insanım. Ama hepinizin şunu duymasını gerçekten istiyorum: Umarım herkes Red Bull’un bir markadan çok daha fazlası olduğunu anlar. O bir aile, o neyin mümkün olduğuna dair bir ifade şekli. Eğer bir takım bütün bunları yapabiliyorsa; futbol liglerini kazanmak, en hızlı araçları üretmek, en iyi oyuncuları(gamer) takıma katmak, uçak yarışları düzenlemek, biz hepimiz neler yapabiliriz? Red Bull yalnızca havalı işler yapıyor ve bunun bir parçası olmayı çok sevdim.

10 yıl boyunca Red Bull ailesinin parçası olduğum ve Red Bull Racing için yarıştığım için inanılmaz derecede ayrıcalıklı hissediyorum. Bana şansımı verdiler ve Dr. Marko yıllar önce beni fark etmese hayalimdeki iş olan F1 pilotluğuna ulaşabileceğimi zannetmiyorum.

Bu takımı, bu harika insanları, bu aileyi sonsuza kadar hatırlayacağım.

Ve bu düşünce, tam da burası, netliği bulduğum yerdi. Red Bull ile çok fazla şey başardım. Her zaman olmak istediğim kişi oldum, onların yanında. Ve biliyorum, biliyorum ki onlara her şeyimi vermiş ve aynı karşılığı görmüş şekilde buradan ayrılabilirim.

 
Ancak kalbimi dinlemem gerekiyordu, tek başıma gidip kendi kararımı vermeliydim. Değişim korkutucudur – insanın ödünü kopartır. Biliyorum ki yolculuğumun sıradaki kısmı her zaman kolay olmayacak ama en iyi versiyonum olabilmek için bu adımı atıp denemem gerekiyor. Bu her zaman buydu. Sıradaki adım, sıradaki sıçrama, yeni bir mücadele.

Gelecek yıl Renault’ya gidiyorum. Açık bir zihin ve tam bir kalple gidiyorum. Kimsenin kristal bir küresi yok ya da geleceği tahmin edip seçimlerimin sonuçlarını söyleyemezler ama ne olursa olsun, bir karar verildi.

Ancak şimdilik bu yılı güçlü bitirmek istiyorum. Mental olarak kolay olmayacak. Bunu biliyorum. Araçla attığım her tur beni Red Bull yarış tulumuyla attığım son tura daha da yaklaştıracak. Ve Abu Dabi’de son kez çıktığımda… Sanırım bayağı sağlam ağlayacağım. Belki birkaç kere. Sonra kış gelecek, Renault’taki arkadaşlarımla tanışacağım ve yeni bir sayfa açacağım.

Böylece uçaktan indim, yeni maceramın da ilki kadar eğlenceli olması umuduyla. Çünkü yaşlanıp saçlarıma aklar düştüğünde ve Wikipedia sayfamı okuyup tekrar genç hissetmeye çalıştığımda birkaç şey görmek istiyorum.

İlk olarak benim en az bir Formula 1 dünya şampiyonluğu kazandığımı yazmasını istiyorum. Bir taneye ihtiyacım var değil mi?

İkincisi, bal porsuğuyla ilgili bir bölüm olmalı. Bunu hak ettiğini düşünüyorum.

Üçüncü olarak da umarım benim sporu bir şekilde değiştirdiğimi, eğlendiğimi, sert ama adil yarıştığımı, izimi bıraktığımı yazar. Umarım dünyanın dört bir yanında her haftasonu izleyen çocuklar eğlenebileceğinizi, sert çocuk olabileceğinizi ve yine de yaptığınız işte gerçekten iyi olabileceğinizi biliyorlardır.

Ve eğer bu çocuklara yalnızca bir tavsiye verebileceksem o da budur: Ne yaparsanız yapın kendinize karşı dürüst olun.

Ve eğer bu işe yaramazsa – pulu yapıştırın ve gönderin.***

--Daniel

***”Lick the stamp and send it” kalıbı bu sezon Çin GP’sinde Vettel’i geçerken yaptığı riskli hamle sorulduğunda verdiği cevap (Bazen pulu yapıştırıp göndermeniz gerekir). Düz çevirisi “pulu yalayın ve gönderin” oluyor.

Bu yazının orijinali 21 Kasım 2018 tarihinde The Players’ Tribune adresinde Daniel Ricciardo tarafından yayınlanmıştır. Başlık fotoğrafı hariç tüm fotoğraflar yazıdan alınmıştır.

Bu çeviri ArtemioFranchi.org dışında kaynak gösterilse bile izin alınmadan kullanılamaz.

10.11.2018

Start Finish: Formula E


3 Mart 2011 tarihinde FIA Başkanı Jean Todt tarafından Paris’teki bir İtalyan restoranında peçeteye karalanarak ortaya çıkan Formula E serisi, 6. sezonuna başlamaya hazırlanıyor. 2014-15’te ilk kez yarış severlerle buluşan seri, 2018-19’da 2. jenerasyon araçları ve bu sezon gride katılan ünlü pilotlarıyla yeni bir deneyim vadediyor. Geleceğin teknolojisini şimdiden zorlamaya başlayan bu serinin neden izlenmesi ve neden izlenmemesi gerektiğini sizlere kendi fikirlerimle anlatmaya çalışacağım.


Öncelikle geride kalan 4 sezonun kısaca özetini geçelim. İlk yarıştan itibaren denk geldikçe izlesem de hiçbir sezonu baştan sona takip etmediğim için sezonlara bu yazıyı okuyacak insanlar kadar hakimim. Bu yüzden bilgi kaynağımız Wikipedia’nın yardımına başvurdum.
 

2014’TEN BUGÜNE


2014-15 sezonunda bütün takımlar Spark Racing Technology tarafından üretilmiş Spark-Renault SRT 01E model araçla yarışıyordu. Aracın gövdesini Dallara, elektrik motorunu McLaren (McLaren P1 Supercar ile aynı motor), batarya sistemini Williams Advanced Engineering ve beşli vites sistemini de Hewland üretmişti. Michelin de lastik sağlayıcısı olarak seriye katılmıştı. Jantlar 18 inç boyunda, F1’in de 2021 regülasyonlarıyla bu boyuta geçeceğini belirtelim. Bu Formula E için hem bütçeden kazanç hem de kolaylık olsa da Formula 1’de tamamen normal araçlara lastik pazarlamak için yapıldığını düşünüyorum.

İlk sezonunda 10 farklı şehirde yapılan 11 yarış sonunda -Londra’da 2 yarış yapıldı- Nelson Piquet Jr. şampiyon olurken takımlar şampiyonu da Alain Prost’un başında olduğu e.dams Renault oldu.

2015-16’da bu kez 9 şehirde 10 yarış yapıldı. Londra’daki son yarışta Sebastian Buemi en hızlı turu atan sürücüye verilen 2 bonus puanı alarak Lucas di Grasi’yi geçti ve şampiyon oldu, takımlarda da kazanan yine e.dams Renault’tu. Ayrıca bu sezondan itibaren takımlara kendi powertrainlerini(güç aktarım mekanizması) geliştirme izni verildi. Elektrik motoru, inverter (DC akımı AC’ye çeviren cihaz), vites kutusu ve soğutma sistemi takımlar tarafından geliştirilebilirken araç şasi ve bataryaları tek tip olarak kaldı.

Serinin üçüncü sezonunda işini şansa bırakmayan Lucas di Grasi, Sebastian Buemi’nin 24 puan önünde şampiyonluğa ulaştı. Takımlarda e.dams Renault hakimiyeti yine değişmedi. 2017-18 sezonunda ise bu hakimiyete son veren takım Audi Sport ABT Schaeffler oldu. Son yarışta iki puanla Techeetah’ı geçen Audi Sport takım şampiyonu olsa da sürücüler şampiyonu Techeetah pilotu Jean-Eric Vergne oldu.

Bu kısa özet sonrasında bir de kurallara bakalım.

Jean Eric-Vergne


KURALLAR


Seride puanlar Formula 1’deki gibi 25-18-15-12-10-8-6-4-2-1 şeklinde veriliyor. Ayrıca yarışı ilk 10 içinde bitirenlerden en hızlı turu atana 1, pole pozisyonunu kazanana ise 3 puan veriliyor.

Eğer yarışın yapıldığı şehir buna imkan sunuyorsa, yarıştan önceki gün Shakedown adı verilen turlar atılıyor. Buna antrenman turu diyemeyiz çünkü araçların tam gücü olan 200kW yerine 110kW kullanmalarına izin veriliyor. Bu turların amacı araçtaki olası sorunları saptamak ve FIA yetkililerinin pisti teftiş etmelerine olanak sunmak. Antrenman Turları ise 45 dakikalık bir seansı takip eden yarım saatlik iki seanstan oluşuyor. Eğer şehirde double-header yani çift yarış yapılacaksa sadece 45 dakikaya izin veriliyor. Bu turlarda 200kW güç kullanmak serbest.

Sıralama Turları yarıştan önce yapılıyor. Kurayla gruplara ayrılan pilotlar öncelikle 6 dakikalık süre içinde en iyi zamanları elde etmeye çalışıyorlar. Daha sonra her grubun en hızlı pilotu bir araya gelerek Super Pole shoot-out isimli rounda geçiyorlar. Hepsinin tek bir tur şansı oluyor.

E-Prix yani yarış gününde formasyon turu atılmıyor. Çünkü lastiklerin ve frenlerin ısıtılması gibi dertler bu seride yok. Yarışın kalanı bildiğimiz gibi. Tek fark, yarışta 180kW güç kullanılabilmesi. 190kW da yalnızca FANBOOST kullanmaya hak kazanan pilotlara geçici bir süreliğine veriliyor.

FANBOOST nedir? Yarış haftasında sosyal medyadan en çok desteği gören 3 pilota yarış içinde belli bölümlerde kullanabilecekleri 10kWlık ekstra güç verilmesi şarlatanlığıdır. Şarlatanlık diyorum çünkü seriyi izlemeye diğer serilerden gelen insanlar haklı olarak bunu power-up gibi görüyorlar. Ayrıca popülerlik ölçer olduğu için adaletsiz bir dağıtıma sahip. FAKAT bu abartıldığı kadar bir etki sağlamıyor. Üstüne üstlük bu 10kW ekstra güç yine aracın kendi bataryasından harcandığı için yarışın sonuna kadar bataryasını korumaya çalışan pilota dezavantaj da yaratabiliyor. Sonuç olarak elimizde kağıt üstünde kalmış, Formula 1’deki Günün Sürücüsü’nden (DOTD) daha adaletsiz bir oylamaya sahip (oylama hafta başında başlayıp yarışın ilk dakikalarında bitiyor) bir etkileşim tuzağı.


5. SEZONDAKİ 5 DEĞİŞİKLİK (Aslında 3)


İlk olarak en büyük değişiklik araç. Gen 2 yani 2. jenerasyon araç hem güç hem de kapasite olarak Gen 1’den iyiyken hem de görüntü olarak bence kat kat daha güzel görünüyor. 250kW güce sahip olan aracın 0-100km hızlanması 2.8 sn sürüyor ve 280 km/sa hıza ulaşabiliyor. Ayrıca çift depolama ünitesine sahip olduğu için artık yarışlarda pitstop yaparak araç değiştirme mevzusu tarihe karışacak.

Pitstop demişken, Formula E’de araçta tamir edilmesi gereken bir hasar, patlak lastik vs. olmadıkça pitstop yapılmıyor. Bundan önce yarışlarda pilotlar tek araçla yarışı bitiremediklerinden pite gelerek diğer araçlarına geçiş yapıyorlardı, artık bu da olmayacak. Lojistik anlamda da seriyi ciddi anlamda rahatlatacak bir gelişme oldu.

İkinci önemli değişiklik artık yarışlarda belirli bir tur sayısı olmayacak. DTM takip edenlerin bileceği şekilde zaman kısıtı + 1 tur sistemine geçiş yapılıyor. Yarışlar 45 dakika sürecek, 45 dakikanın sonunda da 1 son tur daha atılacak. Emin değilim ama bu sanırım yayıncıların yarışları podyumla beraber 1 saatlik süreye sığdırmak istemelerinden kaynaklanıyor. Aslında bu zaman limiti Formula 1’de 2 saat olarak mevcut ancak arka arkaya kırmızı bayraklar gelmediği sürece bu sınıra yaklaşmadan yarışlar tur sayısı olarak tamamlanıyor.

Üçüncü olarak FANBOOST’a ek olarak elverişli pistlerde belirlenen yan yollar olacak. Bu yan yollardan geçen sürücülere yarıştaki 200kW gücü aşarak 225kW güç kullanma hakkı verilecek. Bu hakların sürücü başına kaç tane olacağı, yarışlarda ne zaman kullanılacağı gibi mevzulara her yarışta FIA yetkilileri karar verecekmiş. Yarış oyunlarındaki hızlandırıcı yollar gibi bir konsept düşünülmüş. Güç kullanma hakkı kazanan araçların haloları ışıl ışıl yanacakmış bir de. Bu işin izleyiciye yansımasına az sonra değineceğim.

Dördüncü ve beşinci değişiklikler olarak yeni şehir pistleri, yeni takımlar ve sürücüler lanse edilmiş. Bunlara yenilik demek ne kadar doğru bilmiyorum çünkü bunlar her sezon yaşanan değişiklikler zaten. Takım ve sürücülerden ayrıca bahsedeceğim.

O zaman önce sübjektif yorumlarımla gömme faslına geçelim.

Gen 2 kesinlikle daha seksi görünüyor.


FORMULA E İZLEMEMEK İÇİN 5 SEBEP


1# Formula 1’e kıyasla çok yavaş araçlar. Bu sezonki yeniliklerle birlikte bu fark biraz daha kapanacak olsa da televizyonda izlerken bile bu farkı ciddi şekilde hissediyorsunuz. Üstelik şehir içi pistlerde dar alanlarda yapılan yarışlarla bu fark gölgelenmeye çalışılıyor. Monako’da bile Formula 1 rotasını kullanamayan bir seriden bahsediyoruz. Tekrar belirteceğim, bu sezon hızlar en azından DTM’e yaklaşacak, bu yüzden gerçek bir problem olmayabilir.

Bir de benim için gerçekten hiç sorun olmayan bir motor gürültüsü mevzusu var. Kulaklarımla ilgili bir sağlık sorunu sebebiyle yüksek ses çıkartan motorların olmaması beni hiç rahatsız etmiyor. Fakat birçok kişi için neredeyse sessiz çalışan bu araçlar hız duygusunu da iyice yok ediyor. Belirtmeden geçemeyeceğim, araçların çıkardığı sesin elektrik süpürgesine benzediği de bir gerçek.

2# Yarış ciddiyetini alıp götüren uygulamalar. FANBOOST yeterince tartışmalı değilmiş gibi yeni gelen bu güç bonusu veren ışıklı yollar geldi. Bir de tekrar gösterimlerde müzik çalınması gibi manasız bir uygulama var. Bütün bunlar bir araya gelince atmosferin yarıştan çok Wipeout, Trackmania, Crash Team Racing(Mario Kart’a basardı kıymeti bilinmedi), Re-volt gibi oyunlara benzemesine yol açıyor. Özellikle yeni nesli işin içine katmak, izleyiciyle etkileşime girmek için yapıyor olabilirler. Şahsi fikrim ise farklı yöntemler bulmaları gerektiği yönünde.

3# Sokak pistleriyle kısıtlı kalması. Araçlar geliştikçe daha ilerde Silverstone, Monza, Spa gibi klasik pistlerde izleme şansımızın olacağına inanıyorum. Ne var ki sürekli şehir içi dar yolları izlemek bir süre sonra sıkıcı olabiliyor. Formula 1’de Monako’nun büyüsünü kaybetme sebeplerinden bir tanesi de yine bu sokak pistleri. Eskiden bir tek Monako vardı, şimdi 2020’de Vietnam ile beraber 5-6 tane sokak pisti olacak. Formula E’ye dönecek olursak bu konu biraz bıçak sırtı aslında çünkü bunun olumlu yanları da var onları da yazacağım. Klasik pist arıyorsanız bu seri size göre değil bunu söyleyeyim.

4# Ciddi bir rekabet olmaması, sürücülerin zaman zaman çekip gitmeleri. 4 sezon, özellikle yeni başlayan bir seri için ezeli rekabetlerin oluşması için yetersiz bir süre buna hak veriyorum. Yine de insan sağlıklı seviyede gerginlik barındıran yani Hamiltoncılar şerefsizdir, Vettelciler ölsün tarzı çığrından çıkan F1 ortamı gibi olmayan bir rekabet arıyoruz. Çünkü ortada bir hikaye varsa bir şeylere bağlanıp izlemek daha kolay olur ve keyif verir.

Şimdi kötü konuşacağım: Ulan bırakın ezeli rekabeti, 2 sezon önce kimdi hatırlamıyorum birisi şampiyonluk yarışları sırasında “baba benim DTM’e sözüm vardı ya” diye çekip gitti lan. Bayağı şampiyonluğu sallamadı, sözleşmem var dedi gitti. Sürücünün şampiyonluğu kâle almadığı seriyi seyirci neden ciddiye alıp izlesin?

5# Sinir bozucu olabilen sosyal medya admini. Haklı olarak böyle sebep mi olur diyebilirsiniz ama gerçekten sinir bozuyor. Sürekli bir “biz ne kadar hipsterız ağbi ya çevrecilik ya biz var ya biz oooo F1 şu kadar benzin yakıyor” diye kafa ütüleyen ve fare-dağ ilişkisindeki fare rolünü üstlenerek F1’e laf çakmaya çalışan paylaşımlar insana öeh tepkisi verdiriyor. Üniversitede sürekli bir şov amaçlı aktivistlik peşinde olup kafanızı ütüleyen, gerçek aktivistlere bile yaka silktiren tipler olur ya aha onlardan biri var arada hesabı ona veriyorlar.

Olumsuzlukları yazdıktan sonra olumlu sebepleri de belirtelim.


FORMULA E İZLEMEK İÇİN 5 SEBEP


1# Sokak pistleri. Evet birkaç paragraf önce olumsuzluk olarak belirttiğim bu pistlerin olumlu yönleri de var. Öncelikle serinin gürültüsüz araçlar sayesinde temiz asfalta sahip herhangi bir şehirde yapılabilmesi harika bir özellik. Olacağından değil de yarın bir gün İzmir’de düzenlenmek istense hemen Fuar alanına pit alanı ve garajlar kurulur, biraz düzenlemeyle Alsancak’ta yarış yapılabilir hale gelir. İstanbul’da Bostancı sahil yolunda yapılabilir vs.  Bu sayede pist konusunda “paramı ödedin az ödedin, yok senin seyircin yok” kavgaları en az seviyede yaşanıyor. İnsanlar da “hamuuagoym trafiği felç ettiler” diyenler dışında şehrin içinde yarış izleme keyfini kolayca yaşayabiliyor. Dezavantajı da belediyelerin “kapattık arkadaşım yok yarış marış” diyebilmeleri. 2016-17 sezonunda son 3 yarış kısa sürede iki ayaklıya döndürülmüştü çünkü yanılmıyorsam iki şehirde problem çıkmıştı.

2# Heyecanlı yarışlar. Araçlar yavaş olsa da en azından F1’de birkaç sezondur iyice rahatsızlık vermeye başlayan ilk üç takım ve 7 cüceler durumu yaşanmıyor. Şasiler aynı olduğundan ve aerodinamik geliştirmelere izin verilmediğinden parası olan takımların fark atmalarının önüne geçilmiş durumda. Araç içindeki geliştirmelerde ufak tefek farklar olsa da üç aşağı beş yukarı bütün araçlar yakın seviyede. Böylece pilotaj becerileri daha fazla öne çıkıyor ve daha sık ikili hatta üçlü mücadeleler izleyebiliyoruz. Yarışlarda batarya yönetimi önemli bir husus olduğundan zaman zaman bunu becerenlerle beceremeyenler arasında çok fark olabiliyor yani 1. ile 20. arasında sadece 10 saniye oluyor diyemem.

Sokak pistlerinin dar ve keskin virajlı olmaları da yarışta her an bir cayırtı kopmasına olanak sağlıyor. Şöyle örnek vereyim, geçtiğimiz sezon Fırat Selçuk ile izlediğimiz bir yarışta tam bu konudan bahsederken son viraja üçüncü giren pilot konumunu korumaya çalışırken duvara vurup çizgiyi sürüklenerek birkaç sıra geride geçti. Bir de bataryasını düzgün kullanamayıp son düzlükte can çekişerek vapura yetişmeye çalışan insanlara dönenler var. Her an aksiyona açık bir seri olması 45 dakikanızı ayırmanız için gayet yeterli.

3# Serideki pilotlar. Formula E’ye emeklilik yaşayacak pilotların geldiği yer olarak bakılsa da bence bunda kötü bir şey yok. Fiziksel olarak F1 araçları kadar zorlayıcı olmayan Formula E araçları, yetenek ve tecrübe olarak hala önemli yere sahip pilotların toplanma yeri haline gelmeye başladı. Yalnızca F1 değil, DTM-GT-INDYCAR gibi serilerden de pilotlar geliyor.

F1’deki koltuk sayısının azlığını ve politik/mali sebeplerle yaşanan yer savaşlarını düşünürsek yetenekli ama şans bulamamış sürücüler için de ideal bir yer. Bunun en yeni ve önemli örneği Stoffel Vandoorne. Pascal Wehrlein da yine F1'de yer bulamayıp bu seriye gelmişti. DTM şampiyonu Gary Paffett de Vandoorne’un takım arkadaşı olarak seride yer alıyor. Dikkatleri seriye çeken bir diğer isim ise son 3 yılda iki kere emekli olup(bu da ayrı başarı) bu sezonu boşta geçiren Felipe Massa.

Seride hala 1 boş koltuk var, Esteban Ocon için 1 sezon boşta kalmak yerine burası iyi bir tercih olabilirdi ancak kendisi F1’de yarışmayacaksam hiçbir yerde yarışmam dedi. Sezonun ilk yarışına doğru pilotları ve takımları tanıtabilmek için ayrı bir yazı yazmayı düşünüyorum (yazmadı).

4# F1 başlayana kadar ve bazı yarış haftalarında boşluk dolduruyor. 15 Aralık’ta Suudi Arabistan’da başlayacak olan sezon -nedense 1 ay ara veriyor- 12 Ocak’ta Fas’taki yarışla devam ediyor. 25 Kasım’da veda edip 17 Mart’ta karşılayacağımız F1’e kadar 4 E-Prix var. Kabaca bakınca F1’in olmadığı bazı haftalarda yarış olması bir yana, birçok yarış cumartesi günleri yapılacağından F1 öncesi yarış açlığı hissedenler için iyi gelecektir.

5# Yayın konusunda kolaylık sağlaması. Bu maddeden çok emin olmamakla birlikte bu sezon birkaç yarışı canlı olarak Youtube kanalından izlediğimi hatırlıyorum. Eurosport bazı yarışları canlı olarak yayınlıyor ancak sezon içinde fikstür kalabalık hale gelince bant yayına dönülüyor. Tekrar ediyorum, bu maddeden emin değilim ama F1 ile kıyaslarsam Youtube’dan bir şekilde VPN ile bile olsa izlenebilmesi büyük bir kolaylık.

Felipe Massa seriye yeni araçla birlikte katıldı.

Formula E
’ye kısaca ve elimden geldiği kadarıyla değindim. Sezonun başlamasına daha uzun bir süre var. Bu sürede Formula E Youtube kanalındaki videolara göz atarak seri hakkında daha iyi fikirlere sahip olabilirsiniz.


Formula 1 ile ilgili içerik çıkartmak konusunda çok başarısız kaldığımın farkındayım. Her yarışı takip etsem de yazmak içimden gelmedi. Sezon bitince sürücüleri değerlendireceğim bir yazı yazacağım.


  ©Artemio Franchi. Template by Dicas Blogger.

TOPO